Total Pageviews

Thursday 11 March 2010

1. DÜNYA SAVAŞINDA MISIR SAVAŞ ESİRLERİ KAMPI VE TÜRKLER

DOĞU CEPHESİNDE DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK!

Barış yanlısı olmak o kadar basit bir şey değil. Savaşı gerektirmeyecek yapılanmaları talep etmeden önce savaşların getirdiği yıkımı idrak etmek gerektiği ve insanoğlunun bu eksikliğini hep gördüğüm için, savaş tarihi hep ilgimi çekmiştir. Tıpkı barışın ilerleme çabalarının ilgimi çektiği gibi. Ülkemizin askeri tarihçileri ve uzmanları tabii ki buradan sonra yazılacakların bir çoğuna vakıftır. Ancak, savasin tum resmini sivil halkın büyük kısmının gördüğünü düşünmüyorum, çünkü bu konuda yalnız Türkçe’de değil diğer dillerde de yazılmış kitap sayısı azdır ve ek olarak, bizi ilgilendiren İngiliz İmparatorluğu kayıtları ne yazık ki ikinci dünya savaşı sırasında Alman bombardımanında yok olmuştur, edilmiştir.

2004 Yılında yazılmış değerli bir araştırma “KATRAN KAZANINDA STERİLİZE” ile ilgili bilgiler elime geçti. Karaman'lı bir Türk Subayının Şam yakınlarında “Sidibeşir” adlı İngiliz esir kampında tuttuğu günlüklerden yola çıkılarak Ahmet Duru tarafından yazılmış bir kitap. İnsanımızın nedense Dünya savaşı denince sadece Çanakkale ve Kurtuluş Savaşlarını kısmen bildiğini, diğer cephelerin ise yaygın anlamda bilinmediğini düşünüyorum. Sadece birkaç Türküde yaşamaktadır söz konusu savaşçılar.
Bu kitapta mealen “ ... Harbiye Nezaretindeki arşiv kayıtlarına göre; 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütârekesine kadar; (202.152) Ordu mensubu, subay ve asker esir düşmüştür..Esir asker Yedek Subay Ahmet Altınay ve Yüzbaşı Rahmi Bey (Apak’ın) hatıralarına göre esir Türklere zulüm uygulanmış, sorguya alınan askerlere “Şimdiye kadar kaç Ermeni öldürdün?” suali yöneltilerek asirler üzerinde baskı yaratılmış, “….kayıt işleminden dezenfekte edilmek amacıyla katran kazanlarındaki ilaçlı suya sokularak siterilize edilmeye zorlanmışlardır.Donuk gözlü, yanık yüzlü bu zavallı esirler hastalıklardan korunmaya karşı değil, uygulanan yönteme karşıdırlar. Aynı kampta kalan İzmir’li Asım İsmet’in (Kütük) hatıralarında anlattığı üzere “Herkesin gözü önünde Türkçe (Soyununuz) komutu ile anadan doğma çırılçıplak soyunup (Giriniz) komutuyla; denize girer gibi; katran kazanlarına girmek esir Tük Subaylarına gayrıahlâki geliyordu. Yoğurt kıvamındaki katranlı sıvının vücudu yakan ateşine dayanmak kolay bir şey değildi. İngilizler katran kazanına girmeye nazlanan esirlere uygulanacak yöntemi de belirlemişti. Zorluk çıkaranlar ya Hintli askerler tarafından kırbaçlanıyor ya da sıcak kuma gömülerek kolayca iknâ ediliyorlardı Bu bir savaş suçudur. Bu durumda Seydibeşir Esir Kampının I. Dünya Harbi içinde ve sonunda İngilizlerin Türklere en kötü muamele ettikleri esir kampı olduğu iddia ediliyordu. 19 Eylül 1918 tarihinde Filistin Cephesinde Kefer Til Dümdar muharebesinde esir düşen askerler 12 Haziran 1920 ye kadar burada tutulurlar. Savaş boyunca kamplarda Osmanlı esir sayısının 150 bine kadar çıktığını belirten kaynaklar olduğu söyleniyor. Altında Atatürk'ün de imzasını taşıyan TBMM Zabıt Ceridesi'ne göre 28.5. 1337 Cumartesi tarihinde Otuzyedinci İçtima'da yapılan bir konuşmada Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin Mısır'daki Türk esir kampında İngiliz doktorlar, garnizon komutanı ve kamptaki İngiliz askerlerin onbeşbin esiri kasten kör ettikleri nedeniyle haklarında siyasi takibatın başlatılması için harekete geçilmesinin karar altına alındığını gösteriyor.” deniliyor. İddiaya göre 16. Tümenin 48. Piyade Tümeninden esir düşen 15 bin asker Krizol kazanlarına sokulmak suretiyle kör edilmişti. Ancak, Gazze saldırıları sırasında İngilizlerin gaz kullanması nedeniyle ve bu sırada hemen tüm bir ordunun esir alındığı değerlendirildiğinde, bir kısım askerin bu nedenle kör olduğu düşünülebilir.
Krezol (lizol) adlı dezenfektan ise hepimizin eskiden berberlerde ustura konulan kavanozlarda gördüğü menevişli mor renkli sıvıdır. Sulandırılıp kullanılırdı. Yan etkileri ise ancak 1930’lu yıllarda tespit dildi..
Birden aklımda sorular oluştu.

Ne oldu bunlara? Kimdiler bu bir Hristiyan Batılı Alman imparatorluğunun yine bir başka Batılı Hristiyan Anglo Sakson İngiliz imparatorluğunun SÖMÜRGE tanrılarına açtığı savaşta ölen Anadolu’lu ve sair tebadan GARİPLER? Esir düşenler….Kim di bu sömürgecilerin kurbanları ? Bu kadar kişinin kör edildiğine dair sayılara nasıl ulaşıldı? Yarı kör olanlar var mıydı ?”

