Total Pageviews

Saturday 1 October 2011

Esir Gözüyle Çanakkalede Esaret

Esirlerin gözünden Çanakkale'de esaret


» HABER


Çanakkale Savaşları, 95 yıl sonra bile, Türk'ün cephedeki mertliği, vatan sevgisi, misafirperverliğinin konuşulması açısından da dünya savaş tarihindeki yerini aldı.

Türk askeri vatanını, namusunu ve geleceğini korumak için Gelibolu Yarımadası'nda önüne çıkan düşmanına karşı bile beslediği duygu, düşünce ve davranışlarıyla hala dünyanın en önemli askerleri arasında bulunuyor.

Bu duygu ve düşünceler, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen sadece Türk değil, Avustralya kaynaklarında da yer alıyor. Türk insanının yüz yıllardır bilinen ve en önemli özellikleri arasında yer alan misafirperverlik Çanakkale Savaşları'nda doruğa çıktı.

Özellikle Çanakkale Kara Savaşları sırasında Türk askerleri tarafından esir alınan binlerce İngiliz, Fransız, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı asker, memleketlerinden binlerce kilometre uzakta, en kanlı savaş ortamında dahi Türk insanının misafirperverliğini tanıdı.

Uzun yıllar, Avustralya'da savaş kaynakları üzerinde çalışma yapan tarihçi ve yeminli mütercim Doğan Şahin, AA muhabirine yaptığı açıklamada, savaşların üzerinden geçen 95 yıla rağmen, siper hatıratlarının tarihi kaynakça açısından önem taşıdığını vurguladı.

"Savaşmıyorsan misafirsin"

Şahin, Çanakkale Savaşları'nın sürdüğü dönemde esir askerlerin düzenli olarak Afyonkarahisar'daki esir kamplarına getirildiğini belirterek, "1914 yılından itibaren Anadolu'da esirler tutulmaya başlanmış, ancak 1916 yılına kadar her rütbeden asker geçiş yolundaki Afyonkarahisar'a getirilirken, 1916'dan itibaren burada çoğunlukla subaylar tutulup, er ve erbaşlar ülkenin çeşitli noktalarında çalışmaya götürülmüşlerdir" dedi.

Savaş sırasında her türlü davranışın bazı kesimlerce "mübah" kabul edildiği, her iki taraftan da esirlere kötü davranıldığına dair anıların ve raporların mevcut olduğunu dile getiren Şahin, ancak resmi raporlara girilmediği sürece bunların birer iddia olmaktan öteye gidemeyeceğini bildirdi.

Şahin, Türk halkının esirlere birer asker değil, misafir muamelesi yaptığını, "savaşmıyorsan misafirsin" anlayışıyla esir askerlere yaklaştığına işaret ederek, "Kötü davranan çok az bir kısım asker ise tespit edilip, gerekli cezaları almışlardır" diye konuştu.

Denizaltıdan Toros tünellerine

Esirlerin bir kısmının geçmişten gelen mesleki becerilerinin kullanıldığını, Toros tünellerinin çok sayıda esir tarafından kazıldığını anlatan Şahin, Avustralya'ya ait AE-2 denizaltısından esir alınan makine dairesi astsubaylarından Peter Fawns'ın bu katkıyı yapanlar arasında yer aldığını aktardı.

Şahin, Fawns'ın önce Afyonkarahisar'a getirildiğini, mesleğinin öğrenilmesinin ardından Çankırı bölgesine sevk edilip, burada ekimi yapılan buğday toplanmasında kullanılan zirai makineleri tamir ettiğini belirtti.

Daha sonra, Belemedik tünellerinde çalışmaya yollanan Fawns'ın ateşçi mühendislik geçmişinden dolayı Alman inşaat şirketinin önemli elemanlarından birisi olduğunu söyleyen Şahin, yaptığı iş için kendisine maaş da bağlandığını dile getirdi.

Şahin, Fawns'ın 1918 yılının aralık ayı sonunda Londra'ya geri döndüğünü ve 1949 yılında 75 yaşında hayatını kaybettiğini açıkladı.

Bazı esirlerin anıları

Yakalandıktan sonra İstanbul'a getirilen AE-2 denizaltısı mürettebatından Charles Suckling el yazısıyla günlüğüne şu bilgileri yazmış:

"Gemiden indikten sonra tek sıra halinde yürüyerek askeri barakalar olduğunu düşündüğüm bir yere getirildik. Yolda yürürken sanki İstanbul halkının hepsi bizleri görmek için yol kenarına dizilmişti. Halktan herhangi bir düşmanlık gösterisi olmadı. Askeri barakalara geldiğimizde Türk bahriyeli elbisesi ve paltolar, terlik ve fesler dağıtıldı. Daha sonra üzerimizden alınan kıyafetler götürüldü ve içtima edilip fotoğraflarımız çekildi. Bir tercüman aracılığıyla bize hitap eden Türk komutan kendimizi birer esir değil, Türk devletinin onurlu misafirleri olarak kabul etmemizi söyledi. Ne istersek kendisine söyleyecektik ve o da elinden geleni yapacaktı. Türk komutanlar bizi sükunetle ve kibarca dinliyorlardı."

Bir başka savaş esiri Teğmen John Pitt Cary'nin ise esaretle ilgili anıları şöyle:

"Diğer subaylarla aynı evi paylaştım. Afyonkarahisar'da kaldığım süre kara kalem çizimler ve yağlı boya tablolar yaptım. Bahçede bulduğum bir kaplumbağayı evcil hayvan gibi besledim ve bahis oyunları düzenleyip, onu yarıştırmaktan büyük keyif aldım."

Astsubay Harry Abbot ise önce Afyonkarahisar'a daha sonra ise Belemedik tren yolu inşasına yollanmış. Burada mutemetlik görevi üstlenen Abbot, Londra'dan kendilerine yollanan paraları askerlere dağıtmakla yükümlü oldu. Abbot 1918 yılında salıverildi ve Mısır üzerinden Londra'ya geri döndü.

Bir başka esir S.T Bell, yazdığı kısa raporda denizaltının batışından sonra kendilerini vuran Sultanhisar torpido gemisine alındıklarını, buradan önce Çanak bölgesine götürülüp, yine aynı gemiyle İstanbul getirildiklerinden bahseder. Kendilerine kuru elbiseler ve tütün verildiğini anlatan Bell, anılarında, "Bizlere iyi davranıldı, ancak denizaltımızın hareketleri ve daha başka denizaltının olup olmadığını sorgularken birkaçımıza sert davranıldı" diye yazmış

CNNTurk-http://www.cnnturk.com/2010/yasam/04/24/esirlerin.gozunden.canakkalede.esaret/573458.0/

Friday 30 September 2011


Emanet düşmanlar!

I. Cihan Harbi’nin, bilhassa da Çanakkale Muharebeleri’nin pek bilinmeyen yüzü “Üsera Kampları”. Anadolu’nun 80 noktasına dağılan, yüzlerce İtilaf askerine “esaret”ten ziyade “misafir” hissi veren dikensiz, telsiz mekânlar...
Kimi yaralı, kimi sağlam… Korku muhakkak… Çünkü akıbetleri meçhul. “Vahşi (!)” Türklerin eline esir düşmüşler. Başlarına daha kötü ne gelebilir ki? Muhataplarından birkaçı hırslı gözlerle bakıyor. Kardeşi, arkadaşı, ağabeyi hâsılı bir yakınını kaybetmenin getirdiği acıyla karışık kinle… Endişelerini artıran belki de bu nazarlar… İhtimal diyor çoğu, evvela ağır işkence sonra da tek tek öldürme… Fakat askeri dizginleyen, öfkeyi zapt eden kumandanlar var Osmanlı’da. İzin verilmiyor, müttefik esirlerine dönük taşkınlığa. Avustralyalı, Yeni Zelandalı ve daha nice memleketli İngiliz sömürge askeri, Anadolu’daki “Üsera Kampları”na, “emanet!” diye dağıtılıyor çünkü…

Savaş kötüdür! Şerhe ihtiyaç duymayan gerçek. Ya esaret? Aynı teklik ve netlikte cevabı yok. Ateş hattında her gün öldürülme veya öldürme seçeneklerine sıkışanların bir kısmı için kurtuluş. Hayata tutunma yolu. Lakin muhariplikten kopartılmayı ar sayanlara göre ölümden beter. Birinci Cihan Harbi’ndeki çoğu cephe gibi Çanakkale siperlerinin iki tarafına da zikredilen halet-i ruhiye siner. Gerçi bugüne değin Osmanlı veya İtilaf Devleti askerlerinin hissettikleri, yaşadıkları yeterli düzeyde gün yüzüne çıkmasa da satır aralarında çok hikâye mevcut. Mesela Anadolu’da ikamete tabi tutulan Rus, İngiliz, Hintli, Gurka (Nepalli), Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Senegalli, Fransız, Zuhaf (Cezayirli, Faslı) ve başka ırktan askerlerinki…

Araştırmacı Doğan Şahin yaklaşık 7 yıldır Birinci Dünya Savaşı döneminde Osmanlı kuvvetlerince esir edilen İtilaf subay ve erlerinin izini sürüyor. Anadolu’da nerelerde barındırıldıklarını, esaretlerinin nasıl geçtiğini, tespitlerini araştırıyor. Osmanlı elinde esirliğin anlamını bulmak, Şahin’i bu yola sürükleyen ana saik. Bir de yayılmacı İngiliz idaresinin binlerce insanı nasıl ölüme getirdiğini ve motive ettiğini merak ediyor. Başvurduğu ana kaynaklar genelde hatıralar, kitaplar, notlar ve resmî raporlar. Ancak süreç hesapladığından zor ilerlemiş. Çünkü herhangi bir askerin gerçekten esir mi düştüğünü yoksa savaş meydanında mı öldüğünü tespitte bile güçlük var. Tarafların esir almak için özel çabaya girmemesi bunun sebeplerinden biri. Saldıranların subayları, “Türklere teslim olmamaları, ölene kadar mücadele etmeleri”, müdafiilerinkiler de “Gâvurdan esir almamaları”nı telkin eder. Oysa esir sadece muharibi pasifleştirmenin değil, aynı zamanda düşmana dair istihbarat toplamanın da sağlam bir yoludur. Öyle ki yer yer esir kaçırma rotaları oluşturulur. Durumun farkındaki subaylar ön almaya çalışıyordu ki 19’uncu Tümen Kumandanı Yarbay Mustafa Kemal yazılı emirle, “esir getirecek efrada ödül verileceği”ni ilan eder.
Bazı İngiliz kaynaklarının İkinci Dünya Savaşı’nda büyük oranda yok edilmesi de Şahin’in araştırmalarını sekteye uğratır. Osmanlı kayıtlarından da istediği ölçüde yararlanamayınca yalnız internette yayımlanan hatıralara sıkışır. Bir de gittiği ülkelerde ulaşabildiği arşiv kayıtlarına… 2009’da Genelkurmay Başkanlığı “Çanakkale Muharebeleri’nin Esirleri İfadeleri ve Mektupları” başlıklı iki ciltlik eseri yayımlayınca çalışmaları küçük de olsa merhale kateder. Tabii aklındaki savaşın esas unsuru erlerdir fakat Batılı belgelerde istediği bilgilere ulaşamaz. Subaylara ilişkin malumata erişmek ise daha kolaydır.
Aslında Osmanlı esaretindeki İtilaf askerlerinin durumuna odaklanmadan önce savaş esirinin hukuki pozisyonuna kısaca bakmakta fayda var. Cenevre Sözleşmesi’nin 4’üncü maddesi, “Silahlı çatışma içerisindeki taraflardan birinin silahlı kuvvetlerine mensup olup, diğer tarafça teslim alınan herhangi bir savaşçı, savaş esiridir.” diyor. Düşman karşısındaki tek sorumluluğu ise adı, sicil numarası ve rütbesini söylemek. Askerin birliği ise “kayıp- savaş esiri olduğu düşünülüyor” ilanı verir. Cenevre Sözleşmesi’nin ve ilgili protokollerin sunduğu haklar, esirin kazanımıdır. Tabii bir de tutsak eden elindekini, ilgili ülkeye bildirmek zorundadır. Osmanlı da esir aldıkları için aynı evreleri uygular.
Gelelim devrin Türkiye’sindeki “Üsera Kampları”na. Sayıları 80 kadardır. İstanbul, Sivas, Ankara, Nusaybin, Çankırı, Kastamonu, Adapazarı, Nevşehir, Ankara, Balıkesir, Niğde, Bor ve İzmit belli başlılarıdır. Ancak en meşhuru 1915 itibarıyla faaliyete giren Afyonkarahisar’dakidir. Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Almanca Öğretim Görevlisi Aydın Ayhan da esir kamplarının sayısını yaptığı araştırma ile teyit ediyor. Tabii başta bu, Anadolu’ya yayılan bütün kamplar, Alman “Stalag”ları veya İngiliz “Maadi Kampı” gibi yerlerle kıyaslanınca daha “insani”dir. Esirler dikenli tellerle veya duvarlarla çevrili sahalarda değil evlerde, kiliselerde veya sair kamu binalarında, kısacası halkın arasında günlerini geçirmektedir. İmaret Camii müştemilatındaki medrese, söz konusu mekânlardan biri. Ekseri Rus birçok milletten subay ve asker uzun süre kalır, hamamı dâhil çoğu imkanından faydalanır. Ruslar haricinde Fransız denizaltısı Safir’in mürettebatı, Çanakkale cephesinde ele geçirilen İngiliz denizaltıları E-15, E-7, yine Avustralya denizaltısı AE2, Fransız denizaltıları Mariotte ve Turquoise personeli de Afyon’a getirilir. Nihayet Avustralyalı, Fransız, İngiliz, Yeni Zelandalılar dışında Kut’ül Amare’de teslim alınan Hint-İngiliz birliklerinden, Mısır, Suriye ve Ürdün’de yakalananlar diğerlerine eklenir.
1916’nın ikinci yarısından sonra Afyonkarahisar’da çoğunlukla subaylar tutulur. Rütbesizlerin büyük kısmı, harp öncesi başlayan ve yokluklara rağmen devam ettirilen Bağdat Demiryolu Hattı inşası için Toros tünelleri kazısında çalışmaya veya başka kamplara gönderilmiştir. Kalanlar ise emir erleri ya da çalışamayacak derece zayıflar ve hastalardır.
Peki, Afyon’da esaret nasıldır? Doğan Şahin yabancı kaynakları yerinde tarayarak buraya dair birçok anıya ulaştığını belirtiyor: “Mesela birinde tutsak asker şunları söylüyordu: ‘1 Ağustos’ta çok sayıda Türk askeri getirildi, Afyonkarahisar’a. Yakınımızdaki caminin önünde kamp yaptılar. Hemen hemen hepsi orta yaşlıydı. Bizi şaşırtan şeyse, ne zaman çalışmaya gitsek, önlerinden geçtiğimiz halk bize hiçbir zaman herhangi bir şekilde nefret duygusu göstermedi.” Silahsızdır, dolayısıyla tehdit değildir çünkü esirler. Şahin, hiçbir harp belgesinde “sivil halkın” esire kötü davrandığına yönelik çıkarıma ulaşmadığına işaretle “tutsağa kötü davranılmayacağına dair” İslami hassasiyetin etkisini nazara veriyor.
“A prisoner in Turkey / Türkiye’de Bir Esir” adlı kitabın sahibi John Still, Afyon’da 120 Rus, 100 İngiliz subay bulunduğunu ve üseranın istasyon ile şehir merkezi arasındaki iki kilometrelik mesafede kaldığını, evlerin güzel havalarda sıkıntı çektirmediğini ancak kışın soğuktan etkilendiğini yazar. Yine konutların aşağı ve yukarı kamp diye adlandırıldığını, zaman zaman ikisi arasında kriket maçları düzenlendiğini belirtir. 938 gün kaldığı şehirde ilk barındığı muhit istasyona 1,5 kilometre uzaklıktadır ve eski bir Ermeni evidir. Still buradan hareketle Ermenilerin burada hiçbir şekilde “öldürülmediğini” ifade eder. Yukarı kampta bir süre kaldıktan sonra aşağıya getirilir ki yeni yerini de şöyle tarif eder: “Üst kat pencerelerinden her iki yönden de geniş bir manzaramız vardı. Hem ovayı hem de dağları görebiliyorduk. Evin cephesi güneydoğuya bakıyordu. 30 kilometre kadar ötedeki Sultandağı’nı tamamen görebiliyorduk. Arka pencerelerden ise Karahisarı ve ovadaki birkaç tepeyi görüyorduk. Bahar aylarında ova deniz lavantası dediğimiz mavi çiçekli vahşi bitkiyle kaplıydı.”
Esaret günlerini resim yaparak, şiir yazarak geçiren Still, Şahin’e göre tutsaklığa dair en ayrıntılı kitabı yazan isim. Öyle ki kaldığı süre zarfında İngiliz, Fransız, Yeni Zelandalı, Avustralyalı, Rus, Polonyalı, Ukraynalı, Karadenizli Rum, Rus Yahudi, İtalyan, Kazak, Gürcü, Hintli, ölüme mahkûm Arap, İrlandalı, Romanyalı ve Sırpların Afyon’da kaldığını aktarır: “Dünyanın her yerinden insanlar olduğu için güzel bir seyahat kitabı bile yazabilirdik.”
4 Ağustos 1916’da Romani Kanal Mevkii’nde esir edilip Afyonkarahisar’a getirilen sinyalci asker Duncan Leslie Richardson da 17 Temmuz 1918 tarihli mektubunda şunları söylüyor: “Sağlığım yerinde, iyiyim. Sağlam bir tane daha paketim geldi. Her şey çok değişti. Şu anda daha evvel bulunduğum kamptan çok daha iyi bir kamptayım. Paramız ve paketlerimiz sağlam ve eksiksiz geliyor. Ancak mektuplar konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sanırım son on iki ay içerisinde sadece üç mektup aldım. Sanırım bizimkiler üç mektuptan daha fazla yazmışlardır.” Aslında şartlardan şikâyetçi tek kişi 21 Kasım 1918’de salıverilen Richardson değildir. Bilhassa kaldıkları mekânların “konfor”undan muzdariptirler! “Olumsuzluktan yola çıkanların beklentileri, dönem itibarıyla, bana gerçekçi gözükmedi. Anadolu’nun ülkeleri kadar zengin ve refah içinde olduğunu düşünüyorlardı belki! Bilmedikleri ise, halkın savaş yıkımından nasibini almakta olduğuydu. Başta yiyecek birçok noktada sıkıntı had safhadaydı. Düşünün, 1916 sonunda 5’inci Ordu günde 50 ila 200 askerini salgın hastalıkta kaybediyordu, topyekûn savaş herkesi etkiliyordu ve bu ortamda tutsaklara da bakmak gerekiyordu.” diyerek durumu özetliyor Doğan Şahin.
Savaş süresince Avusturya- Macaristan İmparatorluğu İstanbul Büyükelçiliği’nde askerî ataşelik unvanıyla bulunan Joseph Pomiankowski de hatıratında belirttiği gibi esirlere verilen kumanya yer yer Türk askerine sunulandan daha iyidir. Hatta subay ve erler arasında ilki lehine pozitif ayrımcılık dahi vardır ki Enver Paşa’nın yaşça kendinden küçük amcası Halil (Kut) Paşa’nın emrindeki kuvvetlerce Kut’ül Amare’de, 17 bine yakın askeriyle esir alınan İngiliz General Townsend’in yaşadıkları bunun en güzel misali. Tutsaklığını İstanbul’da mükemmel denilecek imkânlarla geçiren General şehirde özgürce dolaşır, istediği lokantada yemek tadar. Her ne kadar üsera kamplarını ziyaret eden İsviçre delegasyonu –ki bunu 11 Nisan 1918 tarihli Yeni Zelanda Auckland Weekly News isimli gazeteden öğreniyoruz– Afyon’dakilerin diğer kamplardakilere nazaran daha neşeli olduğunu rapor etse de tutsaklık psikolojisi daim “kaçma” fikrine teşnedir.
Osmanlı kamplarına getirilen herkese askerî tabirle “parol” denilen kaçmayacaklarına ilişkin belge imzalatılsa da firara kalkışanlar ve tekrar derdest edilenler çıkar. Bunların ekserisi subaydır. “Er niye kaçsın, hele bir de şartlar görece iyiyse? Fakat subay öyle değil, o zaten yetişirken böyle bir durumda kaçmaya göre eğitilmiş.” diyor Doğan Şahin.
Yeni Zelandalı esirlerden William Thomas Cheater’ın anlattıkları sürecin nasıl yürütüldüğünü örnekliyor: “Afyon’da, posta görevlerinden biri subaylar için pazara çıkıp yiyecek ve giyecek almaktı. Aylar geçtikçe subaylar tiyatro tertip etmeye, konser vermeye başladı. Postalık yapan asker oyunlar için dekor, kadın ve erkek kıyafetleri, peçe dâhil kostümler alırdı. Anlaşıldı ki Binbaşı Stoker ve ekibi kadın kıyafetleriyle kaçmayı planlamakta. Sonra duyduk ki Stoker, her ikisi de E- 7 denizaltısından tutsak subaylar Üsteğmen Price ve Yüzbaşı Cochrain kaçmış, posta onlara yardımla suçlanmıştı. Türkler kaçışta kullanılan kıyafetlerin pazardan alındığını tespit etmişti.”
Anadolu ve esaret konusu açılınca Toros tünelleri ve Belemedik köyünden muhakkak bahsetmek gerekir. Cihan Harbi öncesi başlayan ve çalışmaları Almanlarca yürütülen Bağdat Demiryolu Hattı inşası Toros tüneli kazılarına daha önce değinmiştik. İşte o devirde projenin en önemli duraklarından biridir bu bölge ve hattın buradan geçişinin uzun süreceği anlaşılınca Belemedik Yaylası’nda bir Alman köyü kurulur. Her şey çalışanların ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde tasarlanır. Bir süre sonra yöre, işçiler, hizmet veren köylüler, Alman yetkililer ve askerler dâhil hayli kalabalıklaşır. Tam teşekküllü hastane, cami, kilise, sinema ve evler inşa edilir. Eşkıyalık civarda yer yer sürdüğünden muhitin muhafazası Alman birliğine teslim edilir. Üsera kamplarından biri de buradadır. Rus, İngiliz, Avustralyalı, Fransız, Yeni Zelandalı, Rum ve Ermeni tutsaklar, yerli işçilerin yanında çalıştırılır. Ama “Türklerin Savaş Esirleri / Yeni Zelandalıların Öyküsü” adlı kitabın yazarı Chris Pugsley’in bahsettiği bir farkla: “En azından Tünel kazma işi için maaş aldılar.” Tıpkı Conkbayırı muharebesinde yakalanan er William Robert Surgenor gibi. Kendisi günlük 10 peny ücretle Alman şirketi adına kazıda yer alır. Tabii harbin getirdiği gıda yetersizliği, salgın hastalık ve iş kazaları gibi problemlerden birçok esir hayatını kaybeder.
Ve son söz yabancı esirlere yönelik daha kapsamlı araştırmaların bir an önce başlatılmasını en azından arşivlerin bu amaçla daha sağlıklı işletilmesini isteyen Doğan Şahin’in: “Çalışma gösterdi ki Osmanlı’daki esirler diğer devletlerdekilere göre, yer yer sıkıntı çekse de rahat. Resim yapıyor, şiir yazıyor, dil öğreniyor ve öğretiyor. Sonra koloni askeriyle anavatan İngiliz’i arasında Osmanlı’ya bakış farkı var. İlki daha yumuşak. Ama Osmanlı ya da Britanya’nın aldığı esirlere dair net ve teyit edilebilir kaynak yok. Spekülasyona açık. Esirlerin yüzde 90’ından fazlası ülkesine dönüyor. Yer yer esir değişimi var. Ölümlerin sebebi ekseri salgın hasatlık ki bu dönemde bütün Anadolu bundan muzdarip. Türklerin esire kötü davrandığı ileri sürülemez. Birkaç ferdî olay olabilir. Ancak bunlar devede kulak misali.”
Esirlerin dövülmesi!
Çanakkale Savaşları üzerine araştırmalarını sürdüren tarihçi / yazar Jennifer Lawless esirler konusuyla ilgilenen isimlerden. Tabii onun da ısrarla üzerinde durduğu husus, konuyla ilgili detaylı çalışmaların bulunmaması ve kaç esir alındığına yönelik net rakamlar verilememesi. Çanakkale’de esir edilen Avustralya askeri sayısını 200 verir ki bir başka kaynakta tüm cephelerdeki sayının 450 civarında olduğu ifade edilir. Lawless, bazı anılardaki, Anadolu’da esirlere kötü davranıldığı iddialarına da karşı çıkıyor: “Türklerin merhameti, beni duygulandırdı. 66 esire ait net bilgiye ulaştım. Bu rakama ulaşmak için de son 5 yılda birçok kaynağı karşılaştırmak zorunda kaldım. Nisan 1915’te yakalanmışlar. 46’sı 8 Ağustos’ta Kocaçimentepe’de esir edilmiş. Yüzde 76’sı yakalanmadan önce yaralı. Bunlardan 10’u sahra hastanelerine getirilir getirilmez ölmüş. Anzak esirleri, Türk yaralıların yanında, Kızılay gemileriyle İstanbul’a gönderilmiş. Bazısı aylarca Çapa, Gümüşsuyu hastanelerinde yatmış. Yaralı olmayanlar da esir kamplarına gönderilmiş. Türklerin esirlere kötü davrandığına dair yayınların gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum. Kaçmayacaklarına söz veren askerler kapalı tutulmamış, Türklerle iç içe yaşamış. Kültürel alışveriş söz konusu. Gediz’deki tutsaklar bin kitaplık kütüphane kurmuş, dil öğrenmiş, dil öğretmiş, yerel yöneticilerin desteğiyle bando kurmuş, halkla ava gitmiş. Türkler savaş ortamında hep doğru şeyi yapmaya çalışmış. Şimdi bile araştırma için gittiğim yerlerde insanların yardım çabası duygulandırıyor. Savaş sonrası yazılanların propaganda amaçlı abartıldığını düşünüyorum. Mesela Afyon’daki Anzak esirlerinin, tren istasyonundan okula 2 saat yürüdüğü söyleniyor. Orta yaşlı bir tarihçiyim ve bu mesafeyi ben 20 dakikada yürüyebildim. Resmî ifadelerde ve esir mektuplarında yazılanları şimdi daha da iyi anladım. Araştırmalarım sadece Gelibolu’da yakalanan savaş esirlerinden ibaret. Afyonkarahisar’da esirlerin dövülerek cezalandırıldığına sadece 2 örnek var. Kampın kumandanı, bu olay sebebiyle görevden alınıyor. Kut’ül Amare’deki esirlerin deneyimini, tüm esirlerin yaşadığı zannedildi. Oradakilerin çoğu zaten uzun süreli kuşatma yüzünden aç ve sağlıksızdı. Kayıtlarda “kayıp” gözükenlerin ekserisi ölmüştü, tutsak edilmemişti.” Lawless’in beyanlarının özellikle tutsaklara kötü davranma kısmı aslında İngiliz kayıtlarınca da doğrulanıyor. Harp sonrası işgal edilen İstanbul’da tüm mekanizmaya el koyan müttefikler, “savaş suçlularının” cezalandırılması için mahkeme kurulmasını istemiş. Birkaç mahkûmiyet kararına güvenmeyen işgalciler Malta’da yeni bir muhakemeye gitmiş. Esirlere kötü muamele mevzuunda adaya 8 kişi sürgün edilir, ancak muhakemede delil yetersizliğinden dava düşer ve yargı sürecinden tutsak değişimine gidilir.
Çarpıcı bir çarpıtma örneği
Bazen savaş eserleri konusunda askerlerin verdiği bilgiler ile resmî bilgilerin çeliştiğini görmek mümkün. Bu konuda ciddi bir abartının yapıldığı da bir gerçek. Bunun en çarpıcı örneği ise Avustralyalı 2421 Sicil Numaralı Çavuş J Halpin’in 18.9.1931 tarihli ve Arşiv dairesine yazdığı mektuptur. Yazılan mektup ve verilen cevap oldukça manidar.
İlgili memura, Ana Arşiv Dairesi, Melbourne
Efendim, ben Türkiye’de bulunmuş eski bir savaş esiriyim. Türkiye’de esir olduğum sürede, diğerleri gibi, kendimiz gibi orada esir olan “rütbesiz askerlerin” sayısını tespit etmek üzere çalışmalar yapmıştık. Kısıtlı çabalarımız sonucunda Mütareke sırasında Avustralyalı esirlerin yüzde 60’ının mahrumiyet vs. içerisinde öldüğünü hesapladık. Türkler tarafından esir edilen ve esaretten geriye dönen asker sayımızın tarafımıza bildirilmesini rica ederim. İngiliz yayınları Türklere esir olan askerlerden yüzde 80’inin öldüğünü beyan ediyor. Bu konuda lütfen bizleri aydınlatır mısınız?”
Ana arşiv kayıtlarının idarecisi memurdan gelen cevap ise şöyledir: “ …Kayıtlarımıza göre Avustralya İmparatorluk Askerlerinden Türklere esir düşenlerin sayısı 70 olup bunlardan 25’inin esaret altında öldüğü bilinmektedir. Geriye kalan 45 kişi ise salıverilmiştir.”
Yetkin İşcen (Çanakkale 1915 Dergisi Yayın Yönetmeni): Osmanlı’nın ne kadar esir verdiğini bile bilmiyoruz
Birinci Cihan Harbi, Avustralyalı ve Yeni Zelandalıların “millileşerek” kendilerini bulmalarına ve o güne kadar “anavatan” telakki ettikleri Britanya İmparatorluğu’na baş kaldırmalarına zemin hazırladı. Yazar ve tarihçi Scott Brown’un dediği gibi, özellikle “Anzaklar, kanıtlayacak bir şeyleri olan genç bir ulusun mensubuydular; savaş boyunca sadece 70 esir verdiler..." Osmanlı Devleti’nin Büyük Savaş’ta kaç bin esir verdiği, bu esirlerin hangi ülkelere dağıldığı, ne kadarının sağ kalmayı başarıp ne kadarının geri dönebildiği gibi hususlar başlı başına bir araştırma konusu. Aradan neredeyse 100 sene geçtiği hâlde hâlâ bu konuda hakkıyla bir çalışma yapılmış değildir… Peki, Osmanlı Devleti’ne esir düşen düşman askerlerine ne oldu? Nerelerde tutuldular, nasıl muamele gördüler, kaçı öldü kaçı kurtuldu gibi sorulara da yanıt veren makam, yine biz değiliz, Kızılhaç… Ya da, esir veren ülkelerin ilgili kurumları… Ne yazık ki, ülkemizde bu konuda yapılan araştırmalar ve çalışmalar da propagandadan öteye geçemiyor; eksik, yanlı, çarpıtılmış hâldeler… Örneğin, esir düştüğünde can korkusuyla Müslüman olduğunu iddia eden bir Afrikalı zencinin Türk yetkileri hakkında söylediği güzel sözler benimsenirken, bir başka tarafta eziyet gördüğünü ve ölesiye çalıştırıldığını ifade eden bir Avustralyalının söyledikleri “düşmanca” olarak nitelenebiliyor. Kendi tarihimizin hemen her kesitinde rastladığımız yanlı bakış açısı, bu konuda da etkisini sürdürüyor. Örneğin, Genelkurmay ATASE Başkanlığı’nın yayımladığı “Çanakkale Muharebesi’nin Esirleri” adını taşıyan iki ciltte tek bir şikâyetçi esir bulmak mümkün değil. Oysa gerek ABD Elçiliği ve gerekse Vatikan gibi tarafsız ülkelerin temsilcileri kanalıyla Kızılhaç’a durumlarından şikâyette bulunan birçok esirin varlığı biliniyor. Üstelik bunların yazışmaları da aynı arşivde saklanıyor. Bu durumda, 100 sene önce yaşananları tüm gerçekliğiyle okuyup yorumlamak isteyenler için fazla alternatif olmadığını kavramak zor değil. Ne yazık ki, kulaktan dolma bilgiler ve hurafeler insanımıza ilginç geliyor.



http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-29020-204-emanet-dusmanlar.html (AKSİYON DERGİSİ- SAYI 851 YAYINLANMIŞTIR)

ALEXANDRIA TROAS - THE DARDANELLES STRAIT


Yeni düşler, yepyeni seyahat rotaları ve dinmeyen keşfetme arzumuz bizi bu kez Çanakkale Gelibolu yarımadasına, oradan da adı pek duyulmamış olan Alexandria Troas antik kentine, Bozcaada’ya ve taa Assos’a kadar sürükledi. Mevsim gezi mevsimi. Bunun için severim serin Eylül günlerini.