Osmanlı toplumu 18. ve 19. yüzyılı Osmanlı-Rus savaşlarıyla geçirdikten sonra, 20. yüzyılın başlarında ilk 10 yılda 1911 Trablusgarp, 1912 Balkan, 1914-1918 Birinci Dünya ve 1919-1922 Kurtuluş Savaşını yaşamıştır.

Birinci Dünya Savaşı 28 Temmuz 1914 tarihinde Avrupa'da başlamış, ancak Asya’dan Pasifiğe kadar dünyanın diğer ülkeleri ve sömürgelere de yayılması nedeniyle hemen tüm Dünyanın katıldığı bir savaş olmuş ve 1918 yılında sona ermiştir. Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi'ni imzalamakla bu savaştan çekilmiştir.

Birinci Dünya Savaşı Almanya, Avusturya-Macaristan imparatorluğu orduları önderliğindeki sömürgeleri ve Osmanlı Devletinin oluşturduğu ittifak orduları kampı ile İngiltere, Fransa, Rusya ve ABD orduları önderliğindeki sömürge savaşçılarının oluşturduğu itilaf devletleri arasında gerçekleşmiştir.

Savaşın ana nedenleri arasında Fransız İhtilalinin doğurduğu anlayış, milliyetçilik anlayışının doğuşu, sömürgecilik zihniyeti ve bundan doğan sömürge kapma rekabeti, endüstrileşmenin getirdiği silahlanma yarışı ve günümüze kadar çözümlenemeden devam eden Doğu sorunu sayılabilir.

Balkan Savaşları sonrası Osmanlı Savaşçı Gücü

İnsan kaynakları anlamında Osmanlı Genel Kurmayı imparatorluğun yaklaşık 2 milyon askeri harekete geçireceğine inanmaktaydı. Ancak bu sayıya hiçbir zaman ulaşılamadı. 1914 yazında 1893 ve 1894 tertip askerler silah altına çağrıldı (her tertip yaklaşık 90 bin asker demekti). Barış zamanında Ordu gücü 200,000 asker ve 8,000 subaydan oluşmaktaydı. 1914 yazında hazır kuvvetler sayısı 10 bin olup piyade sayısı ise 4000 kadardı. Savaşan ordu gücünü faal hale getirmek için 477,868 asker ve 12,469 subaya ihtiyaç vardı. Yedek artillery ya da teknik güç yoktu. Genelkurmay ise yaklaşık 1,000,000 personel ve 210,000 hayvanın her an silah altına alınabileceğine, seferberlik ilanını takiben ordu personelinin her durumda 460,000 asker, 14,500 subay ve 160,000 hayvanı hemen toplayacağına inanıyordu. Bunlara ağır silahlarla donatılmış 42,000 Jandarma kuvvetini de eklemek gerek. Genel kurmay 500 bin kişilik bir orduyu operasyonel hale getirmeyi planlıyordu. Kalan personel ise kale komutanlıklarında, sahil korumada, garnizon komutanlıklarında, muhabere vs. görevlerde tutulabilecekti. Toplam sıhhiye kapasitesi ise 37,000 yatak olup bunların 14 bini İstanbuldaydı. Osmanlı ordusunun Motorize ve hava gücü ise hemen yok gibiydi.

1912 Balkan savaşları başlamadan önce, tüm Osmanlı topraklarına yayılmış olan garnizon sistemi yeterli kalıyordu. Ordu gücünün %90’ı Balkan savaşlarına katılmıştı. Bu savaşlar sonrasında kayıplar 250 bin’e ulaşmıştı. Bu İmparatorluk için beklenmeyen bir kayıptı. Düzenli ordunun hemen tamamı savaş dışı kalmış, yok olmuştu.Ordu zor durumdaydı. Bu yetmezmiş gibi ordunun hemen tamamı Çanakkaleye kaydırılmıştı. Bu durumda Balkan Savaşlarını takiben Ordunun yeniden organize olması gerekiyordu. Birinci Dünya savaşından hemen öncesine kadar bu süreç tamamlanamamıştı. Ordunun savaş gücü düşüktü ve tamamen faal hale gelmesi yılları alacaktır.

Balkan savaşları öncesiyle karşılaştırıldığında Dünya savaşı öncesi Osmanlı Ordularının durumu içler acısıdır. Eğitimli personelinin hemen yarısını kaybetmiş olan Osmanlı ordularının savaşa girmesi bile akıl alacak bir durum değildir. 4 yıl süresince Dünya savaşında savaşan orduların bu kadar süre dayanması inanılmaz bir durumdur.
İngilizlerin Mezopotamyaya yaptıkları saldırıların temel ve resmi nedeninin Anglo-Persian Petrol Şirketi çıkarlarını korumak olduğu biliniyor. Diğer savaş taktiklerinin yanı sıra “Hush Hush Brigade” adıyla bilinen ve İngilizler, Amerikalılar, Kanadalılar, Anadolu Ermenileri, Yunanlılar, Fransızlar, Yeni Zelandalı başıbozuk, vahşi paralı askerlerden Bağdat’ta oluşturulup İrana’a yollanan ve buradan Ermeni ve Gürcüleri kışkırtmak üzere faaliyet gösteren birlikler olduğunu da (1)
Aralık 1917 itibarıyla 300 binden fazla askerin firar ettiği bir ordu düşünün, ve bunların bir çoğunun kendi ülkelerinde düşmandan kaçtıklarını, çeteleştiklerini, halkı soyduklarını ve hatta kışkırttıklarını ve hatta kurtuluş savaşında 10 bin civarında kişinin firar ettiği bir ordu(2) ve Arabistan çöllerinde ihanet eden Osmanlı tebası halklar..(3) Tabii ki bu kadar hainin olduğu yerde kahramanlar da vardır. Ancak bu kahramanları bugün pek fazla kimse anmaz, düşünmez.

Bu yazı konusu pek az bilinen Arabistan çölleri, Yemen, Filistin, Irak, İran, Suriye, Mısır, Trablusgarp gibi yerlerde savaşan dedelerimin çektikleri acıları bireysel olarak anlamam arzusundan yola çıkılarak araştırıldı. Tabii “Katran Kazanında Sterilize” adlı kitap bu arzuyu tetikleyen unsur oldu. Bu bağlamda araştırmayı yapan şahıslara minnettarım. Bilmediğim şeyleri sayelerinde öğrendim.