Bilindiği gibi, Gelibolu yarımadası daha 97 yıl önce tarihin gördüğü en başarılı savunma savaşının yapıldığı, yüzlerce gemiden oluşan, kara, hava ve denizaltı unsurlarının ilk kez bir arada kullanıldığı ve İngiliz, Fransız ve bunların sömürgeleri Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Senegalli, Cezayirli, Nepallı Gurka, Yahudi Katır Birlikleri, Rum ve Yunanlılar, Ruslar gibi birçok ırktan insandan teşkil edilmiş işgal armadasının getirdiği 250 bin kadar asker ile Osmanlı ordusunu oluşturan gene 250 bin kadar askerin dar bir coğrafyada kıyasıya çarpıştığı ve zayiat verdiği, 70 bin civarında Osmanlı askerinin şehit olup ve 50 bin kadar işgalci ordu askerinin canını kaybettiği, tarihi öneme sahip bir coğrafyadır. Sadece yakın çağ değil antik dönemde de her zaman için paylaşım savaşlarına mekân olmuş. Truva savaşlarına sahne, büyük İskender tarafından geçiş yolu olarak kullanılmış, Pers imparatorluğunun ve daha birçok başka antik halkların egemenliğinde yaşamış, bitki ve hayvan çeşitliliğiyle ve dramatik sahilleriyle insanda hayranlık uyandıran, adeta kutsal bir toprak parçası. Sadece bir toprak parçası denilip geçilemeyecek öneme sahip, Avrupa ve İstanbul ve Anadolu’nun kilididir.

Bir yandan amatör tarihçi kapasitesinde Çanakkale araştırmalarına devam edip, diğer yandan ülkemiz turizminin göz bebeklerinden Mavi Yolculuk organizasyonlarıyla uğraşırken, hobilerimle işimi entegre etme fırsatını sık sık yakalarım. İşte 2015 yılının Çanakkale ANZAC (Çanakkale savaşlarında çarpışan Avustralya ve Yeni Zelanda birliklerinin ortak adı) anma törenlerinin 100. yılı olması hasebiyle, Mavi Yolculuk konseptini Çanakkale’ye uyarlamak istedik ben ve arkadaşım Erhan Arican. Öyle ya, işgal orduları denizden gelmişti ama anmalar genel anlamda hep kara faaliyetlerine yönelik idi. Neden yeni bir yolculuk türü yapamayız ki? Diye sorular sorarak Egenin ve Akdeniz’in şirin deniz araçları guletlerle savaş bölgelerine tur düzenleyebilirdik. Konuyu açtığımız belirli tarih sitelerinde ilgi ile karşılandık ve çok geçmeden 30 kişilik bir grup için 2015 yılı 100. yıl anma törenlerinde gulet yolculuğu talebi aldık.

Seyahat denince hemen çantalarını hazırlayan ben ve arkadaşım Rota tespiti hedefiyle, önce Gelibolu yarımadasında, bir keçi kadar güçlü hareket eden kartal marka arabamla, karadan, kimi zaman asfalt, çoğu zaman dağ yolarından sahili boydan boya kat edip uygun koylar arayışına girdik. Daha sonra geleneksel Mavi Yolculuk rotasının dışında olan bölgede sahil boyunca onlarca antik yerleşim bulunduğu ve İmroz, Gökçeada ve Bozca ada ile Midilli adalarının da savaş sırasında kullanıldığını göz önüne alarak, daha evvel keşfetmediğimiz Bozcaada’ya gitmeye karar verdik. Bozcaada’ya geldiğimizde, bir sahil kahvesinde sohbet ettiğimiz Geyikli halkı tarafından, varlığını daha evvel duyduğumuz ama tam olarak yerini bilmediğimiz Alexandria Troas antik kent kalıntılarının yeri hatırlatıldı. Onlara göre, Döğer köyünün hemen üst yanında kalan bu henüz pek bilinmeyen kalıntılar gezilmeye değerdi. Kasabaya çok uzak olmayan bu kalıntılara doğru dar, stabilize yoldan, kıyı boyunca ilerledik ve bir tepenin tırmanışı bittiğinde karşımızda yıkıntılar halinde, bir kısmı kazılmış ve tel örgülerle çevrilmiş yerleşimi ve o tanıdık kahverengi tabelayı gördük.

İçeride bir taşa oturmuş, gazete okuyan şahıs önce gelişimiz pek umursamaz gibi davrandı. Ben doğrudan kazılmış alanlara bakmak için seğirtirken, arkadaşım Erhan alanın koruma ve kılavuzluk görevini yapan şahsa yöneldi, bir yandan da fotoğraf makinesini hazırlıyordu.

Bulunduğumuz yer denize hakim bir tapınak alanıydı. Efes ve Izmir kadar ünlü olmasa da, şehir Truva bölgesinin üç önemli şehrinden biri ve hem ticaret hem dinler anlamında, Çanakkale boğazının girişine hâkim bir noktada kurulmuş. Şehir erken dönem Hıristiyan misyoner ve temsilcilerinin önemli bir uğrak merkezi imiş. Truva bölgesinin hem Yunan-Roma ticareti hem de erken dönem Hıristiyan misyonerliği açısından önemi tarihçiler tarafından uzun zamandır kabul edilmekte. Şehir Anadolu ile batı arasında bir posta rotası aynı zamanda ve Truva antik şehrine yaklaşık 15, Assos'a ise 60 km mesafede. Hıristiyan İncil’i batıya ilk yolculuğuna Troas’da başlamış. Daha sonra Aziz St. Paul’ün Kudüs’te cezalandırılıp öldürülmesiyle noktalanan yolculuk da buradan başlamış. Galata'dan Truva’ya İkinci Misyonerlik Gezisinde Tarsuslu St. Paul (Book of Acts- Havarilerin faaliyetlerini anlatan kitap) ) ve Antakyalı İgnatius gibi diğer önemli Hıristiyan liderlerin Alexandria Troas’a ziyaretleri ayrıca bir araştırma konusu.

Bizans döneminde ise 325 yılında Marinus, 344 yılında Niconius, 5. yy başında Sylvanus, 451 yılında Pionius, 787 yılında Leo, 9. yüzyılda Patrik Ignatiusun arkadaşı Peter gibi piskoposlar tarafından idare edilmiş. Şehrin ne zaman yıkıldığı ve piskoposluk bölgesinin ne zaman ortadan kalktığı bilinmiyor. Şehir hâlihazırda Roma Katolik Kilisesinin sadece unvan olarak bir parçasıdır ve piskoposluk 1971 yılında piskoposun istifası ile boştur. Alexandria Troas onlarca dönüm araziye kurulmuş ve kuruluşundan bu yana yoğun bir şekilde yağmalanmış, öyle ki günümüzde toprak üstünde bir kısım hamam, stadyum tapınak kalıntıları hariç gerisi toprak altında. Şehir hakkında 1760'lardan itibaren yazılar yazılmaya başlamış ve şehrin taşlarının İstanbul’u inşa edilmek için taşındığı zamanın hemen öncesinde var olan şehir duvarları ve binalardan bahsediliyor. Modern arkeolojik araştırmalar şehrin 8 km. uzunluğunda bir surla çevrili olduğunu, surlar üzerinde 44 adet kule bulunduğunu, 400 hektar alanı kapladığı ve yaklaşık 100 bin nüfusu bulunduğunu teyit ediyor. Şehre üç ana kapıdan giriş yapılmaktaymış. Şehir hakkında ilk tarih tezleri Alman arkeolog Elmar Schwerteim tarafından geliştirilmiş. Prof. Dr. Elmar Schwertheim 1997 yılında bölgede ilk kazıları başlatmıştır. Ona göre şehir 44–41 yıllarında bir Roma kolonisi olarak Antigonus tarafından Antonia Troas adıyla kurulmuş. Daha sonra Büyük İskenderin generallerinden Lysimachus tarafından ele geçirilince adı Alexandria Troas olarak değişmiş ve İ.Ö 12 yılında imparator Augustos tarafından yeniden yapılandırılmış. Liman Hellen Neandria şehri tarafından kurulup, idare ediliyor iken Alexandria Troas kentinin idaresine geçiyor ve Milattan önce 301 de Lysimachus tarafından şehir halkı Alexandria Troas’a taşınıyor. Yapay liman günümüzde hemen hemen kille dolmuş iki sığınak göletten oluşuyor. Tarihçi Strabona göre şehrin ilk adı Sigeia idi. Buluntular ve yazıtlarda Romalı emekli askerler ve Latince konuşan görevlilerden bahsediliyor ki bu da şehrin önemli bir Roma idare merkezi olduğunun kanıtı. Yani Troas bölgedeki en büyük şehir imiş. Dolayısıyla önemli bir menzil noktası olması hasebiyle, diğer şehirlere yol bağlantıları olduğu ve hatta taa Assos’a kadar bağlandığı muhakkak. Tarihçi Suetonius, Jul Sezarın burayı kendine imparatorluk için yönetim merkezi olarak planladığını yazar. Ondan sonra gelen Augustos ve Constantine de aynı fikirdedirler. Bizans İmparator'u Konstantinin ise Alexandria Troas'ı Doğu Roma İmparatorluğu'nun başşehri yapmak istediği ise söylenmiştir.
Troas'ın çevresi volkanik alan olduğu için granit blok boldur. Kalıntılardan anlaşılacağı üzere Roma İmparatorluğu döneminde birçok taş ocağının burada işletildiği biliniyor. MÖ 300 ve MS 400 arasında bu ocaklardan tonlarca ağırlıktaki granit sütunlar işlenerek Alexandria Troas limanından İmparatorluğun başkenti Roma’ya ve diğer şehirlere taşınmış ve Roma, Ostia, Ravenna, Aquileia gibi İmparatorluğun en önemli şehirlerinde kullanılmıştır. Rönesans’ın ortalarında bu sütunlar antik yapılardan sökülerek Roma'daki St Clemente , St Vitale, St Prassede ve Venedik'teki St Marco gibi bazı kilise ve bazilikalarda tekrar kullanılmıştır.

Şehir 14. Yüzyılda Türkmen Karasi beyliği tarafından ele geçirilmiş ve 1336 yılında beyliğin Osmanlıya bağlanmasıyla, bir Osmanlı şehri olmuş. Bazı sütunlar da Osmanlı İmparatorluğu zamanında İstanbul'a götürülüp örneğin, Yeni Valide Camii gibi yapılarda kullanılmış.

Günümüzde Alman arkeolog gruplarının kazı alanıdır. Kazılar tamamlanıp şehir tamamen ortaya çıkmadığı için, hayal gücü ve çokça okumak gerekiyor. Şehre bir kaç kilometre uzakta bulunan antik Kestanbol kaplıcalarından sıcak sular taşınmış ve hamamlarda kullanılmış. Yapıların sadece kanalizasyon değil, yağmur suları için oluk sistemi bile var! Bunu da ilk kez gördüm.

Gezintimi bitirip, tarihi derinlemesine soluduktan sonra, alanın koruyucusu ve bir arkeolog kadar birikimli, hevesli İsmail Tuncer'in yanına gitme sırası bendeydi. Neredeyse nefes almadan, heyecanla şehri anlattı İsmail bey ve o şehir efsanesi haline gelen “ halkımız tarihi kentin taşlarını yağmalamış” yorumunu yaptıktan sonra sormadan edemedim. Benim gördüğüm kadarıyla ve ortaya çıkan yapı katmanlarından da anlaşılacağı üzere, şehir son dönemde tahribat görene kadar, çok öncesinden, yüzyıllar öncesinden zaten talan edilmiş. Bunun en bariz göstergesi ise kalıntılarda kullanılan taşların çeşitli dönemlere ait olması. Peki, bunlara ne diyeceksiniz? Diye sorduğumda ise aldığım kaçamak yanıt “ Evet onlar da talan etmişler” oldu. Yeniden keşfettim ki, her yeni gelen medeniyet bir önceki medeniyetin yapı taşlarını kullanmış, kullanmaya devam edecek.

Velhasıl, biraz din, biraz ticaret biraz sosyal yaşam tarihine ilgili iseniz, hayalinizi zorlamaya varsanız, muhteşem bir alan Alexandria Troas... Gidin görün, oradan da hemen vapura binip Bozcaada’nın tipik Ege adası atmosferine dalıp, antik dönemlerden süzülmüş şarapları tadın. Kimbilir? Bir gün bir Mavi Yolculuk uyarlamasında bu antik ticaret ve misyoner geçiş yollarını keşfetme fırsatı da belki doğacaktır.

www.alaturka.info Alaturka Journal'de yayınlanmıştır.

Sunday 20 February 2011

DR.MAZHAR OSMAN BEY VE ESİRLER



O Kadar Gerçeksiniz ki Düşünceleriniz
Hayalleri Gerçeğe, Yalanları Tarihe Dönüştürmeye Yetiyor...

~John Donne (1572 –1631)

Ey, En-dor’ a giden yol en eski yoldur
ve en çılgın olanıdır yolların!
Doğrudan büyücünün evine varır,
aynen Saul’un saltanatında olduğu gibi.
ve hafızalardaki ızdırap hiç değişmedi
Aynen En-dor’a giden yolu aramak gibi!
(1919) End-or adlı şiir
Rudyard Kipling
(tercüme doğan şahin- Şiir)

Dünya savaşının bilinen yüzünün dışında, bir de cephe gerisinde yaşananlar vardır ki her birisi ayrı bir öykü olacak hadiseler görmek mümkün. Bu yaşantılara bir örnek ise Osmanlının eline esir düşen Müttefik askerlerinin hemen hiç bilinmeyen esaret günleridir. Savaş dönemi tıp dünyası ve hastanelerimizin çalışma düzenleri hakkında az da olsa bir bilgi kırıntısı veren “ The Road to En-dor” adlı kitap her iki anlamda da epey detaylı yazılmış bir kitap. Kitabın yazarı Elias Henry Jones adlı Hint Ordusunda görevli bir Teğmen. Welsh kökenli bu İngiliz subayı esir alındıktan sonra Yozgat “üsera garnizonuna “ getirilir. İngiliz “Kurnazlığı ve ırksal üstünlüğü” tavrının en bariz örneklerinden birisi olan, “ Oryantalist” okuyucuyu etkilemek üzere yazılmış olan kitap 1919 yılında yayınlanmış olup savaş edebiyatı içerisinde en çok okunanlardan birisidir ve yazarı esir olduğu Türkleri “ aptal, cahil” olarak göstermek için büyük çaba sarf eder. Bu subay 1917 yılı ile Ekim 1918 arasında diğerleriyle beraber Yozgat esir garnizonunda misafir edilmiş olup, “Ruhlarla” konuştuklarına hem kamptaki arkadaşlarını hem de Türk muhafızları ve bir Ermeni hazinesini arama sevdasına kapılmış olan kamp komutanı Binbaşı Kazım beyi inandırmış ve onları ”kandırıp” önce İstanbul’a Haydarpaşa hastanesine sevk edilmeyi ve sonra da buradan esir değişimiyle memleketlerine gönderilmeyi “başarmışlar”. Onlardan hemen birkaç ay sonra Yozgat’taki esirler de salıverilmiştir. Yazılanlar sanki “bir film senaryosu” gibi ve esirlerin ne gibi faaliyetlerle uğraştıklarını anlatması açısından dikkate değer. Örneğin, Yozgat kampında Kayak Kulübü, Avcılık Kulübü, Hokey Kulübü, Tiyatro Kulübü, Dil öğrenimi, Resim Kulübü kurulmuş, dağ yürüyüşleri, piknikler, karda kayma seansları, karla kaplı tepelerde kayak yarışmaları, bahisler, satışlar ve hepsinin üzerine de yarışma sonrası harika eğlenceler organize edilmiş, Kapalı alanlar eğlencesi adına da tiyatro oyunları yazılıp, neşeli ve ciddi melodramlar, komediler ve pantomimler oynanmış. Esirleri sanki “İngiltere’deymiş gibi hissettiren “Köy ortamı” resimleri yapan ressamlar, esarette yapılan müzik aletlerini kullanan orkestra, koro ve onlara müzik yapan besteciler “ varmış. “Sanatçılar, müzisyenler, şairler, tarihçiler, romancılar, aktörler, drama oyuncuları ve özellikle de eleştirmenler beynimizin paslanmaya karşı sağlıklı tutulmasına katkısı olanlardı. Kesinlikle okul yaşamına geri dönmüştük! İngiltere’den kitaplar gelmeye başlayınca da bir kütüphane kuruldu ve matematik, Fizik, Politik ekonomi, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Hintçe, Elektrik, teknikerlik, Ziraat ve karakalem resim kursları organize ettik. Adeta küçük bir Üniversite yaratmıştık.(…) İşte böylesine farklı insanlarla hayatımızın iki yılını geçirdik Yozgat’ta” diyor Teğmen Elias kitabında. Aslen bu faaliyetler izin verildiği gerçeği esirlerin rahat bir ortamda olduğunu göstermesi açısından ilginç. Görünen o ki dedikodular, asılsız haberler ve bilgiler de bolca işgal etmiş esirlikteki hayatlarını. Bittabi bu kitap bir roman tadında yazılmış. Kitabın bir diğer özelliği ise isminde gizli “The Road to En-dor” cümlesi. “Endor’ a Giden Yol” olarak çevrilebiliyor. Yazarın Yozgat’ta kaldığı düşünülünce Endor'dan kasıt Yozgat’tır denilebilir. “Endor” Yahudi Kutsal Kitabında adı geçen bir Filistin ( Kenan) köyü. Bu köyde yaşayan bir cadı var ve “Endor Cadısı” olarak bilinen bu efsanevi kişi Samuel ( İsmail a.s) Peygamber’in ölümünden ve Ramah kentinde gömülmesinden hemen sonra, İsrail Krallığına karşı birleşmiş olan Filistin halkına karşı neler yapacağına dair ne Tanrıdan ne de Urim ve Thummim’den beklediği cevabı alamayınca, peygamberin Ruh’unu çağırmak üzere İsrail Kralı Saul tarafından görevlendirilir ( Samuel İlk Kitap, 28:3-25) . Kralın emri üzerine Endor cadısı ölüler ülkesi Sheol’dan Samuel'in ruhunu çağırır. Ancak beklenen yardım buradan da gelmez. Uykusundan uyandırıldığına kızan “Ruh” tanrının emirlerine karşı gelen Saul’u azarlar ve Saul'un tahttan ineceğini, ordusunun dağılacağını ve Saul’un ve oğullarının da ölüler ülkesine gideceğini tahmin eder. Kral Saul şok olmuş ve korkmuştur. Ertesi gün İsrail ordusu savaşı kaybeder ve Kral Saul yaralandıktan sonra intihar eder. Yani Kılıcıyla tanrıya hizmet eden Saul tanrıya karşı çıktığı anda, aslen yasak olan bir takım büyülerden medet ummuştur. Samuel peygamber ise ona hiç bir yardımca bulunmayacak, aksine yok oluşunu işaret edecektir.