Kızıl haç raporları ve sair belgelerden edindiğim izlenimlere göre sıradan erin yaşamı gerçekten subaylara nazaran daha zor imiş. Ancak Osmanlı ordularının savaş hali durumu göz önüne alındığında, erlerin esir olarak kamplardaki yaşamlarının orduda olmaktan daha iyi olduğu kanısına vardım. Yazı başlangıcında sözünü ettiğim kitaptaki iddialar bence bireysel tecrübeleri, belki de bireysel kinleri ortaya koymuş olanların anlattıklarını andırıyor. 15 bin gibi bir sayı verilerek bu insanların bilinçli olarak kamplarda kör edildiği bana gerçekçi gelmiyor. Çünkü, aksi takdirde bu 15 bin insan savaş sonrası nereye gitti ? Ne oldu bunlara ? Bunlardan hiç mi ortaya çıkıp olan biteni anlatmadı? Bu 15 bin insanın kör edildiğini gören en azından 15 bin tane de sağlam insan olması gerekirdi. Kızılayın da bu konularda bilgisi olduğu çeşitli yabancı kaynaklarda görülüyor, peki Kızılay kaynakları ne diyor? Tabii bu bulgulardan hiç esir iken ya da savaş sırasında kör olan yoktu diye yola çıkmak da abesle iştigal olurdu. Elbette kör olan askerler varmıştır ama ben bunların savaş nedeniyle ve kızgın çöllerde yakıcı kum fırtınalarında kör olma olasılığının daha fazla olduğunu düşünüyorum. Diğer taraftan, savaşlardan sonra toplumumuzun mecazi anlamda “kör” olduğunu ise burada teslim etmek istiyorum.
Bu söylediklerimden İngilizlerin esirlere çok iyi davrandığı sonucunu çıkarmak ta akıl işi değildir. Sonuçta savaş bir ölme ve öldürme oyunudur. Bir çok esir Osmanlı tebasının İngilizler ve Fransızlar ve Ruslar elinde kötü davranışa, işkenceye, katliama maruz kaldığı da zaten Müttefiklerin kendi kayıtlarında, bireylerin yazdıkları günlüklerde, torunlarına vicdan azabıyla anlattıkları kayıtlarda kısmen vardır. Tıpkı Osmanlı ordularının eline düşen bazı askerlere bazı şahıslar tarafından kötü davranıldığının, işkenceler yapıldığının bilindiği gibi. Ancak şu bir gerçektir ki esir Osmanlı askerleri kamplara ilk getirildiklerinde lizol ekli kazanlara sokulmuşlar. Bu eylem ise her ordunun temizlik anlamında yaptığı ve savaş kurallarına göre yapması gereken bir şey. Bunu Osmanlı orduları da yapmış. Sadece yöntemler ve kullanılan malzemeler farklı olabiliyor. (4)
Hülasa, konu insanın kanını donduracak öyküler ve olaylarla doludur. Şunu aklıma bir kez daha, bu araştırma vasıtasıyla, kazıdım; geçmişini anlayamayan halklar gelecekte köle olmaya mahkumdurlar. Kendi tarihimizi bilmediğimizi, belki de öğretilmediğimizi düşünürken köleleşmeye karşı bir bilinçlendirme ve eğitim savaşının, aydınlanma savaşının tam sırası olduğunu düşünüyorum. Konu ile ilgilenenler aşağıda da birkaç tanesini verdiğim sitelerden yola çıkarak muazzam bir tarihi bilgi yumağına dalabilirler. Her durumda internette “Turkish POW” şekline araştırma yapmanız, İngilizce bilenler için muhteşem bir savaş kurgusunu, zaferleri, yenilgileri, insan acılarını, sömürgeci ve emperyalist arzuların, yani insanoğlunun hemcinsi bireylerin kalplerinde yol açtıkları sızıları gözler önüne serecektir.

Bu yazı konusu kahramanların kayıp mezarlarında rahat ve huzur içinde ve ruhlarının bizlerle olmasını diliyorum.

Savaş Esirleri

Savaş esirinin yaşamı depresyon, kızgınlık, endişe, korku, umutsuzluk, belirsizlik, zaman zaman eğlenceden oluşan bir kaos olmalı. Esirlerin birçoğu, şüphesiz, kaçma hayalleriyle yaşamını sürdürmüştür bu kamplarda. Tüm dünya esir nüfusundan 716 kadarı kamplardan kaçmayı başarmıştır. İşgal altındaki topraklara kaçan bu esirlerin bir kısmı direnişçilere katılmış ve sivil halkın yaşadıklarını tatmıştır.

Mısırda 15 bin askerin kör edilmesiyle ilgili yaptığım araştırmalar sonucu elde ettiğim tek somut bilgi Uluslararası Kızıl Haç Örgütünün konu ile ilgili 2004 yılında yazdığı orijinal raporların tercümesi oldu. Bu raporda çeşitli kamplara ziyaretler yapıldığı raporlarla belirli. Rapor 50 sayfanın üzerinde olduğu için ve dergimizin fiziksel olarak bunu basamayacağı düşüncesiyle özellikle Subayların tutulduğu söz konusu Sidibişir kampı ve Subay eşlerinin ve sair sivillerin tutulduğu Kale kampı ile ilgili kısımları özetler halinde tercüme ettim. Kızıl Haç çalışmalarına Kızılay’ın da katıldığı yazılıyor. Dolayısıyla Kızılay kayıtlarının da karşılaştırmalı olarak incelenmesi gerekir.

Yine araştırmalarım sırasında İngiltere İsle of Man adasında da bir kamp olduğunu ve bir dönem burada Türk esirler tutulduğunu ve bunlardan 6 tanesinin (ve iki Yahudi şahsın) mezarlarının olduğunu tespit ettim. Adadaki mezarlıkta bulunan şahısların isimleri ve mezar taşlarının resimleriyle anılarına dikilmiş bir mozole resimlerini bu sayfalarda göreceksiniz. Bu konuda bana yardımcı olup bilgi ve zamanını verip resim çeken ManxNotebook editörü Bayan Francis Coakley’e (http://www.isle-of-man.com/manxnotebook/) minnettarım.

(www.findagrave.com/cgi-bin/fg.cgi?page=gr&GSob=c&GScid=2159650&GRid=12542827&)
Bulduğum bir başka veri ise Hindistan’da 800 yataklı Deolali hastanesine de her zaman için en azından 500 kadar esir Osmanlının bulunduğu idi. Bu demektir ki epey fazla bir esir asker grubu Hindistan’a götürülmüştü. Bu bilgileri ise Avustralya Savaş Müzesinin “sağlık ekipleri” ile ilgili raporlarında buldum.( http://www.awm.gov.au/journal/j36/nurses.htm)
Yine bir başka bilgi ise Sarıkamış harekâtında esir olan askerlerle ilgiliydi. Sarıkamış Dayanışma Grubunun artık gizliliği kalmayan KGB kaynaklarından edindiği bilgilere göre 10 bin kadar Osmanlı asker ve sivil esir alınmış ve “cehennem Adası” olarak adlandırılan Nargin Adasına götürülmüştür. Bu insanlar işgal altındaki Erzincan Erzurum hattındaki köy ve kasabalardan toplanmışlardır. Akıbetleri açlık ve gurbette esaret altında ölüm olmuştur. Savaşın Etkileri

Dünya Savaşında Toplam 53 milyon insan kayıp verilmiştir. (www.en.wikipedia.org/wiki/Image:SinaiWW1.jpg)

Savaş Esiri sayısı ise 2 milyon civarındadır (bkz. UNESCO Kayıtları)

Savaş başladığında, 4 kıtaya yayılmış Osmanlı tebası 40 milyon civarında olup nüfusu 20 kadar farklı kökenden ve dinden oluşan çok kültürlü bir insan grubu oluşturur. Ortak özellikleri ise merkezi hükümete vergi vermeleridir. Bunun dışında din, dil, ırk ayrımı yoktur.

İngilizler savaş sonunda 550 bin civarında kayıp verdiler. Savaş süresince cepheye asker akıtan, ki bunların 300 bini cepheye varmadan firar etmiş ve eşkiyalık ya da isyancılık yapmıştır, Osmanlı saflarında savaşanlardan 1.550.000 insan şehit oldu. Yaklaşık rakamlarla bunların 253. 896’i Çanakkalede, 270.000’i Kafkasyada, 220.000’i Körfezde, 280.000’i Yemen’de, 280.000’i Kanal harekatlarında, 20.000’i Acem illerinde, 60.000’i Galiçya-Bulgaristan (Makedonya) cephesinde gelecek nesiller için can verdi ve sınırlar bu oluk oluk dökülen kanlarla çizildi.

Sykes-Picot Antlaşması, Balfour Deklerasyonu ve Londra Antlaşması ile Nüfuz paylaşımı sağlanmış Sömürü Düzeninin Yeni Sınırları çizilmiştir artık.

Anadolu bir dul ve yetimler ve engelliler nüfusu haline gelmiştir. Savaşlarla yaşanan devasa coğrafi daralma sonucu Anadolu “Türk”lerin sığınabileceği son kaleye dönüşmüştür.

Türkiye Cumhuriyeti 1927 yılında kurulduğunda, isyanlar, ihanetler, başkaldırılar ve savaş zayiatları sonucunda kalan 13 milyon 600 bin civarında bir nüfusa sahiptir.
( http://www.die.gov.tr/nufus_sayimi/2000Nufus_Kesin1.htm).

Bu yazının ana konusu olan 1. Dünya savaşında esir alınan dedelerimizden önce, Trablusgarp ve Balkanlarda şehit olan atalarımızı, ya da oralarda esirliği tadıp geri gelebilenleri ve savaşın acılarını tadmış olanları, ki bunlar arasında Yemen ve İstiklal Harbi Gazisi Ermenek doğumlu ana tarafından dedem Süleyman Evren (21 Yıl Askerlik yapmıştır) ve savaş yıllarını yaşamış Tunceli (Dersim) Mazgirt Beroç Köyü doğumlu (hakkında Harran Aşiretinden olduğu dışında bilgi sahibi olmadığım) baba tarafından dedem Hasan Şahin de vardır, artık rahmetle anmaktan ve akan kanlara layık nesiller olmaya çabalamaktan başka çare yok. Allah rahmet eylesin. Dualarımız onların ruhlarıyladır.

Benim araştırmalarım bu konunun üstesinden ne kendi başıma gelebileceğim ne de şehitler adına kayda değer bir şey yapabileceğimi gösterdi ama bu araştırma naçizane bir katkıdır.

Aradan 93 yıl geçmiş…

MISIR ESİR KAMPLARIYLA İLGİLİ KIZILHAÇ RAPORLARI ÖZETİ

Başlık: Mısırda Türk Esirler
Uluslararası Kızılhaç Delegasyonu Raporudur
Açıklanma Tarihi : 4 Ocak 2004 [EBook #10589]
Dili : İngilizce
Jonathan Ingram, Susan Woodring ve Tashih personeli tarafından üretilmiştir.
KızılHaç Delegasyonu Resmi Raporlarının Tercümesidir.
_(Documents publies a l'occasion de la Guerre Europeenne, 1914–1917)_
Yayın tarihi 1917

Aralık 1916 ve Ocak 1917 tarihlerinde Mısırda Türk Esir kamplarına yapılan ziyaretlerin raporudur.

~GİRİŞ~

Mısır İngiliz Kuvvetleri Başkomutanı General Murray izniyle Savaş Esirleri Dairesi İdarecisi Korgeneral II. G. Casson ve Albay Simpson yardımıyla bir program hazırlandı.