Kutsal kitaplarda adı geçen ve nerede olduğu tam bilinmeyen bu köy, büyücünün yaşadığı şehir olarak biliniyor ve işte yazar da Yozgat’ta geçirdiği günleri böyle bir büyüler şehrinde geçirmiş gibi bir mecaz ile aktarıyor. O yıllarda ise hem batıda hem de doğuda İspritizma- Ruhlarla Konuşma- Cin Çağırma olaylarına, günümüzde de olduğu üzere inananlar çok.
“Endor” kelimesine son yıllarda dünyayı kasıp kavuran “ Star Wars-Yıldız savaşları” kelimesinde de rastlanıyor. Endor uzayın sonsuz boşluğunda, üzerinde canlılar yaşayan bir gezegen olarak kurgulanmış.
Diğer taraftan kitabın farklı baskılarında ve söz konusu kelimenin çeşitli yerlerde yazılış biçimi kimi zaman “ Endor” iken, asıl nüshada bu kelime “ End-or “ şeklinde ayrılmış ki bu durumda kitabın tercümesi “ Sona giden yol ya da” şeklinde bir başka anlama bürünüyor. Yozgat sonları mı olacaktır, yoksa sihirli bir şekilde başka bir şey mi! ?
Kaynak oluşturabilecek bir kitaptan çok, okuyucuyu gıdıklamaya yönelik bir romantik çalışma yani. Görünen o ki yazar esaret yıllarından sonra yazdığı kitabı tamamlamadan evvel mazhar Osman bey’in kim olduğunu öğrenmiş ve yazdıklarını da buna uygun bir kapsama sokmuş. Nitekim birçok baskısı da yapılmış ve savaş, kaçış edebiyatı bağlamında iyi satmıştır. İngilizcesi epey ağır ve karmaşık bir dille yazılmış. Kitaptan konumuzla doğrudan ilgili olan kısımları alacağım. Kimi yerde doğrudan alıntı yaparken kimi yerde özet açıklamalarla yetineceğim.
Olaylar 1917 Şubat ayının sonlarına doğru İngiltere’den subaylardan birine yollanan kartpostalla beraber başlar. Bu subayların büyük çoğunluğu Kut El-Emare’de 11 binin üzerinde asker ve subayıyla Enver paşanın büyük amcası olup “Kut Ül Emare Kahramanı” olarak anılan Halil Kut paşaya 29 Nisan 1916 tarihinde teslim olan Townsend’in esir edilen askerleridir.
Bu basit görünen kartpostal tüm kampa bir yıl sürecek bir tartışma konusu sağlayacak ve süreç içerisinde iki esirin Türkiye’den çıkmasını sağlayacak olan “açıl susam açıl” kartıdır artık. Kartpostalı yollayan kişi esirlere boş vakitlerini geçirmek üzere bir faaliyet önerisi yapmıştır , “Ruh çağırma". Kartpostaldaki öneriyi ciddiye alan bir grup subay bir “ Ruh Çağırma Grubu” kurar. Hiçbirisi bu konu hakkında bir şey bilmemektedir ama kartpostalda açık ve net bir şekilde talimatlar yazılıdır. Öncelikle bir Ouija tahtası yapılır karton parçalarından. Bir süre başarısız ruh çağırma seanslarıyla geçer. Herkes bıkmış, ilgi kaybolmaya yüz tutmuştur. Ancak, arkadaşlarına şaka yapmak isteyen Teğmen Elias (yazar) gene bir seans sırasında kartları kendisi hareket ettirir ve arkadaşlarını gerçekten ruh geldiğine inandırır. Önceleri arkadaşlarını kandırdığı için kendine kızsa da, sonradan aslında kampın Türk idareci ve çalışanlarını da kandırabileceğini düşünüp oyununu oynamaya devam eder. Önce kampta görev yapan Yahudi asıllı Moiz adlı tercümana inandırır ruhlarla konuşabildiğini. Kendisi bir yerlere paslı bir tabanca gömüp, bunun “ruh aracılığıyla” Moiz tarafından bulunmasını sağlar. Tercüman oltaya takılmıştır.
“ Ama içimdeki şeytan beni dürttü " Yapma, hiçbir şey söyleme, bunlar sadece şakaydı. Söylemek istersen her an söyleyebilirsin ama bu gün dışarısı çok soğuk ve başın ağrıyor. Yataktan çıkma !"
" Ama şaka değildi. Ciddi olarak deniyorduk," dedim kendi kendime " İşte bu nedenle çok acımasız bir kandırmaca bu." ve yataktan çıktım.
" Olduğun yerde kal, sana söylüyorum" dedi içimdeki şeytan " Çok güzel zaman geçirmelerini sağladın ve bu devam edebilir" . Yeniden yatağa girdim. Evet, çok güzel bir gece geçirmiştik- bunu Doktor da söyledi. Konuyu biraz daha düşünmeliyim.(…) (Tabii kitapta geçen bu konuşma ya da diğer konuşmalar konuşulanların tamı tamına aynısı değil. Böyle bir konuşmayı tıpatıp ertesi gün bile anlatmak zor, iki yıl sonra ise daha da zor. Bu konuşmalar olan bitenin benim tarafımdan “canlandırılmış” gerçek aktarımları. Kitapta olduğu söylenen her olay ise gerçekten olmuştur)”
Bu satırların yazarının “küçük bir kandırmaca” olarak başladığı şey gittikçe gelişmiş ve artık esirler arasında kendisinin gerçekten medyum olduğuna inanılmaya başlanmıştır. Tabii olan bitenden kısa süre sonra esirlerden sorumlu askerlerin de haberi olmuştur. Ancak bu yalanda yalnız olmadığı için itiraf etmesi durumunda, kendisi ile işbirliği içerisinde olan diğerlerini de açıklamak zorunda kalacaktır. Zaten açıklamayı da pek istememektedir. Esirin kaçma girişimi planları ise bu olaylardan sonra iyice şekillenmeye başlayacaktır. Beklide özgürlüğe açılan bir kapı olacaktı bu durum.
Seansları ise ana koridorda yapmaya başlarlar.
“Ana koridorda Worchester Yeomanry birliğinden beş subay birlikte, yan yana yatıyorlardı. Burası onların yatak odasıydı.”
Bu subayların neden sadece 5 kişi ve hep beraber, yan yana yattıkları ise incelemeye değer.
Bu durum kendilerine “Süvariler Kulübü” denilen bu şahısların başka bir yere taşınmasına kadar sürer. İki bina arasında koridor olan burası gizlilik için uygundur ve birçok faaliyet için ise en uygun yerdir de. Yine bu koridorda “The Fair Maid of Yozgat” adıyla yazılan pantomim gösterileri yapılacak ve Türklerin bu “ onurlu misafirleri” kendilerini esir edenlere olan duygularını gece yarısından sonra ifade edeceklerdir.

“ Tabii ki bunu Türk gardiyanlarının önünde yapmaya cesaret edemezdi kimse. Bu koridor esirlerin kendi yaptıkları müzik aletleriyle pratik yaptıkları, Avustralya denizaltısı AE2 komutanının " Little, Stoker & Co." şirketi adıyla içki damıtmaya çalıştıkları koridordur ve burası “Ruh” un yaşadığı yerdir. “ diyor yazar.
Belki de özgürlüğe açılan bir kapı olacaktı bu durum. Ve devam ediyor yazar:
“ Olan biteni Kamp Komutanı Binbaşı Kazım Bey de duymuş olmalı ki bir gün beni yanına çağırdı.
Komutan odasına vardığımda Kazım Bey kibarca ve ciddiyetle selamımı aldı, beni selamladı. Öncelikle aramızda geçecek konuşmaların hiç kimse tarafından bilinmemesi gerektiğini ifade etmişti ki neler söyleyeceğini bildiğimi belirttim.
- O zaman söyleyeyim, ölmüş bir Yozgat Ermeni’sinin definesini bulmamı isteyeceksiniz. Bunu Ruh’ların yardımıyla yapmamı isteyeceksiniz ve bana bir ödül vermeye hazırsınız.

- Komutan şaşırmış görünerek sandalyesinde geriye yaslandı, gözlerini bana dikti.
- Doğru mu söyledim Komutan?
Kafasını eğdi ve tek kelime etmedi. O kalemiyle oynarken ve ben de ilgisiz görünmeye çalışıp ve hafiften gülümserken sessizce bir süre durduk. Bu durumda gülümsemek ne demek, yüreğim sevinçten küt küt atıyordu.

- Korkarım ki, esirlerimden birisiyle bir anlaşma yaptığım Savaş bakanlığı tarafından duyulursa benim için iyi olmaz.”

Bir bu durum çeşitli gelişmelerle devam ederken, beklenmeyen bir şey olur. Kendisinin de medyum olduğunu iddia eden ve Afyona yollanacak olan esirlerden birisi söylenenleri yalan çıkararak Kazım beyin planı uygulamaktan vaz geçmesine neden olur. Artık yapılacak tek şey gerçekten deli numarası yapmak, esir değişiminden yararlanarak esaretten kurtulmaktır. Ancak “Ruh”un yardımıyla yeniden Kazım bey’in güvenini kazanır. Ruh yapılacak her şeyi tek tek anlatır Kazım bey’e: esirlerin Doktora sevk edilmesini isteyecek ve aynen şunları söylemesi istenir:

" Esirlerden iki tanesi konusunda endişeliyim. Profesyonel düşüncelerinizi alarak ona göre hareket etmek istiyorum. Bu esirlerin akıl sağlığı olduğunu düşünüyorum. İngiliz doktor bu ikisinin hastalığını saklamak amacında. Jones ve Hill ile bazı esirler uzun süredir ruh çağırma ve telepati işleriyle uğraşıyor. Zaten bu nedenle hücre cezası aldılar ve dışarıdan esirlerle konuşmaları yasaklandı. Hücre cezası sırasında neler yaptıklarına dair tercüman Moiz ve Aşçı ile konuşmanızı salık veririm. Akıl hastalığı var ise kötü bir şeyler yapacaklarından çekindiğim için İstanbul’a yollanmalarını ve orada tedavi olmalarını ya da onlar için ne gerekliyse yapılmasını tavsiye ediyorum.
İşte Yozgat’ta görevli Doktorlar Yüzbaşı Osman ve Yüzbaşı Suphi Beye 13 Nisan 1918 sabahı hapishanenin resmi ağızları tarafından bunlar söylenir. Fiziksel durumları da buna güzel örnektir; günlerdir yıkanmamış tıraş olmamış ve sadece kuru ekmek yiyerek kilo vermişlerdir. Nabızlarını düşürmek içinse çok miktarda "phenacetin" ilacı almaktadırlar. Odaları ise karmakarışık, her taraf pislik içindedir. Esirleri bu ortamda ziyaret eden doktorlara esirler İngiltere’den nefret ettiklerini, İngilizlerin kendilerini öldürmek istediklerini söylerler. İngiltere’yi bölmek için bir planları vardır!
Ve her iki esirin İstanbul'da tedavi edilmelerine dair tavsiye mektubu her iki doktor tarafından imzalanır…
Komutan kazım beyin İstanbul’a yazdığı raporlara doktor raporları da eklenir ve 15 Nisanda İstanbul’a telgraf çekilir. 16 Nisanda Yozgat kamp komutanına İstanbul’dan bir telgraf gelir.

"Sayı 887. 15th Nisan. Acildir. Çok Önemli. 77 Numaralı telgrafınıza cevaptır. Teklif ettiğiniz üzere iki İngiliz subayının gözlem altında tutulmak üzere haydar paşa hastanesine gönderilmesine. Konu ile ilgili Çankırı Komutanı ile bağlantı kurunuz.-KEMAL."