~1. HELIOPOLIS KAMPI.~

Tarih :2 Ocak 1917
Mevcut : 3,906 Türk astsubay ve asker.
3 Adet Sıhhiye Askeri, 2 Ermeni Doktor (Osmanlı Subayıdır). Kamp kapasitesi 15,000’dir.
_Yatakhaneler._--. …Koridorlarda yangına karşı kovalar bulunmakta olup esirlerin suyu içmesini engellemek amacıyla az miktarda Lizol karıştırılmıştır…..
Haftada bir kez kıyafetler dezenfekte edildiğinden kampta herhangi bir haşere yoktur.
_Tıbbi Bakım._--… Albay E.G. Garner ve 2 Ermeni Doktor kontrolündedir (Arsen Khoren ve Leon Samuel). Dört İngiliz hastabakıcı ve üç Türk askeri vardır.
Esirlerin %20 si Optalmia hastalığı vardır. Bu hastalığın nedeni ise yakalanmadan önce çölde geçirdikleri zamandır. Bu hastalar Çinko ve Protargol ile tedavi edilmekte.
Esirlerin genel anlamda sağlığı iyidir…
_İletişim._--…….Esirlerin birçoğunun parası var. Bazıları Türk Kızılayı aracılığıyla ailelerinden para alıyor… Esirlerin sadece birkaç tanesi okuryazar ama istedikleri an ve istedikleri kadar mektup yazma özgürlükleri vardır.
_Esir Destek Grubu._--Kampta yerleşik esir destek grubu yok ve herhangi bir maddi yardım yapılmıyor. İstanbullu Başçavuş Hüseyin Hasan kampta birçok yoksul asker olmasına rağmen bunlara yardım yollamanın gereksiz olduğunu çünkü askerlerin gıda, giyecek ve tütün anlamında çok iyi bakıldıklarını beyan etti.
_Esirlerin davranışı._--Her şeyden çok daha fazla etkilendiğimiz konu kamptaki disiplin ve temizliktir.. Ankara’dan Başçavuş Hassar Mohammed ve Konya’dan Hamit Abdallah esirler adına şikâyetleri olmadığını ve kendilerine iyi davranıldığını beyan etti.

~2. İKİ NUMARALI HASTANE, ABBASIYE, KAHİRE YAKINLARI.~
Tarih 2 Ocak 1917
…İngiliz Kızılhaç Hemşireleri ve 18 Türk hastabakıcı yaralı ve hastalara bakmakta.
_Temizlik._--..Su kalitesi iyidir ve Kahire sus sitemi kullanılmaktadır. Esirler istedikleri zaman sıcak-soğuk banyoları kullanabilir…
_Hastalıklar._--…….İngiliz doktorlar Türk hastalarının acıya dayanıklılıklarına hayrandır. Ziyaret güne kadar bakımı yapılan Türk hasta sayısı aşağıdaki gibidir:…
_Ölümler._-- 8 Ağustos 1916 ile 1 Ocak 1917 tarihleri arasında Abbasiye hastanesinde 45’i dizanteriden olmak üzere 66 Türk askeri ölmüştür. Dizanteriden ölen askerlerin çoğu Hicaz bölgesinden zayıf ve hasta olarak gelmiştir.

~3. MAADI KAMPI.~
Tarih : 3 Ocak 1917
Ana kamp Kahire’nin 9–1/3 mil güneyinde, Nil nehrinin sağ yatağı üzerindedir… Yakalanan tüm esirler önce buraya getirilmekte ve daha sonra Mısırda diğer kamplara dağıtılmaktadır.
_Mevcut._--5556 Türk astsubay ve asker. Bunlara kısa zaman önce Sina Çölünde El-Arişte yakalanan 1,200 personel dâhildir. Bu kampta Subay yoktur. Esirler arasında Türklerin yanı sıra Araplar, Ermeniler, Yunanlılar, Filistin ve Mezopotamya Yahudileri ve Senusi kabile askerleri vardır. Esirlerin birçoğuyla konuştuk. Yemekler konusunda bir şikâyetleri yok. Dikkate değer tek şikâyet çok sık pirinç yediğinden yakınan bir esirden geldi.
_Kıyafet._--…Kampa gelen esirler önce büyük bir bahçede soyunuyorlar. Sağlık nedenleriyle bu kıyafetler yok ediliyor. Dezenfekte edilen esirlere yeni kıyafetler veriliyor…
Yıkanmak için su bol. Kampta sıcak ve soğuk duşlar mevcut ve esirler en az haftada 1 kez banyo yapmak zorunda. İsteyenler günde 4 kez banyo yapabilir.
_Tıbbi Bakım._--..Kamp Baş Hekimi Yüzbaşı Scrimgeour olup barış döneminde
Nazareth’de çalışmakta imiş. Asistanları ise bir İngiliz doktor ve Suriyeli 4 Arap doktor. Doktorların tamamı Türkçe ve Arapça biliyor. 12 tane Türk hastabakıcı var. Gerektiğinde kampa Diş Hekimi geliyor.. Kamp açıldığından beridir 35 tersiyan ateşi vakası görülmüş…… Şu anda 6 trahoma vakası tedavi altında, protargol uygulanıyor…..
Savaş sırasında uzuv kaybeden 55 esir tedavi altında… Bunlardan 2 tanesi kör.
_Şikâyet Hakkı._-- Kamp komutanı her gün denetleme yapmakta. Esirlerin şikâyet hakkı var. Komutan Türkçe ve Arapça bilen birkaç İngiliz subayı aracılığıyla iletişim kuruyor. Buna ek olarak, esirlerin sık sık kampları ziyaret eden Korgeneral Casson’a temyiz hakkı var.
_Dini Vecibeler._-- Esirlerin dini vecibelerini yerine getirme fırsatları mevcut… Bazı esirler çoğu zaman Kuran okurken bir kısmı ise umursamıyor. Esirler arasında farklı ırklar, kökenler olmasına rağmen birbirleriyle iyi geçiniyorlar ve çatışma durumu çok az.
_Oyun ve Boş zamanlar… Esirlerin birçoğu renkli boncuklardan sanatsal yönü ağır cüzdanlar, bilezikler vs. yapıyor.
_İletişim_--Esirlere birkaç mektup dışında mektup gelmiyor. Kendi dillerinde 15 günde bir yazma hakları var ancak bunu kullanmıyorlar… Göründüğü kadarıyla Türkiye’ye yazılan mektupların çoğu, sahiplerinin bulunamamasından dolayı, geri gelmekte.. Bağdat alanında yakalan ve Burma’ya yollanan esirlerden bir kısmı evden para almış ancak Maadi kampına intikal ettirildikleri son bir-iki aydan beri para gelmemiş…
_Zihin Sağlığı._-- Esirlere sorduğumuz sorular sonucunda kendilerine uygulanan davranış konusunda herhangi bire şikâyet iletilmedi… Kahire’de görevli Ermeni Din Adamları hemşerilerine yardım ediyor….

~4. KAHİRE MISIR KIZIL HAÇ HASTANESİ~.
Tarih: 4 Ocak 1917
Prens Fuat Paşa idaresindeki Mısır Kızıl Haç Kurumu, Paşa tarafından dindaşlarına yardım etmek çabasıyla 1915 yılında yaralı ve hastalara yardım amacıyla kuruldu… Bu hastane tamamen Türk Kızılayı kontrolü altında olup Kahire Tıp Fakültesi Dekanı Profesör Dr. Keating aracılığıyla Kızıl Haç ile bağlantı içerisinde.
_Sıhhiye Personeli._-- Hastane doktorlarının tamamı Mısırlı. Başhekim Dr. Hilmi Bey’e ek olarak iki doktor, iki cerrah ve iki eczacı hastanede yerleşik.
_Hastalıklar._--Kuruluşundan beri Mısır Kızıl Haç Örgütü 2,245 yaralı ya da hastayı tedavi etti. Şu anda hastanede 149 esir olup, 8 tanesi Osmanlı Subayı, 141 i Osmanlı askeridir… Bunlardan 25 tanesi göz enfeksiyonu nedeniyle buradadır. 1915 ve 1916 yılları arasında ölümler 155’tir..

~5. KAHİRE KALESİ KAMPI.~
Tarih: 3 Ocak 1917
Bu kamp kalenin en önemli yapılarımdan olan Hazine Sarayında Kurulu ve sadece Mekke yakınlarında Hicazdan esir edilen kadın ve çocuklara ayrılmış.
_Mevcut._--Toplam 229 kadın ve 207 çocuk (7 tanesi kampta doğmuş). Kısa süre sonra 200 kadının daha getirilmesi bekleniyor… Esirler 3 sınıfa ayrılmış. 1. sınıf esirler subay eşleri ve çocukları; 2. sınıf esirler astsubay eş ve çocukları; 3. sınıf esirler ise er ve hizmetkârların eş ve çocukları. Bu sınıflandırma esirlerin sosyal statülerine mümkün olduğu kadar uyulmak amacıyla yapılmış…
_Gıda._-- Gıda tedariki tamamen özel teşebbüs elinde olup taşeronlar aracılığıyla sağlanıyor. Yiyecek tedariki her sınıf için aynı ve sınırsız.
_Temizlik_--Su şehir hatlarından alınıyor. Esirler istediği anda banyo alabilir. 1. sınıf esirler çamaşırları hizmetkârlara yaptırabilir ya da 3. sınıf kadınlara ücret ödeyerek yaptırabilir... Tuvaletlerde Türk usulü olup her birinde Lizol vardır. Bu tuvaletler her gün taşeronlar aracılığıyla Kahire ana kanalizasyon sistemine boşaltılıyor.

_Tıbbi Bakım ve Hastalıklar._--Başhekim Yüzbaşı Scrimgeour her gün kampa geliyor. Keza, 1 Yunan kökenli doktor haftada 4 gün kampı ziyaret ediyor. Her iki doktor da Türkçe ve Arapçayı iyi derecede konuşuyorlar. Müslümanların dişleri genel olarak sağlıklı olduğundan diş hekimine pek ihtiyaç duyulmuyor. Bu aşamada esirlerin sadece yüzde 5-10’u sağlık hizmetlerinden yararlanıyor ve bunların hemen tamamı bronşit, kabızlık, amel ve çocuklarla kadınlarda göz enfeksiyonlarından dolayı doktora başvuruyor.
_Eğitim._--Kampta bir okul kurulmuş ve 12 yaşına kadar olan çocukların okula gitmesi zorunlu. Bir bayan öğretmen çocuklara Türkçe, Arapça ve günde yarım saat İngilizce ders veriyor.
_Entelektüel Farklılıklar._-- Kadınların bu anlamda bir isteği ya da ihtiyacı olduğu gözlenmedi. Günlerini konuşarak ve sigara içerek geçiriyorlar.
_İş…. Tamamen gönüllüdür… Ancak kadınların birçoğunun yeterince parası olmasından dolayı bu konuda hevesli değiller...

~6. RAS-EL-TİN KAMPI.---
Tarih: 5 Ocak 1917

Sivil enterne kampı. Şam’a 5 km. mesafede deniz kenarındadır.
Kampta askerlik çağında 45 Osmanlı sivil ve 24 yaşlı erkek ya da çürük var.i

Kampta kalan esirlerden bazıları Hacca giderken Mekke Emiri’nin askerleri tarafından tutuklanmış ve İngilizlere teslim edilmiş. Bu kamp birkaç güne kadar boşaltılacak ve 5000 kişi kapasiteli Sidibişir kampına aktarılacakmış… Sidibişir kampında sivillere özel bir kısım ayrılacak…
1916 yılında Şam Amerikan Elçisi ve Atina Amerikan temsilcisi bu kampı ziyaret etmiş.