Şöyle devam etmiş yazar “ 8 Mayıs sabah saat 10 sıralarında İstanbul'a giriyorduk. Dünya kaynayan bir kazan gibiydi. Rusya sonsuza kadar kırılmıştı. Türkiye'nin sonu belliydi. İngiltere, Almanya, Avusturya, Romanya, Sırbistan, İtalya, Fransa çok kan kaybetmişti ve bu aşamadan sonra evvelki güçlerine asla bir daha erişemezlerdi. Güç ve Gurur günleri geride kalmıştı.(…). Böyle şeyler daha evvelde olmuştu; Çin medeniyeti, Meksika medeniyetleri, Hint ve Asurlular, Persler, Mısır, Yunanlılar ve Romalılar da böyle çökmemiş miydi? Şimdi ise sıra Avrupa’ya gelmişti. Yerküre tarihinde bir başka gün kararmaktaydı. Ama küllerden yepyeni bir dönem doğacaktı. Medeniyetler, bilim ve bilginin ışığı küllerden canlandırılmalıydı (…) Ama bu ateşi kim canlandıracaktı?
İstasyondan bize yarım mil kadar uzakta tepedeki Haydarpaşa hastanesine yürüdük. Son on gündür düzenli olarak phenacetin ilacı alıyorduk ve yemek yemediğimizden dolayı iyice yorulmuş olan bedenlerimiz yarı yolda koyuverdi ve dinlenmek zorunda kaldık.(..) Uyandıktan sonra, gece karanlığında formaliteler halledildi.
Hastabakıcının bizi götürdüğü odada on yatak vardı. Beş bir yanda beş diğer yanda. Beni kapının yanındaki 10 numaralı yatağa yatırdılar. Yanımda 9 numaralı yatakta bir Türk subay yatmaktaydı. 8 numaralı yatağı da Hill’e verdiler. Koridor kapkaranlıktı. Sabaha kadar uyumamamız gerekiyordu çünkü Doktor O’farrel, gözlerimizde deli bakışı olması için yapılacak en iyi şey uykusuz kalmaktı. Hastaneye gelir gelmez doktorların bizi göreceğini düşünmüştük ve bu nedenle bir önceki gece de uyumamıştık. Yataklarımız rahattı (daha haşere mevsimi gelmemişti” . Sabaha kadar arada bir dalıp hemen uyanarak böylece bekledik.
Haydarpaşa’da Türk doktorların genel anlamda insancıl ve eğitimli beyler olduğunu burada belirtmeliyim. (…)Sabah olduğunda ise Hill gene elindeki incili okuyup her dinden dualar etmeye ve namaz kılmaya başladı. Uykusuzluktan ölüyorduk. Koridorun yavaş yavaş aydınlığa dönüşmesiyle birinin beni sarstığını hissettim:
Hastabakıcı " Çorba, Çorba! "diye sesleniyordu. İçinde birkaç mercimek yüzen bir çorbaydı bu.
Saat yediydi ve ben son iki saattir uykuya dalmışım. Aramızdaki subay uyuyordu. Yedi numarada a yatan yakışıklı bir genç subay büyük bir dikkatle Hill’in ne yaptığına bakıyordu. Daha sonra bu adamı daha da iyi tanıyacaktım. Bu subay bir Kürt beyinin oğlu ve yiğit bir savaşçı olan Süleyman Sırrı idi. Aklı tamamen yerindeydi ama bacaklarını onun bir sinir kliniğine yatırılmasını haklı çıkaracak bir sinir hastalığı nedeniyle kullanamıyordu ve belki de sonunda bir akıl hastanesine görülecekti. Bu subay zamanının çoğunu bizi gözleyerek geçirirdi ve diğer hastabakıcıların tamamından daha tehlikeliydi. Çünkü çok mantıklı ve keskin bir zekâsı vardı, yani her sporcu gibi o da her detayı görebiliyordu. Süleyman Sırrı her gördüğünü doktorlara anlatırdı. Bir Türk subayı olarak yaptığını görevi olduğunun farkındayız ve söylediklerinde ne bir fazla ne bir eksik vardı. Aslen bizim için hastanede yaptığı küçük iyiliklere minnettarız; örneğin diğer hastaların bizlere de kardeş subaylara davrandıkları gibi davranmaları konusunda ısrarcıydı. Süleyman Sırrı Diyarbakırlıydı. “Batı” kültürüyle hiç alış veriş yapmamıştı ama doğal olarak bir centilmendi. Kibar, cesaretli ve müthiş vatanseverdi; herhangi bir ülkenin evladı sayabileceği yapıda bir adamdı ve eğer Türkiye’de onun gibileri çoksa, bu ülkenin geleceği umut vaat ediyordu.(…).

“....Beni ilk muayene eden doktorlar üzerinde deliliğime dair umduğum etki oluşmuştu. Daha sonra tıp literatürüne mi baktıklarını yoksa ki büyük ihtimalle böyleydi, onun adını zaten biliyorlar mıydı bunu bilemem. Ama birkaç gün sonra Başhekim mazhar Osman Bey bana " Glasgow'dan Doktor M…” hakkında sorular sorup, arkadaşımı tanıdıklarını gösterdiler; bu durumda olabildiğince kurnaz bir tavır takınarak bu ismi daha evvel duymadığımı söyledim. Başhekim kendi kendine gülümsedi ve gitti. )

Tıp Heyetini Kandırmak
Daha sonra doktorlar revirden çıktılar.
Bir saat kadar sonra bir hastabakıcının anonsu duyuldu “ Doktor Bey geldi”. Hill dışında revirdeki tüm hastalar saygıyla silkindiler. Mazhar Osman Bey olmak üzere bir grup doktor içeri girdi. Hemen arkasından İhsan ve Talha ve arkalarında öğrenciler ve hastabakıcılardan oluşan bir grup. Öğrenciler bu büyük Doktorun kullanabileceği bir takım aletleri tepsilerle taşıyorlardı.
Mazhar Osman tıknaz, iyi giyimli, sağlam ve 40 yaşlarında bir adamdı. Yüzü neşeli ve en önemlisi zekâ fışkırıyordu. Almanca ve Fransızcayı Türkçeyi konuştuğu kadar rahat konuşuyordu ve her yönüyle çok iyi eğitimli ve başarılı bir insandı. Kendi alanında, Doğu Avrupa’daki en iyi akıl hastalıkları uzmanı olarak biliniyordu. Daha sonra da keşfettiğimiz gibi, Berlin’de, Paris’te ve Viyana’da eğitim görmüş ve bu konuda birkaç kitap yazmıştı. Bu kitapların bir kısmı Almancaya tercüme edilmişti ve temel kitap olarak kabul ediliyordu. [Daha sonra onun favori hastası olduğumda kendi yazdığı “İspritizma Aleyhinde” adlı bir kitabını imzalamış ve hediye etmişti. Anlayabildiğim kadarıyla (çok teknik dilde yazılmıştı), ruh çağıranların olması gereken yerin özel akıl hastaneleri olduğunu ve otomatik yazma, masaya parmaklarıyla vurma, gibi fenomenlere vs. gibi “bilinçsizce” olduğu söylenen reaksiyonların ruhlarla konuşma yaptığını söyleyenler yanı sıra sinir buhranı hastalarında da görülen Akıl hastalığında Genel Felç (G.P.I) olduğunu ispat etmeye çalışıyordu. Yazdığı kitaba karşı İspritizma bakış açısını anlatan bir kitap yazmam için meydan okudu. (umarım bu kitap o işlevi görür). Tabii sıradan bir insanın onun profesyonel becerilerini değerlendirmesi düşünülemez, ancak Hill ve ben şunu söyleyebiliriz: İstanbul’da kaldığımız süre içerisinde Türk, Alman, Avusturyalı, Hollandalı, Yunan, Ermeni ve İngiliz iki düzine kadar doktor bizi muayene etti. Akla gelebilecek fer türlü test, tuzak, sorgulamada geçirildik. Şüphesiz, onların birçoğu, “tıbbi tarihçeyi” okumadıkları için şüpheleniyorlardı ama Mazhar Osman kadar bizi yakalanma korkusuna iten ya da olup bitenin tamamını bildiğini düşündüğümüz bir başka doktorla tanışmadık.
Kontrolünü yaparken sanki Hill’e bakmadı bile.
Daha sonra öğrendiğimize göre en meşhur oyunu hastaları birkaç gün kendi başlarına bırakmakmış- ama benim yatağımın yanına geldiğinde durdu ve sessizce birkaç dakika bana baktı. Sonra elini kalbimin üzerine koydu. Kalbim normaldi.
Sıkıntılı bir sesle " Sanırım sen de kap uzmanı olmalısın."
Moiz tercüme etti ve Mazhar Osman benim uzmanlar hakkında söylediklerimi biliyor olacak ki, gülmeye başladı ve neden böyle kızgın göründüğümü sordu. İhsan beyin bana deli dediğini ve beni burada arzum dışında tuttuğunu söyleyerek şikâyet ettim.
" İhsan Bey seni anlamaz, Türkçe konuşman lazım" diye yanıtladı Doktor.
" Konuşurum, bir ayda öğrenirim" (ve öğrendim!) " Dünyadaki tüm dilleri de öğreneceğim" Mazhar Osman Bey'in Türkçe öğrenmem için verdiği tavsiye o kadar etkileyiciydi ki “Türkçe lisanını anlatan 100” kitap talep edip bana bir tane kitap gelene kadar talebimi yineledim (parasını da ben verdim tabi). Hagopian tarafından yazılmış Konuşma Dili Kitabı, harika bir kitap. Çevrede bir sürü öğretmen vardı, yani hastanedeki tüm Türkler ve en önemlisi de her sorduğumda bana ders veren Doktorlar. Türkçeyi öğrenmekteki hızım Mazhar Osman Bey’i memnun etmişti. Şunu itiraf etmeliyim ki böylesine akıllı bir meşguliyet benim için çok önemliydi ve tek pişman olduğum şey, bir deli olarak, bu çok ilginç dili düzensiz ve aklıma estiğinde çalışıyordum. Gene de “ünlü” bir hasta olabilmek için yeterince dil öğrenmiştim. Temmuz ayında bir kısım tıp görevlisiyle bizi ziyarete gelen Hollanda elçiliğinden de beklemediğim ve aslen çok hoş “beyanatı” aldım. Bu beyanat Elçilik tarafından bir “rapor” halinde gönderilmiş ve Hindistan Bürosu vasıtasıyla aileme iletilmişti. :- " Haydar Paşa Hastanesi.- Bu hastanede Topçu Birliğinden (Gönüllü) teğmen Henry Elias Jones’u ziyaret ettik.10 Mayıs 1918 tarihinde Akıl hastalığı teşhisiyle Yozgat’tan havale edilmiş. Kendisi mutlu görünüyordu ve uzunca bir süre konuştuk. Kendisi bir Türk olmak ister ve İngilizlere güvenmiyor, ailesinden ya da İngiltere’den gelen hiçbir şeye el sürmüyor. Kendisine bir Türk üniforması verilmesini ve Türkiye’de yerleşmeyi istiyor. Akıllı birisi olduğundan çok kısa bir sürede ve çok güzel bir aksanla Türkçe konuşmayı öğrendi. İlk esir değişiminde büyük ihtimalle memleketine yollanacaktır"
Mazhar Osman yeniden gülümsedi ve gittikçe büyüyen öğrenci kalabalığına dönerek Türkçe bir şeyler söyledi. Sonra reflekslerimi kontrol edip, asistanlarına talimat verdi ve reviri terk etti.
Kısa süre sonra bu talimatın ne olduğunu öğrendim. İhsan ve Talha gelip kan örneği ve omurga suyu örneği alacaklarını söylediler. Bu tahlilleri yapmamalarını umuyordum çünkü frengi hastalığım olmadığını kesin olarak tespit edeceklerdi. Yalanımın ortaya çıkmasının ilk adımı olabilirdi bu.
Ama doktorlar hiçbir şeyi şansa bırakmıyorlardı. Frengi hastalığı geçirdiğimden emindiler, bunu ispat etmeleri gerekiyordu ve bunu kendileri söyledi. Eğer frengi hastalığı geçirdiğimi itiraf etmezsem, tahliller yapılmalıydı.
Böyle bir şeyi kabul etmek de çok tehlikeliydi çünkü bu kez, itirafa rağmen tahlilleri yapmak isteyebilirlerdi. Bu da benim yalancı olduğumu ispat edecekti. Benim amacım ise gerçeği öyle bir şekilde anlatmaktı ki onlar bunun bir yalan olduğunu düşünsün.
" Protesto ediyorum, ben hiç frengi geçirmedim."
" Kanın ve Omurga suyu kimin doğru olduğunu gösterecek," İhsan gülümsüyordu.
" İkisinde de bir problem yok" . Bu ana kadar doğruyu söylemiştim. Şimdi öyle bir yalan eklemeliydim ki onları şaşırtsın, kafaları karışsın " Her ikisini de İngiltere’de M…yaptı. Biliyorum. Ama çok eminsen, benimle bahse girer misin? "
" Kesinlikle" dedi Talha- herhalde biraz para kazanmak istiyordu!-" Kaç paraya bahse girelim? "
" Yüz bin pound diyelim," .
Talha rakamı yüz punda indirdi. Neşe içinde örnek alınmasına izin verdim. Onlar örnek alırken de nasıl paralarını alacağımı, M.. den de bu şekilde para kazandığımı anlatıp duruyordum.
(….)
Şüphesiz, bakteriyologun raporu her şeyin sağlıklı ve yerinde olduğunu gösterdi. Neşem yerine gelmiş gibi davranıyor, Ihsan ve Talha’yı kızdırmaya çalışıyor, her gün paramı istedim diye yaygarayı basıyor Enver paşayı görmek istediğimi söylüyordum. İhsan ve Talha ise kafa kaşıma konusunda birbirleriyle yarışmaktaydılar. İki insanı bu kadar ilgili bu kadar şaşkın olabileceğini daha evvel görmemiştim. Bu arada Hill'e dokunulmuyor, yalnız başına bırakılıyordu. Yine bu da sahtekârlığın ortaya çıkarılabilmesi için bana yapıla uygulamalara benzer bir uygulamaydı. Hill, kimsenin kendisine yanaşmamasına rağmen, 24 saat sürekli olarak gözlem altında tutulduğunu çok iyi biliyordu.
Hastaneye yatırılışımızdan beş gün sonra, 13 Mayıs tarihinde bizimle ilgili bir Kurul toplandı. Yine ilk sefere benzer şekilde beni muayene ettiler ve özellikle kendimi asma girişimi hakkında epey yoğunlaştılar. Ben de böyle bir şey olduğunu inkâr etmeye devam ettim tabii. Keza, Hill hakkında da bana sorular soruyorlardı. Çantalarımızın içinde ( onların bulması için bilerek koyduğumuz) 1 Haziran 1916 tarihli Hilal gazetesinden kestiğimiz kupürü bulmuşlardı. Gazete kupüründe şöyle diyordu:
" Un aviateur Anglais a Damas.
Le journal 'El Chark' de Damas ecrit : L'aviateur Australien Hol faisant son service dans l'armee anglais, a pris son vol de Kantara pres du Canal, et a survole le desert pour faire des reconnaissances. Une panne survenue en cours de route l'obligea a atterir.
Quelques habitants du desert ont accouru sur les lieux pour le capturer, mais il opposa une resistance acharnee qui a dure six heures. Finalement il a du se rendre. Cet aviateur a ete amene a Damas."

Mazhar Osman Beyin beni Hill'in kaçışı ile ilgili sorgulamasından, gazete kupürünü bulduklarını ve ilgilerini çektiğini anladım. Bizim istediğimizde zaten buydu. Bu konuda tek bildiğim şey ise Arapların Hill’in kafasına vurduğu ve bayıldığıydı. (Ki bu doğru değildi, çünkü Araplar Hill’e hiç zarar vermemişlerdi ama Doktor O’Farrel kafadaki bir yarığın Hill'in “ Tıbbi geçmişi” konusunda artı puan olacağını söylemişti. Hill'in kafasındaki yarığın Doktorları bir şekilde etkilediğini söylemek gerek çünkü bir süre kendi aralarında fısıldaştılar).
Daha sonra Mazhar Osman Bey Hill için ne düşündüğümü sordu- sanırım onun deli olduğunu söylememi ummuştu. Ben ise Hill'in benim mühendisim olduğunu ve benim için aynı anda 10 bin adam taşıyacak bir uçak üzerinde çalıştığını, bu uçaklardan 3000 tane yapıp 30 milyon adamla İngiltere’yi işgal edeceğimi vs. zırvalar anlattım. Lafımı kesip gitmemi söylediler ama ben Enver paşayı görmek istediğimi tekrarlayıp kan testlerinin benim akıllı olduğumu ortaya koyduğu nedeniyle ve sair nedenlerle Türk subayı yapılmam gerektiğini söylemeden gitmedim.
Daha sonra Hill çağrıldı ve muayenenin şu şekilde devam ettiğini anlatır:
" Jones odadan çıktıktan sonra beni içeri aldılar. Oda küçüktü ve içerisi doktordan geçilmiyordu. Başhekim Mazhar beyin önünde bir tabureye oturmam istendi. Mazhar bey benimle yanımda oturan tercüman aracılığıyla konuşuyordu.
Çok gergindim çünkü ilk beş günde sinirlerim yıpranmıştı, ama bu kadar yabancı arasında korkmuş biri gibi davrandım. Durmadan incili karıştırıyor, bakıp kapatıyordum. Sonra aşağıda anlattıklarıma benzer bir konuşma başladı:

DOKTOR. " Durmadan okuduğun o kitap ne? "
HILL. " İncil."
DOKTOR. " Niye bu kadar çok okuyorsun? "
HILL. " Bu günahkâr dünyada tek umut o. Sen okumaz mısın İncili? "
DOKTOR. " Bu dünyaya nasıl günahkâr dersin, sen bir papaz mısın? "
HILL. " Hayır."
DOKTOR. " Dini inancın ne?"
HILL. " Tüm dinlere inanırım. Allah birdir."
DOKTOR." Akrabalarının arasında akıl sağlığı sorunu olanlar var mıydı? "
HILL. " Hayır." (Moiz’e dönerek) " Niye bana bunu soruyor? "
MOIZ. " Senin iyiliğin için."
DOKTOR. " Ne gibi hastalıklar geçirdin? "
HILL. " Tifo geçirdim."
DOKTOR. " Başka bir şey? "
HILL. " Gençken havale nöbetleri geçirirmişim. Ailem öyle söylerdi ama bence havale değildi. " (Tabii ki bu da O’Farrel’in öğrettiği yalanlardan birisiydi.)
DOKTOR. " Nasıl bir şeymiş bu? "
HILL. " Aniden yere düşerdim. Gerisini de hatırlamıyorum."
DOKTOR. " Niye kendini asmak istedin? "
HILL. " Öyle bir şey yok! "
DOKTOR. " Ama Moiz görmüş seni!"
HILL. " Hayır, yapmadım! "
DOKTOR. " Bu makine çizimini Jones için yapmışsın? "
[devasa bir makineyi betimleyen bu çizimi Doktorların bulması için çantama kendim koymuştum. Makinenin işlevi tepeleri düzleştirmek, körfezleri doldurmak ve tüm adaları kökünden sökerek denizi seyahat için dümdüz hale getirmekte kullanılacaktı! Makine için enerji ihtiyacını ise Mısırdan sökülen Büyük Piramitten alacaktı. Piramit 500 ayak uzunluğunda bir platforma oturtulacak, platform dalgaların hareketiyle oynayınca enerji sağlanıp dev gibi bir bıçakla adaları, burunları vs. kesecekti. Makinenin bir diğer görevi ise Britanya adalarını doğramaktı. Daha sonra adaları ters yüz edip yeni Britanya’da güzel bir hayat kuracaktık.]
HILL. " Evet, ama çok anlamsız bir çizim o, garip bir şey"
DOKTOR. " Peki, neden çizdin? "
HILL. " Çünkü Jones çizmemi istedi."
DOKTOR. " Jones’un dediklerini niye yapıyorsun ki? "
HILL. " Ahlaksız adamın biridir ve ben onu imana çağırıyorum. İstediklerini yaparsam imana geleceğine söz verdi"
(…)
DOKTOR. " Jones’u savaş öncesi tanır mıydın, ne iş yapardı? "
HILL. " Tanımazdım. Sanırım Burmada Hakim’di"
DOKTOR. " Buranın neresi olduğunu biliyor musun? "
HILL. " Sanırım burası bir hastane."
DOKTOR. " Pek bu insanlar kimler biliyor musun? "
HILL. " Sanırım hepsi doktor."
DOKTOR. " Hastalığının ne olduğunu biliyor musun? "
HILL. "Hastalığım yok benim. Bir problemim yok." (Doktorlar kendi aralarında bir şeyler mırıldandılar.)
DOKTOR. " Neden intihar etmek istedin ?"
HILL. " Öyle bir şey yok! "
DOKTOR. " Ama Moiz seni görmüş."
HILL. " Yapmadım. Ahlaksızlık bu."
DOKTOR. " Yalan söylemek de ahlaksızlıktır."
HILL (utanmış görünerek). " Evet."
DOKTOR. " İntihar etmeye çalışmak aptallıktır ama bazen insanlar artık daha fazla yaşamak istemediklerini düşünebiliyorlar. "
(Hill, sinirli bir şekilde kıpırdanıyor ve çok utanmış görünüyordu, başını salladı) " kendini asmaya çalıştın, öyle değil mi? Dindar bir insan olduğunu biliyorum ve bana doğruyu söyleyeceğinden eminim. "
HILL " Evet."
DOKTOR. " Neden? "
HILL (ağlıyordu). " Jones kendini öldürecekti, ben de Jones’tan ayrılmak istemedim. "
MOIZ. " Doktor sana teşekkür ediyor. Hepsi bu. "
............................
Temmuz ayına kadar altı hafta boyunca kendimizi oyunumuza verdik. Bu aşamada başarımızın nedenleri konusunda kuruntulu değildik. Kuşkusuz, iyi rol oynamıştık ama tek başına bunun da yeterli olmadığının farkındaydık. Doktorların verdikleri karar ellerinde bulunan “ Tıbbi geçmiş” dosyalarımıza dayanarak verilmişti. (…) Bu öykümüzle Mazhar Osman beyin gerçekten hak ettiği şanına leke sürmek amacında değiliz. Böyle bir şey algılanması bizleri gerçekten üzerdi ve kesinlikle bizlere onun ve Haydarpaşa Hastanesinin diğer personelinin gösterdiği centilmence ilgi ve şefkate verilecek bir karşılık değildir. Bizler onlar için düşman değildik ve Türk Subaylarına nasıl davrandılarsa bizlere de öyle davrandılar.

Başarımızı Doktor O’farrelin öğrettiklerini, Ruh aracılığıyla oynama yeteneğimize bağlı olduğunu ifade etmeliyim.
Osman beyin elindeki dosyada şunlar vardı:
1.-Yozgat kampından Binbaşı Osman ve Yüzbaşı Suphi Fahri raporu.
2.- Yozgat kamp komutanı Kazım Bey tarafından yollanmış (Ruh tarafından dikte edilmiş) telgraflar ve raporlar. Bu raporda son iki yıldır davranışlarımızın diğer esirler tarafından “eksantrik” olarak görüldüğü ve hastalığımızın esaret süresince gittikçe kötüleştiği.
3.-Ruh çağırma ve telepati çalışmalarımıza dair raporlar
4.-Mardin de kendimizi asma girişimimiz. Ki bu gerçek kasaba hâkimi, muhafızlar ve Moiz tarafından da teyit edilmiş ancak tarafımdan ret edilmiş, Hill ise kısmen kabul etmişti.
5.- Sivilce Moiz’in hakkımızda tuttuğu günlük. Doktorlara sunulmak üzere Kazım bey tarafından emredilmişti ama aslında Ruh tarafından yönlendirilen rollerimizin kaydıydı.
6.-Sivilceye sorulan sorulara verdiği cevaplar. Doktor O’farrelin yönlendirmesiyle, ne gibi sorular sorulabileceği ve cevapları daha evvel Sivilceye iyice ezberletilmişti.
7.-Osmanlı Sultanına, Enver paşaya yazdığımız zırva mektuplar, Ada sökücü makine ve dev uçak projeleri çizimleri ve bizlerin deli olduğunu işarete eden sair belgeler çantalarımızda (saklanmış) bulunmuştu.

Tüm bu kanıtlar aslında bizlerin deli olduğunu ispat etme gibi bir derdi olmayan Türk yetkilileri tarafından oluşturulmuştu. Mazhar Osman Bey’e Yozgat’taki İngiliz Doktor O’farrel’in bizim İstanbula getirilmemize karşı çıktığı ve aslında hafif nevrasteni dışında bir rahatsızlığımız olmadığını düşündüğü söylenmişti. Bu durum tabii bizler ve kendi memleketimizden bir doktor ile aramızda herhangi bir dayanışma olmadığının kanıtıydı. Kendimizi asma girişimlerini ret etmemiz doktorları kesinlikle etkilemişti. Benim, daha evvel M.. tarafından akıl hastanesinde bir süre tutulduğumu istemeden itiraf etmem ve ama sonra da bunu inkâr etmem de etkili olmuştu.
Mazhar Osman Bey’in gördüğü kadarıyla ve dosyalardan anlaşıldığı üzere Türk yetkililer bizlerin deli olduğunu ispat etmeye çalışırken bizler de deli olmadığımızı ispat etmeye çabalıyorduk. Doktor Mazhar Osman bey’in Sivilce ve Yozgat Türk yetkililerinin verdiği beyanatların doğru olmadığını düşünmesi için herhangi bir geçerli neden yoktu.(…)
Türklerin sunduğu kanıtlar ve ilk muayenede aldığı cevapların Mazhar Osman beyin bizim hakkımızda deli olduğumuza dair öngörüsünün haklı nedenleri olup olamayacağına sadece bir tıp adamı karar verebilir. O zaman ve şimdi de inancımıza göre, Doktor OFarrelin bize öğrettiklerini yaparsak, bize kurulan tuzaklara düşmezsek, bizlerin sahtekâr olduğunu dünyada hiçbir doktor tespit edemezdi. Diğer taraftan şanslıydık, çünkü Mazhar Osman o kadar meşgul bir insandı ki bizi gözleyecek hiç mi hiç vakti yoktu. (…) sabah seanslarında kısa bir süre dışında bizi göremezdi. Tüm diğer işlemler kıdemsiz doktorlar tarafından yürütülüyordu. Aksi olsaydı, sanırım kesinlikle “yakalanırdık” ve Mazhar Osman bize deli dediyse, kıdemsiz doktorlar bu yargının üzerinden hareket ediyorlardı. Sanırım bu inanış onların hüküm verme ve gözlem güçlerini etkilemişti. Görevimiz değişimle bizi götürecek olan gemi gelene kadar ”role devam” etmekti. Gece gündüz gözlem altındaydık. Her ikimiz için de zor zamanlardı bunlar. Tek bir hata yalanımızı ortaya çıkarabilirdi. Kıdemsiz doktorlar bizlere (şüphesiz Mazhar Osman Bey’in talimatıyla) çeşitli tuzaklar kuruyor, çeşitli şekillerde bizi deniyorlar ve sonuçları da rapor ediyorlardı. (….)
Ama biz deli ve maceracılar, delilik maskesi altında vakarlı ve neşeli vakit geçiren insanlar savaş bitmeden bir gün İngiltere’ye döneceğimizi ve kullanabileceğimizi düşünerek politik ve askeri bilgiler toplamaya devam ediyorduk. Bu ve Türk karakteri hakkında tespitlerimiz ise başlı başına ayrı bir öykü.

(…) Salıverildikten sonra öğrendik ki Yozgat kampından “Büyük Firar” 7 Ağustos 1918 tarihinde gerçekleşmiş. (Cochrane, Sweet (öldü), Stoker, Matthews, vs). Bazıları sonradan yakalandı. Ayrıca, bizim ayrıldığımız Nisan ayından beri Yozgat kampında 12 esir ölmüş. Bunlarsın arasında ise sonsuza kadar unutmayacağımız ve bize çok yardımcı olan Britanya Deniz Kuvvetlerinden Teğmen E. J. Price da vardı; o sonsuzluk problemini çözmüştü artık.
Kazım bey firar sonrası tüm ayrıcalıkları hemen kaldırmış ve sıkıyönetime gitmiş. Ankara’dan bir inceleme heyeti firar nedeniyle kampa gelmiş. İnceleme heyeti ile kamp sakinleri arsında iletişimi ise tercüman görevini üstlenen Fransız Yüzbaşı Shakeshaft gerçekleştirmiş. Kamp sakinleri Kazım beyi suçlamak için ellerinden geleni yapmışlar; sahtekârlık, para ve paketlerin çalınması, kötü davranış gibi şikâyetler iletmişler. Bu suçlamalar ciddi suçlamalar ancak kazım bey de şark kurnazı bir inandı ve olayları örtbas etmeyi çok iyi biliyordu. Daha sonra Kazımın ben ve Hill ile yaptığı anlaşma ortaya çıkmış; define avında çekilen fotoğrafın negatifi bunu ispat etmeye yetmiş. Bu durumda, ruh çağırma seansları yetkililere anlatılmış ve Kazım bey divanı harbe verilip tutuklanmış Böylece de kamp sakinleri ayrıcalıklarını ellerinden alan kazım beyden öç almış oluyorlardı. Tabi bunun üzerine yetkililer Haydarpaşa hastanesine yazı yazıp durumumuz hakkında bilgi istemişler. Hala yetkilileri durumumuza inandırıyor olmamızı ise o aşamada doktorların bizlere kesinlikle deli gözüyle baktıklarına yoruyorum. Birçok ünlü doktordan oluşturulmuş tıp heyeti hakkımızda kararını vermiş durumdaydı ve bunu değiştirmeye niyetleri yoktu.(…)
Hill 10 Ekim tarihinde İzmir’de bekleyen hastane gemisine binmek üzere yola çıktı. Ben ise- İngilizlerin olduğu gemiye binmem – diyerek ilk gemiyi kaçırdım ama birkaç gün sonra ikinci gemiyi yakaladım. Daha sonra onunla Şam’da otelde buluştuk. Bu arada da Mütareke imzalandı. “Sağlıklı” esirlerden belki de sadece on beş gün önce Britanya topraklarına vardık. ".
Savaş sonrası İngiliz hükümeti birçok kamp komutanını mahkemeye verecektir ama aralarında Kazım Bey yoktur. Konuyla ilgili birçok esirin yazıları gazetelerde yayınlandı. Bunların arasında Yüzbaşı Forbes’un Glasgow Sunday Post gazetesinde çıkan yazıda Kazım beye yardım eden Ruh’un Fatih Sultan Mehmet’in ruhu, bizim asıl Ruh’un ise Napolyon’un ruhu olduğu yazıyor. Ve hayal gücü çok genişmiş!”
DOGAN SAHİN 2009

ANADOLU'DA MİSAFİR EDİLEN ESİRLER (Anadolu Ajansı Haberi)

--TÜRK İNSANANIN YÜZ YILLARDIR BİLENEN VE EN ÖNEMLİ
ÖZELLİKLERİ ARASINDA YER ALAN MİSAFİRPERVERLİK ÇANAKKALE
SAVAŞLARI'NDA DORUĞA ÇIKTI
-ÖZELLİKLE ÇANAKKALE KARA SAVAŞLARI SIRASINDA DENİZDE
YA DA KARADA TÜRK ASKERLERİ TARAFINDAN ESİR ALINAN BİNLERCE
İNGİLİZ, FRANSIZ, AVUSTRALYA VE YENİ ZELANDALI ASKERLER
MEMLEKETLERİNDEN BİNLERCE KİLOMETRE UZAKLIKTA EN KANLI SAVAŞ
ORTAMINDA BİLE TÜRK İNSANININ MİSAFİRPERVERLİĞİNİ TANIDI
-ESİRLERİN BİR KISMININ GEÇMİŞTEN GELEN MESLEKİ BECERİLERİ
KULLANILMIŞ, TOROS TÜNELLERİ ÇOK SAYIDA ESİR TARAFINDAN
KAZILMIŞ

(FOTOĞRAFLI)

ÇANAKKALE (A.A) - - Mehmet Bayer - Çanakkale Savaşları, 95 yıl sonra bile, Türk'ün cephedeki mertliği, vatan sevgisi, misafirperverliğinin konuşulması açısından da dünya savaş tarihindeki yerini aldı.
Türk askeri, vatanını, namusunu ve geleceğini korumak için Gelibolu Yarımadası'nda önüne çıkan düşmanına karşı bile beslediği duygu, düşünce ve davranışlarıyla hala dünyanın en önemli askerleri arasında bulunuyor.
Bu duygu ve düşünceler, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen sadece Türk değil, Avustralya kaynaklarında da yer aldı.
Türk insananın yüz yıllardır bilenen ve en önemli özellikleri arasında yer alan misafirperverlik Çanakkale Savaşları'nda doruğa çıktı. Özellikle Çanakkale Kara Savaşları sırasında denizde ya da karada Türk askerleri tarafından esir alınan binlerce İngiliz, Fransız, Avustralya ve Yeni Zelandalı askerler, memleketlerinden binlerce kilometre uzaklıkta en kanlı savaş ortamında dahi Türk insanının misafirperverliğini tanıdı.
Uzun yıllar, Avustralya'da savaş kaynaklar üzerinde çalışma yapan tarihçi ve yeminli mütercim Doğan Şahin, AA muhabirine yaptığı açıklamada, savaşların üzerinden geçen 95 yıla rağmen siper hatıratlarının tarihi kaynakça açısından önem taşıdığını vurguladı.
Şahin, Çanakkale Savaşları'nın sürdüğü dönemde düzenli olarak esir askerlerin Afyonkarahisar'daki esir kamplarına getirildiğini belirterek, ''1914 tarihinden itibaren Anadolu'da esirler tutulmaya başlanmış, ancak 1916 yılına kadar her rütbeden asker geçiş yolundaki Afyonkarahisar'a getirilirken, 1916'dan itibaren burada çoğunlukla subaylar tutulup er ve erbaşlar ülkenin çeşitli noktalarında çalışmaya götürülmüşlerdir'' dedi.
Savaş sırasında her türlü davranışın bazı kesimlerce ''mübah'' kabul edildiği, her iki taraftan da esirlere kötü davranıldığına dair anıların ve raporların mevcut olduğunu dile getiren Şahin, ancak resmi raporlara girilmediği sürece bunların birer iddia olmaktan öteye gidemeyeceğini bildirdi.
Şahin, Türk halkının esirlere birer asker değil, misafir muamelesi yaptığını, ''savaşmıyorsan misafirsin'' anlayışıyla esir askerlere yaklaştığına işaret ederek, ''Kötü davranan çok az bir kısım asker ise tespit edilip, gerekli cezaları almışlardır'' diye konuştu.
Esirlerin bir kısmının geçmişten gelen mesleki becerilerinin kullanıldığını, Toros tünellerinin çok sayıda esir tarafından kazıldığını anlatan Şahin, Avustralya'ya ait AE-2 denizaltısından esir alınan makine dairesi astsubaylarından Peter Fawns'ın bu katkıyı yapanlar arasında yer aldığını aktardı.
Şahin, Fawns'ın önce Afyonkarahisar'a getirildiğini, mesleğinin öğrenilmesinin ardından Çankırı bölgesine sevk edilip, burada ekimi yapılan buğday toplanmasında kullanılan zirai makineleri tamir ettiğini belirtti.
Daha sonra, Belemedik tünellerinde çalışmaya yollanan Fawns'ın ateşçi mühendislik geçmişinden dolayı Alman inşaat şirketinin önemli elemanlarından birisi olduğunu söyleyen Şahin, yaptığı iş için kendisine maaş da bağlandığını dile getirdi.
Şahin, Fawns'ın 1918 yılının aralık ayı sonunda Londra'ya geri döndüğünü ve 1949 yılında 75 yaşında hayatını kaybettiğini kaydetti.