_Temizlik._-- Şam su siteminden gelen su yeterli ve sağlıklı..Tuvaletler kısmen Alaturka kısmen Alafranga olup her 10 kişiye 1 tuvalet düşüyor….Tuvaletler her gün dezenfekte ediliyor. Yerler ve tuvalet çukurları Lizol ile dezenfekte ediliyor. Üst kısımlar ise kireçle temizleniyor. Kanalizasyon denize akıyor. Süprüntüler ise özel bir ocakta yakılıyor…


_Tıbbi Bakım._-- Her gün sabah saat 9 da muayenehane açık olup aralarında 1 ya da 2 Osmanlı olan 9-10 kişi revire çıkıyor. İbrahim Assan adlı Fransızca ve İngilizce’yi güzel konuşan bir esir hastabakıcı-tercüman olarak görev yapmakta…kampta ya da Şam hastanesinde herhangi bir ölüm kaydı yok. İbrahim Hassan hastaların gereken hizmeti aldıklarını ve yerleşik doktora minnettar olduklarını belirtti.

_Dini vecibeler ve Eğlence._-- Esirler günlük ibadetlerini yapmakta. Sidibişir kampında bir Cami inşa edilecek.….Her akşam sinema gösterisi var. Kampta piyano ve armonika bulunmakta. Savaş öncesi Kahire’de fotoğrafçılık yapan bir esir kampta sanatını sürdürmekte.

_İş._-- Esirlerin çalışması talep edilmiyor...

_İletişim, Para havalesi ve Paketler._-- Az sayıda para havalesi gelmekte. Enterne edilen Türkler genel anlamda cahil. Eşleri Kahrede tutulan esirler ve zaman zaman onları ziyaret izni olanlar eşlerinin iyi bakıldığını bildiklerinden nadiren mektup yazıyor. Kampa nadiren paket geliyor ve bu anlamda gereklilikler açısından herhangi bir Sivil Toplum örgütü burayla ilgilenmiyor.

_Esir Destek Gönüllüleri._--Fransızca ve İngilizce’yi çok iyi konuşan Osmanlı tercüman aracılığıyla bize iletilen tek şikayet yoksul olan bir grup esirin şikayeti olup bir çoğu Türkler tarafından geleneksel olarak giyilen çarıkları giymek istemediklerini ve normal zamanda giydikleri şekilde kundura istedikleriydi. Tercümana bu kişilerin bir listesini çıkarmasını söyledik ve bu listeyi kamp komutanına onaylattıktan sonra bu şahıslara ihtiyaçları olan kıyafet ve ayakkabılarını almak üzere Osmanlı Kızılay’ı fonlarından 2,000 Frank göndermeyi kararlaştırdık

~7. Seydibeşir Kampı.~
(6 Ocak, 1917 tarihinde ziyaret edildi.)

Seydibeşir esir kampı İskenderiye şehrinin 15 kilometre kuzey doğusunda, deniz kıyısında sağlıklı bir noktada kuruludur.

Kamp Mevcudu; Kampta 430 subay tutulmakta olup bunlardan 60 tanesi 1915 Şubat ayından beridir burada bulunmaktadır. Ayrıca subaylarla beraber tutuklanan 410 emir eri vardır. Her bir Subayın bir emir eri bulunmaktayken ayrıca 10 tane imam ve 20 sivil vardır (siviller Mekke emiri

Kamp Komutanı Yarbay Coates’tur

Mısır Amerikan temsilcisi kampı iki kez ziyaret etmiştir.

Yatakhaneler; Seydibeşir kampı yatakhane düzeni biz vardığımız ana kadar henüz tamamlanamamış olup bazı binaların halen inşa edilmekte olduğunu gördük. Ancak subayların kalacağı yerler tamamlanmış olup bazı eşyalar dışında eksik yoktu.

Yönetmeliklere göre, her bir odada kalması gereken şahıs sayısı rütbeye göre belirlenmektedir. Yüzbaşı rütbesine kadar olanlar dört kişi bir odada olmak suretiyle yerleştirilmektedir. Yüzbaşı rütbesinde olanlar üç kişi bir odaya Albay rütbesinde olanlar ise iki kişi bir odaya olmak suretiyle yerleştirilmektedirler (daha üst rütbedeki subayların bazılarına tek kişilik odalar tahsis edilmektedir)Emir erleri başka yerde kalmaktadırlar. Binaların tamamı elektrikle aydınlatılmakta olup elektrik yerel bir santralden alınmaktadır.

Gıda; Subay kantini bir taşeron tarafından işletilmektedir. Subayların kendi aralarından seçtikleri bir tanesi menü hazırlama ve yemeklerin düzgün yapılmasından sorumludur. Menü seçeneği ve kalite konusunda herhangi bir sınırlama yoktur… Yiyeceklerle ilgili bize ulaşan herhangi bir şikâyet yoktur. Türk subaylar her birinde 150 kişilik oturma yeri olan iki salonu kullanıyorlar. Masaların üzerinde örtüler var; porselen ve sair takımlar uygundur.

Kıyafet; Türk subayların kıyafetleri mevsime uygundur. Arzu ettikleri takdirde her türlü kişisel bakım ürünleri ve sair malzeme satın alabilmelerinde bir kısıtlama yoktur. Çoğunluğu sivil kıyafetli olup fes takmaktadırlar. Şam’da işyeri olan bir tüccar zaman zaman siparişlerini almaktadır.

Emir erlerini kontrol ederken bazılarının çarşaf eksikliğinden ve çekmece yokluğundan şikâyet ettiklerini duyduk. Bizi şaşırtan bu duyumu takiben hemen inceleme başlattık. İnceleme sonuçlarına göre; emir erlerine yönetmeliklere göre verilmesi gereken çarşaflar verilmektedir ve bunlar alınırken imza karşılığında alınmaktadır. Ancak emir erlerinden bazıları bu çarşafları aldıktan sonra subaylara satmaktadır; eksiklikten şikâyet edenler ise bunlardır.

Temizlik; Şehir şebekesinden bol miktarda içme suyu gelmektedir.……..

Yatakhanelere uygun mesafede betondan 44 adet alaturka tuvalet bulunmaktadır. Tuvaletler yaklaşık beş metre derinliğinde kuyuların üzerine inşa edilmiş olup her gün kireç ve Lizol ile dezenfekte edilmektedir. Koku hemen yok gibidir.