-BAZI ESİRLERİN ANILARI-

Yakalandıktan sonra İstanbul'a getirilen AE 2 denizaltısı mürettebatından Charles Suckling el yazısıyla günlüğüne şu bilgileri yazmış:
''Gemiden indikten sonra tek sıra halinde yürüyerek askeri barakalar olduğunu düşündüğüm bir yere getirildik. Yolda yürürken sanki İstanbul halkının hepsi bizleri görmek için yol kenarına dizilmişti.
Halktan herhangi bir düşmanlık gösterisi olmadı. Askeri barakalara geldiğimizde Türk bahriyeli elbisesi ve paltolar, terlik ve fesler dağıtıldı. Daha sonra üzerimizden alınan kıyafetler götürüldü ve içtima edilip fotoğraflarımız çekildi. Bir tercüman aracılığıyla bize hitap eden Türk komutan kendimizi birer esir değil, Türk devletinin onurlu misafirleri olarak kabul etmemizi söyledi. Ne istersek kendisine söyleyecektik ve o da elinden geleni yapacaktı. Türk komutanlar bizi sükunetle ve kibarca dinliyorlardı.''
Bir başka savaş esiri Teğmen John Pitt Cary'nin ise esaretle ilgili anıları şöyle:
''Diğer subaylarla aynı evi paylaştım. Afyonkarahisar'da kaldığım süre kara kalem çizimler ve yağlı boya tablolar yaptım. Bahçede bulduğum bir kaplumbağayı evcil hayvan gibi besledim ve bahis oyunları düzenleyip, onu yarıştırmaktan büyük keyif aldım.''
Astsubay Harry Abbot ise önce Afyonkarahisar'a daha sonra ise Belemedik tren yolu inşasına yollanmış. Burada mutemetlik görevi üstlenen Abbot, Londra'dan kendilerine yollanan paraları askerlere dağıtmakla yükümlü oldu. Abbot 1918 yılında salıverildi ve Mısır üzerinden Londra'ya geri döndü.
Bir başka esir S.T Bell, yazdığı kısa raporda denizaltının batışından sonra kendilerini vuran Sultanhisar torpido gemisine alındıklarını, buradan önce Çanak bölgesine götürülüp, yine aynı gemiyle İstanbul getirildiklerinden bahseder.
Kendilerine kuru elbiseler ve tütün verildiğini anlatan Bell, anılarında, ''Bizlere iyi davranıldı, ancak denizaltımızın hareketleri ve daha başka denizaltının olup olmadığını sorgularken bir kaçımıza sert davranıldı'' diye yazmış.
(BYR-
ANADOLU AJANSI HABERİ-DOGAN SAHİN 2010

1. DÜNYA SAVAŞINDA OSMANLININ ELİNDEKİ ESİRLER VE "ÜSERA GARNİZONLARI"

1. DÜNYA SAVAŞINDA OSMANLININ ELİNDEKİ ESİRLER

Antik dönemlerden beri birçok seyyah, araştırmacı, kâşif, maceracı, yazar, ressam ve tüccarın geçit yolu olan Toroslar bunlardan bazılarına yurt, bazılarına sonsuza kadar kalacağı bir mezar olmuş, diğerleri ise tecrübelerini eserlerine yansıtmışlardır.
Çukurova ile Anadolu bozkırları arasına bir bıçak gibi sokulan dağ silsilelerinden yol veren en ünlü geçit Toros Geçididir. İncil'de Lucas'ın metninde: ben Kilikya'nın Tarsus kentindenim” ( Elçiler Kitabı 21: 39) şeklinde kendini tanıtan Aziz Paul ve Dünyayı fethetmeye yola çıkan Makedonyalı Büyük İskender en ünlüleri olmakla, birçok insanın Anadolu bozkırlarına ulaşmak için geçtiği bu muhteşem ve bir o kadar vahşi doğa harikasının en ilgi çekici güzelliklere ve tarihi öneme sahip noktası, Toros dağ silsilesinin eteklerinde, Çakıt nehriyle iki parçaya ayrılmış olan Belemedik yaylasıdır.
Doğal güzelliklerinin yanı sıra Belemedik ve hemen komşu köy Hacıkırı 19. yüzyılın başlarına kadar durağan ve Anadolu’nun birçok insan için uzak bir noktasıdır, ta ki Osmanlı İmparatorluğu Alman’lara Bağdat demiryolu hattının inşasına izin verene kadar.
Bu kez farklı bir amaçla geliyorlardı.
1. Dünya savaşı başladığında, Mezopotamya bereketli topraklarına ulaşmak için günün teknolojisi adına en stratejik araç trenlerdi. Bağdat demiryolu inşaatı Dünya savaşının hemen öncesinde başlamıştı. Tren hattının inşası için dağlardan oldukça dik inen Antik güzergâh takip edilmemiş, dağların bu en dolambaçlı noktasında, Pozantı’nın güneyinden başlamak üzere, antik yolun 10 km doğusunda bir hat seçilmiştir. Görüntü kasvet ve hüzün’ü bir arada tutan ihtişamlı bir geçmişi anlatır günümüz ziyaretçilerine.
Böyle olunca dağları delip tüneller açılmak zorunda kalınmış ve insanın tüylerini diken diken eden vadi yamaçları ve yüzlerce metre derinlikte, güneşin bile ulaşamadığı uçurum kenarlarından bir yılan gibi kıvrılan demiryolu inşası başlamıştır.
1. Dünya savaşı sırasında Osmanlıya esir olmuş işgal askerlerinin günlüklerinde ve konuyla ilgili kitaplarda sık sık adı geçer Torosların kucağındaki bu küçük köyün.
19. yüzyıl başları ve 18.yy sonlarına doğru Anadolu’yu geçmek tam bir zulüm iken, günümüzde var olan tren hatları Avrupa’nın herhangi bir hattını artmayacak rahatlıkta ve güzelliktedir. Torosların bu parçasında birçok insanın bilmediği bir 1. dünya savaşı tecrübesi yatmaktadır ki “Toros Ekspresi” ile seyahat edilmeden insanoğlu üzerinde bıraktığı benzersiz iz anlaşılamaz.
“Toros Tünellerini” geçen birisi geçmişin büyüsüne kapıldığının farkına bile varmayacaktır.
BAĞDAT DEMİRYOLU ÖYKÜSÜ
Anadolu’da demiryolları tarihi, taşıma teknolojisinin geliştirilme tarihinde en ilginç süreçlerden birisi olarak bilinir. Anadolu’da bir demiryolları ağı kurma fikri ilk olarak 1836 yılında İngiliz Albay Chesney tarafından ortaya konulmuştur. İngiliz imparatorluğu denizlere hâkimdir, ancak buharlı gemiler henüz tam olarak kullanılamamaktadır. Asya ile ilgili yüzyıllardır planları olan Büyük Britanya’nın Anadolu’da “Bağdat Demiryolları” projesiyle ana hedefi Akdeniz’den Bağdat üzerinden İran Körfezine uzanarak, karadan Hindistan’a bağlanmaktır. 1836’dan sonraki süreçte buharlı gemiler geliştirilince Büyük Britanya’nın Bağdat demiryolu projesi rafa kaldırılır.

Albay Chesney projesine o kadar inanmaktadır ki, 1850 yılında projesini kamu ortaklığına açar ve epey de ilgi çeker ancak 1854-1856 Kırım savaşı bir süre sonra Avrupa’yı sarsmaya başlayınca, proje yeniden uykuya yatırılır.
Bu aşamada Osmanlı devletinin demiryolları inşası konusunda gelişmiş bir vizyonu yoktur ve Osmanlıdaki takip eden demiryolları inşası sürecini iki kategoriye ayırmak mümkündür
• Devlet tarafından finanse edilenler ( Hicaz demiryolu, Bağdat demiryolu .).
• Taşıma hatlarının önem taşıdığı yerlerde özel teşebbüs projeleri.

Kırım savaşı sonrası Osmanlı imparatorluğu yapılanma sürecine girer ve 1856 yılında Anadolu’nun ilk demiryolu inşası projesi “ İzmir-Aydın Osmanlı demiryolu” adlı bir İngiliz şirkete verilir. İngilizlerin “Bağdat demiryolu” projesi yeniden filizlenir ancak Hindistan ile bağlantının güçlenmesini sağlayan Kahire- Süveyş demiryolunun tamamlanmasıyla, bir kez daha rafa kalkar.
1871 yılına gelindiğinde (Sultan Abdülaziz dönemi) Osmanlı hükümeti Anadolu içlerine demiryolları projesini ele alır ve Bağdat demiryolları projesinin gerçekleştirilmesine yönelik ilk adım atılmış olur. İstanbul’dan Anadolu’ya akacak olan hat Kadıköy -Pendik arasına uzanacak ve Gebze üzerinden İzmit’e varacaktır.
1871 yılı Ağustos ayında ilk kazısı yapılan Haydarpaşa-Bağdat arasındaki demiryolu hattı İmparatorluğun Anadolu parçasında ilk demiryolu olacaktır.
Bağdat projesi bir kez daha masaya gelir ve Britanya hükümeti 1872 yılında bir komite kurup konunun detaylı incelenmesini ister. Sir Stafford Northcote başkanlığındaki bu komisyon 27 Temmuz 1872 tarihinde ilk raporunu sunar ve Süveyş kanalı yanı sıra böyle bir demiryolu hattının mutlaka hayata geçirilmesi gerektiğini tavsiye eder.
1873 yılında ise İzmit’e kadar olan ilk bölüm tamamlanmıştır.
Bağdat demiryolu komisyonunu kuran Britanya iki yıl boyunca herhangi bir işlem yapmamıştır ve Süveyş kanalı hattı hisselerinin kontrolünü alınca Bağdat Demiryolları projesine ilgisini bir kez daha kaybeder.
İmparatorlukta bunlar olurken, Osmanlı ise Anadolu’da demiryolları projesine daha da ilgiyle eğilmektedirler. 1880 yılında Sultan’a sunulan bayındırlık raporunda Bağdat demiryolları projesi ilk sırayı almaktadır.
1886 yılında, Süveyş kanalının genişletilmesini takiben Büyük Britanya artık Bağdat demiryolları projesine ilgisini tamamen kaybetmiştir ancak, bu aşamada Fransa’nın Türkiye’de olan ticari ve sosyal ilişkisi genişlemiştir ve Anadolu’da yerel demiryolları hatlarının inşasını almayı hedeflemektedir.
1888 Ekim ayında Osmanlı Sultanının İzmit- Eskişehir-Ankara demiryolları hattı inşası işini Almanlara bahşettiği haberi Avrupa’da şok etkisi yaratacaktır ancak gerçek şudur ki, Bağdat demiryolları projesinin ikinci ayağı artık kesinkes inşa edilecektir.
İzmit Ankara hattı finansmanı Britanyalı yatırımcıya zor gelince, Osmanlı Düyunu Umumiyesi başkanı Sir Vincent Caillard liderliğinde bir Anglo-Amerikan şirketi kurulur ancak onlarda gerekli sermayeyi derleyemezler. İşte bu aşamada, yeni bir imparatorluk kuran Almanlar demiryolları inşası projesinde yeni oyuncu olarak ortaya çıkarlar. Alman imparatorunun Sultan üzerindeki nüfuzu arttıkça, Fransız ve İngiliz etkisi güç kaybetmektedir. Deutsche Bank Yöneticisi Dr George Von Siemens söz konusu projeden haberdar olunca, 8 Ekim 1888 tarihi itibariyle İzmit-Ankara hattını inşa hakkını elde eder. Bu hakkın tam 99 yıl boyunca sürmesi planlanırken Bağdat demiryolu hattının da devreye girmesiyle süre 114 yıla çıkacaktır.
Takip eden beş yıl içerisinde Anadolu’da 4820 kilometre demiryolu inşa işi büyük oranda Fransız ve Alman sermayedarlara verilir. Fransa’nın Türkiyeye soktuğu 80 milyon pound altın sermayenin yaklaşık 20 milyonu demiryollarına ayrılmış olup hemen hemen kontrolü elde tutacak kadar hisseleri vardır (Fransız Osmanlı bankası gerçekte merkez bankası işlevi görmektedir).
Yavaş yavaş Sultanın beğenisini kazanan Alman Deutsche bank ise ağır ve emin adımlarla büyümektedir.
Deutsche Bank "Bank für Orientalischen Eisenbahnen" adı ile merkezi İsviçre’nin Zürih kenti olan bir yan firma kurar. Bu firmanın hisseleri borsada geçerli olup buradan elde edilen gelir Société du Chemin de fer Ottoman d'Anatolie (CFOA) adı ile 4 Ekim 1888 tarihinde gene İsviçre’de kurulu ve İzmit Ankara inşasını yürütecek bir başka alt firmanın finansmanında kullanılacaktır. Bu firmanın hissedarları arasında The Deutsche Bank yanı sıra İngiliz ve Fransızlar da vardır. Deutsche Bank tek başına altına giremeyeceği bu finansal riski hafifletmek adına uluslararası sermayeye yüzünü döner.
Buna karşın CFOA hat inşası işinin büyük kısmını Frankfurt-am-Main merkezli Philipp Holzmann ana şirketine verir ve Holzmann Mayıs 1889 tarihinde inşaata başlar.
Anlaşmalardan kaynaklanan hakkını kullanan Osmanlı hükümeti İzmit hattı işini Ocak 1889 da İngilizlerden devralıp CFOA’ YA verir ve bunun karşılığı olarak 6 milyon İsviçre Frangı alır.
Alman büyük ortaklı CFOA sadece demiryolları değil Limanlardan da yaralanmak istemektedir ve İstanbul bu limanların en önemlisidir. Demiryolları inşasının getirdiği ağır çalışma koşullarından dolayı Haydarpaşa Limanı bir süre sonra kapasitesini aşmıştır ve hattı Haydarpaşa’ya kadar uzatma talepleri reddedilen CFOA İzmit Derinceye yeni bir liman inşa eder. Liman ve tahıl silolarından oluşan inşaat işi gene Philipp Holzmann şirketine verilir. Derince limanı Haydarpaşa’nın yükünü azaltsa da, sonunda 1889 yılında hat Haydarpaşa’ya kadar uzatılır. Bu aşamada CFOA, gümrük harçları da dâhil tüm liman gelirlerinin sahibi olmuştur.
ALMANYANIN POLİTİK GELİŞİMİ
Prusya ve bazı küçük Alman devletçikleri Alman İmparatorluğu tuğrası altında birleşme konusunda ikna olmuşlardır. Danimarka ile girilen savaşlarda büyük arazilerin sahibi olmuşlar ve Fransızlarla yapılan savaşlarda çok daha değerli alanların yanı sıra bir milyar dolar elde etmişlerdir. Ek olarak, Frank-Prusya savaşı Almanların parçalı politik unsurlarını bir araya getirmiş ve 1871 yılında adına “Alman İmparatorluğu” denilen yepyeni bir ulus yaratılmıştır. Bu yeni ulus savaşlarda başarı kazanmakla kalmamış, aynı zamanda bir kaç ay gibi kısa süren bu savaşlar sonucunda zengin de olmuştur.
İmparatorluğun kuruluşunu takiben Bismark uzun yıllar boyu şansölye olarak kalmıştır. Elindeki gücün farkında olan Bismark, aynen Prusya zaferinde olduğu gibi, Almanların Avrupa üzerinde de otorite sağlayacağına inanmaktaydı. Buna yönelik olarak Almanlar tarafından politik amaçlı üretilen projelerden en önemlisi de "Mittel-Europa" yani "Orta Avrupa” nın idaresi düşüdür.
Bu proje tıpkı günümüz AT projesi gibi, Orta Avrupa’da olabildiğince fazla ülkeyi tek şemsiye altında toplamayı amaçlamaktadır. Ticaret ve savunma alanlarında birbirlerini destekleyecek olan bu bağımsız idareler topluluğu askeri ve ekonomik alanda işbirliğine gidecektir.
En güçlüleri ve şüphesiz lideri Almanya olan bu topluluğa Avusturya-Macaristan, bazı Balkan ülkeleri ile bir ayağı Avrupa’da olan Türkiye’yi dâhil etmeyi düşünürken Norveç, İsveç, Danimarka, Hollanda ve İtalya’nın da katılması umut ediliyordu. Bu projenin en önemli parçalarından birisi olarak gelişen bir diğer proje ise “Berlin - Bağdat Planıdır” ve zaman içerisinde bu iki proje birlikte yürütülmeye başlanır.

Planlara göre Orta-Avrupa projesi Güney doğu Asya, Karadeniz’in Güneyi ve daha da güneyde bulunan bir kaç İslam devletçiklerini de kapsayacaktı. Osmanlı ile sağlam bağlantıları bulunan Almanya bu bölgelerde koloniler oluşturmak, ticaret geliştirmek ve demiryolları inşası gibi imtiyazlı haklara sahip olmuştu. Planların önemli bir ayağı olan İstanbul- Bağdat demiryolu inşası ile Mezopotamya’nın verimli topraklarına ulaşılacaktı. Mezopotamya eski çağlarda, İncil’de de yazdığı gibi verimlidir ve sulamanın geliştirilmesiyle yeniden eski haline getirilebilirdi. Değerli yeraltı zenginlikleri ile de Almanya’nın kurmak istediği koloniler için çok değerli bir seçenek olacaktı. Bu durumda Hindistan ve Doğu Asya ülkeleri ile yapılan ticaretin kolaylaşması demiryolları ile sağlanacaktı.
Savaş zamanında ise demiryolları özellikle Rusya ve Britanya gibi güçlü düşmanlar karşısında Almanlara avantaj sağlayacaktı. İstanbul’u kontrol etmekle Almanlar Karadeniz’den Akdeniz’e geçen yolu da tutmuş oluyorlardı. Bu demiryolu Britanya imparatorluğunun en kıymetli sömürgesi olan Hindistan'a kadar uzanabilecekti de. Ve tabii ki hat üzerinde bulunan tüm ülkelerde Alman ya da müttefiklerinin kontrolü oluşabilecekti.
Yine bu sıralarda Rusya kendi demiryollarını Bağdada ve Tebriz üzerinden Basra körfezine bağlayan iki ana hat içeren kendi planlarını devreye soktular, ancak bu projeler ya finansal açıdan uygun değil ya da politik açıdan şüpheliydi.
Alman Kayser ‘i Wilhelm 1898 yılında Şam’da yaptığı bir konuşmada " Yeryüzünde dağınık yaşayan 300 milyon Müslüman unutmasın ki Alman imparatoru her zaman onların dostu kalacaktır” diyerek projeye inancının ne kadar yüksek olduğunu ifade etmiştir.

1. Dünya Savaşı Öncesi Anadolu’da Özel Şirketler
Aşağıdaki tabloda Osmanlı döneminde Anadolu’da demiryolları inşası işi yapan yabancı firmaların listesi gösterilmiştir.
Kısa Adı Tam Firma Adı Hat Başlama tarihi Devir
CO
Société Générale pour l'Exploitation des Chemins de Fer Orientaux Istanbul Bulgaristan Yunanistan 1874 TCDD 1 Ocak 1937
ORC
İzmir Aydın Osmanlı Demiryolları İzmir den Bucaya, Aydın, Sarayköy, Dinar, Eğridir 1866 TCDD 1 Haziran 1935
SCP
İzmir Kasaba Demiryolları Chemins de fer Smyrne Cassaba et Prolongements olarak adı değişti İzmir den Turgutlu, Alaşehir, Uşak, Afyon ve İzmir den Bandırma, 1869 TCDD 1 Haziran 1934
CFOA
Société de Chemins de Fer Ottomans d'Anatolie Istanbul, Izmit, Adapazarı, Eskişehir, Ankara, Konya 1873 C.F. Anatolie Bahgdad 1 Haziran 1927
CIOB - CFIO Baghdad
Société Impériale Ottomane du Chemins de Fer de Baghdad or Chemins du Fer Impérial Ottomans de Bagdad Konya, Adana, Toprakkale, Iskenderun, İslâhiye, Meydanekbez, Nusaybin Baghdad 1904 C.F. Anatolie Bahgdad 1 Haziran 1927
MTA
Mersin – Adana Mersin, Tarsus, Yenice, Adana 1886 TCDD 1 Ocak 1929
CFMB
Chemins de fer de Moudiana à Brousse Mudanya Bursa 1892 TCDD 1 Haziran 1931
--- Transkafkas demiryolları
Sarıkamış, Kars sınırı ve Erzurum hattı 1899 C.F. Anatolie Bahgdad 1 Haziran 1927
1. DÜNYA SAVAŞLI YILLARI VE ANADOLUDA BİR ALMAN KÖYÜ
Savaş başladığı anda ise Adana’ya geçit olacak Hacıkırı-Belemedik bölgesinde tünel kazıları başlamış durumdaydı.1830 tarihinde Amerika ile bir “Ticaret ve Seyrüsefer Antlaşması “ imzaladıktan sonra İngilizlerle Gümrük Birliği benzeri 1838 Balta Limanı Anlaşması imzalayarak yarı sömürgeleşme sürecine girmiş olan ve 1839 Tanzimat Fermanıyla çürümesi hızlanmış olup, 1854 de yabancı devletlerden borç almaya başlayarak ve Kırım savaşıyla beraber çözülmeyi hızlandırmış olan Osmanlı idaresi II. Abdülhamit dönemine gelindiğinde o güne kadar ittifak içinde olduğu İngiliz- Fransızlar tarafından terk edilmiş ve Almanlarla yakınlaşmaya başlamıştır.

Endüstriyel yayılma ve gelişmeye İngiliz ve Fransızlardan daha geç başlayan Almanya’nın İmparatoru Wilhelm’in dış Pazar ve hammadde bulma hedefi içinse Ortadoğu olmazsa olmaz bir geçit noktasıdır. Almanların ilk yapacağı şey Osmanlı topraklarında Alman etkisini yaymaktır. İmparator 1889 yılında kendi adını taşıyan bir gemiyle İstanbul’a gelir. Amaç Alman sermayesini Osmanlıya açmak, “Barışçıl Haçlı Seferi” olarak adlandırılan gezisinde Kudüs’e gidip orada bir Protestan Kilisesi kurmaktır. Tüm bu isteklere Sultan II. Abdülhamit tarafından izin verilir. Almanlar tıpkı İngilizlerin Hindistan’da yaptığı gibi, Mezopotamya ve Suriye’de bulunan halkları sömürgeleştirmektedir. 9 yıl sonra, 1898 de yapımı tamamlanan kilisenin açılışını şahsen yapmak üzere Kudüs’e gitmek üzere yeniden Istanbul'a gelir Kayzer. Osmanlı topraklarında Almanseverlik yaymak üzere Sultan ve Kayzer kol kola resim çektirecek ve bu resim imparatorluğun her yanına dağıtılacaktır. Ayrıca, Alman Kayzeri Şam’da bulunan Selahaddin Eyyubi türbesini restore ettirir ve “İslam’a sarsılmaz dostluk bağlarıyla “ bağlı olduğunu ilan eder. “Türk geleneğindeki –sebil- anlayışını kavrayan Almanlar İstanbul’da “Alman Çeşmesi” denilen çeşmeyi yaptırarak halka şirin görünmeye ve desteklerini almaya çabalayacaktır. Tüm bu yapılanlar meyvesini verecek ve halk arasında aslında 2.Wilhelm’in gizli bir Müslüman olduğu efsanesi yayılacak “Hacı Wilhelm “ adıyla anılmaya başlanacaktır Müslümanlar arasında “ ( Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı, Cengiz Özakıncı, 10. basım sayfa 130-134).

Osmanlı Sultanı Abdülhamit Kayzer’in bu büyük planını onaylamıştır. Alman ırkıyla yakınlaşmanın Osmanlı için büyük kazanım olacağını ve bölgedeki tüm halklara mutluluk getireceğini beyan eder. Böylece İstanbul-Haydarpaşa’dan başlayıp Bağdat’a uzanacak olan demiryolu inşaatı başlar.

Keza, parçalanmakta olan bir imparatorluğun bir arada tutulması için hayati önem taşıyan demiryolu Afyon, Eskişehir, Konya hattından Toroslara geçecek, oradan daha güneye Mezopotamya topraklarına ulaşacaktır.
Berlin-Bağdat demiryolu inşa hakkını Almanya 1902-1903 yılında alır.
Tüm finansal anlaşmalar tamamlanıp, Rusya ve Britanya’nın karşı duruşları aşıldığında 1902 yılında kontrat imzalanır. Ancak bu kez de devreye Duyunu Umumiye girer. Çeşitli Avrupa ülkeleri, tıpkı binlerce yıldır yaptıkları gibi, politik çıkarları adına, Doğuya doğru bu ilerlemeyi durdurmak istemektedirler. Duyunu umumiye şartlarını aşmak için demiryolu hatlarının yaklaşık 300’er kilometrelik bağımsız kısımlara bölünmesine karar verilir. Ancak bu şekilde finansör bulunabilecektir.
5 Mart 1903 tarihinde Sultan Abdülhamit gerekli izni verir ve dev proje başlamış olur.
BELEMEDİK-HACIKIRI
Konya - Ereğli arasında birinci kısım inşaatı 1903 Temmuz ayında Philip Holzman liderliğinde başlatıldı ve 18 ay sonunda hat tamamlandı. Dağları delen tüneller dizisi Konya’dan yaklaşık 362 km mesafede başlayıp 13 kilometre boyunca Hacıkırına kadar uzanır.
1905 yılında, 200 metre uzunluğunda, 100 metre yüksekliğinde Hacıkırında inşa edilen demir yolu köprüsü virajlı olması ve heybetli görünümü ile dünyanın en değerli yapıtları arasında gösteriliyor.

1907 yılında Berlin-Bağdat tren hattının Adana’ya 70 km. kuzeyindeki bölümünün inşaatına başlanır. Projenin en zor kısmı Belemedik yaylasının geçilmesi olup, Toros dağlarında 13 kilometrelik bir mesafede tüneller kazılması ve köprü inşasıdır. Ancak devletin finansal olanakları iyice daralmıştır.
1908 yılına gelindiğinde Türk hükümetinin yaşadığı finansman sıkıntılarından dolaya duraksayan demiryolu inşaatı yeniden başlar.
1912 yılından 1. Dünya savaşının yapıldığı 1914-18 yılına kadar ülkenin çeşitli kısımlarında 531 kilometre hat kullanıma açılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun Dünya savaşına Almanya ve Avusturya Macar İmparatorluğu safında girmesiyle Anadolu topraklarında ( Avrupa sayılan Çanakkale dışında) savaş yaşanmamış ancak “düşman demiryolları” 1919 yılı sonuna kadar ordu emrine girmiştir.
1917 yılı başına gelindiğinde Alman ve Osmanlı orduları için can damarı vaziyetinde olan demiryolu inşaat işleri Alman devletinin yardımlarıyla yeniden harekete geçirilir. Toros dağları delinmiş ve bağlantı kurulmuştur.
Hattın Toros yaylaları bölgesinden geçirilmesi uzun süre alacağından Pozantı’ya bağlı Belemedik köyünde bir Alman köyü kurulur. Bu köy çalışanların tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde tasarlanmıştır, bir genelev de dâhil olmak üzere! Bir süre sonra bu köy işçiler, hizmet veren köylüler ve Alman yetkililer, askerler de dâhil olmak üzere 35 bin nüfusa ulaşır. Tam teşekküllü bir hastane, bir kilise, bir cami, bir sinema ve evler inşa edilmiştir. Toroslar'da eşkıyalık sık rastlanan bir olay olduğundan, köy bir Alman birliği tarafından korunmaktadır. Bir mühendislik harikası bu inşaat sekiz yıl sürecek, 41 çalışan hayatını kaybedecek ve “Alman mezarlığı “ denilen yere gömülecektir. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunan 20 üzeri esir kamplarından birisi olan Hacıkırı-Belemedik kamplarında ise 1. Dünya savaşı yıllarında ve 1915 ortalarından itibaren ele geçen yüzlerce Rus, İngiliz, Avustralyalı, Fransız ve Yeni Zelandalı esir, Rum ve Ermeni tutuklular yanı sıra yerli işçiler emek verecektir tünel kazılarında ve gıda yetersizliği, salgın hastalıklar ve işin doğasından ötürü birçok esir demiryolu inşası sırasında ölecektir.

1. Dünya savaşı sonunda Tünel İnşaatı duracak, Kurtuluş savaşı yıllarında ise hiçbir çalışma yapılmayacaktır. . Bu esirler savaş sonuna kadar burada tutulacak, bir kısmı periyodik olarak Hacıkırı-Belemedik (Adana) tren tünelleri kazmak üzere yollanacaktır. Bir kısmı ise çeşitli kamplara dağıtılacak, yol inşaatı işlerinde çalışacaktır.

Mütareke sonunda hatlar Britanya kontrolüne geçmiş ve işler devam etmiştir. Savaş sırasında İngilizler İran Körfezinden Bağdada doğru önemli bir hat döşemişlerdir. 1923 yılında yapılan Lozan anlaşmasına göre Müttefikler Türkiye’den çekilince İngilizler Haydarpaşa Büyükderbent arasında tuttukları son hattı da devretmişler ve 1923 Ekim ayında Istanbulu terk etmişlerdir.


Günümüzde ise Almanların inşa ettiği köyden hemen hiç bir iz kalmamış, Alman mezarlığı Almanlar tarafından taşınmış, esirlerden ölenlerin kemikleri İngilizler tarafından alınarak Bağdat North Gate mezarlığına aktarılmıştır. Hintli esirlerin bir kısmının ise külleri toprağa karışmıştır. Ayrıca, Britanya unsuru olmayan diğer milletlerden esirlerin kemikleri ise hala bu topraklarda.
Bölgenin tarihini bilenler bu vahşi güzellikteki bölgeye günümüzde gittiğinde 100 yıl öncesinin anılarıyla baş başa kalacaktır.
Alman mezarlığının olduğu yerde 2005 yılı Eylül ayında bir anıt dikilmiştir. Restorasyon işleri Alman Pratiker (Metro AG) fişrması tarafından yapılmıştır.


Bu Makalenin yazılmasında aşağıdaki Kaynaklardan yararlanılmıştır:


http://www.trainsofturkey.com/w/pmwiki.php/History/CFOA#CFAB
http://freepages.military.rootsweb.ancestry.com/~worldwarone/WWI/TheGeographyOfTheGreatWar/
Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı, Cengiz Özakıncı, 10. basım sayfa 130-134).
Nation of Turks, Yüksel Oktay PE, 7 Eylül 2007. Istanbul
Osmanlıdan Günümüze demiryollarımız, Tayfun Uzun, 2005 İstanbul
Ulaşımda Çözüm Demiryolları, Soner Kızık, 4, 5, 6 Ocak Cumhuriyet gazeteleri
Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa mali denetimi: Düyunu Umumiye.
Donald C. Blaisdel, Çev. Ali İhsan Dalgıç İstanbul matbaası, Unkapanı 1979