Tıbbi Bakım; Seydibeşir kampındaki mahkûmların sağlığı ile İngiliz uyruklu Albay Gillespie ilgilenmekte olup yardımcısı ise daha evvel Halep’te doktorluk yapmış olan bir Ermeni doktordur. Her iki doktor da Arapça ve Türkçe konuşmaktadır. Dr. İbrahim adında bir Tabip Binbaşı hastanede esirlere yapılan cerrahi müdahalelere dâhil olmaktadır. Binbaşı esirlere verilen tıbbi bakım hizmetinden tamamen memnun olduğunu belirtmiştir. Diş problemleri olan subaylar İskenderiye’de bulunan bir diş hekimine götürülmektedir. Kampa yeni getirilenlere 14 gün süreli bir karantina uygulanmakta olup kampın bir başka özel bölümünde tutulmaktadırlar. Şu anda karantina altında 36 subay ve 34 emir eri bulunmaktadır.

Hastalık ve Ölümler; Seydibeşir kampında tutulan tüm subaylar çiçek hastalığı, tifo ve kolera hastalıklarına karşı aşılanmaktadır ve kampta herhangi bir salgın yoktur. Her gün üç ya da beş subay revire çıkmaktadır. Haftalık olarak yaklaşık 6 hafif sıtma hadisesi görülmekte olup her ay üç ya da beş koli basili dizanteri vakası görülmekte ve serum uygulamasıyla tedavi edilmektedir. Daha ciddi olan tek bir dizanteri vakası İskenderiye’de bulunan İngiliz hastanesine sevk edilmiştir. Yaz aylarında hafif şiddette bazı ishal akaları görülmektedir. Subay emir erleri arasında üç adet trahoma vakası görülmüştür. Hicaz’dan gelen dört adet tüberküloz hastası kampa alınmadan doğrudan hastaneye alınmış ancak bunlardan iki tanesi 20 ve 30 günlük tedavilerin ardından ölmüştür.

Şu anda Seydibeşir revirinde:
Ayağında yara olan bir subay, farenjit hastası bir subay ve Yüzde ½ albümin problemi olan bir subay bulunmaktadır.
Türk subaylarından bazıları savaş sırasında yaralanmıştır:

Bunlarda bir tanesi kalçadan kesilmiş ve yapay organ takılmıştır. Bir tanesinin her iki ön kolu kırılmış ve dört kez cerrahi müdahale yapılmıştır. Bu şahıs şu anda iyileşme dönemindedir.

Bir tanesi kafatasında kırıklıktan dolayı yarı felç geçirmiş ancak şimdi yeniden hareket edebilmekte ve koltuk değnekleri yardımıyla yürüyebilmektedir. Ayağı sakat olan bir başka subay ise bacakta bulunan ana sinirlerden birisinin parçalanması nedeniyle topallamaktadır.

Mekke Kadısı Salih Sıdkı kronik Mide ağzı problemi nedeniyle kendisine hastanede yapılan cerrahi müdahale ve bakımdan dolayı İngiliz yetkililerine olan minnettarlığını bildiren bir mektubu bize vermiştir.

Mahkûmların talepleri; Bazı subaylar ihtiyaçlarını almak üzere İskenderiye’ye bırakılmamaktan şikâyet etmişlerdir; ancak şu durumda böyle bir talep yerine getirilememektedir. Diğer taraftan, subayların bir kısmı Kahire’ye gitme ve eşlerini görme izni almış olup bu iyilik bazı nadir durumlarda yapılmıştır ve genele uygulanamayacağı açıktır. Bazı subayların talep ettiği üzere bu izinleri oğulları, kardeşleri ya da sair akrabaları görmek isteyenlere vermek açıktır ki mümkün değildir.

Kaçmayacaklarına dair şart olması halinde, Subaylara 26 kişilik gruplar halinde ve silahsız bir asker gözetiminde her sabah kamp dışında iki saat yürüme izni teklif edilmiş ancak subaylar şartlı getirilen bir teklifin kabul edilmeyeceğini beyan ederek bu teklifi ret etmişlerdir.

Barakalara son zamanlarda yağmur suyunun sızdığına dair birkaç şikâyet aldık ancak böyle bir durumun nadiren ortaya çıkmış olması önemli olarak değerlendirilebilecek bir şikâyet değildi.

Ödenekler; Subaylara yapılan ödenekler Savaş Kabinesi tarafından belirlenmekte. Teğmenlere günde 5 Frank, Binbaşılara günde 5 Frank 75 ve üst rütbelilere ise rütbeye göre ödenek yapılmakta.

Emir erleri, sade nefer olduklarından herhangi bir ödenek almamaktadırlar. Bunların bazılarına subayları para vermekte bazılarına ise vermemektedir. Çoğunluğunun parası var ancak yine de kamp kumandanına en fakir askerlerin acil ihtiyaçlarında kullanılmak üzere 20 lira bıraktık.

İletişim; Mahkûmlar istedikleri kadar mektup yazabilirler ancak bu ayrıcalıktan hemen hemen hiç faydalanmıyorlar ve kural olarak çok az mektup alıyorlar. Mektupları 40-45 günde ellerine ulaşıyor. Kampa gelen para havalesi sayısı ise çok az.

Dini vecibeler ve Eğlence; Mahkûmların dini inançlarına göre ibadet etme konusunda her türlü olanakları mevcut.……. Kamp içerisinde bir adet cami bulunmakta.

Kampta 40 adet müzik aleti bulunmakta; subaylar için bir adet piyano kiralanmış.

Mahkûmlar futbol, tenis, kâğıt oyunları ve satranç oynuyorlar. Birçoğu ise okumakla vakit geçiriyor.

~8. Bilbeis Kampı.~
(16 Ocak, 1917 tarihinde ziyaret edildi.)

Bilbeis Kampı Kahire’nin 65 kilometre kuzey doğusunda kurulu olup ziyaret tarihinde aşağıda gruplandığı şekilde 540 mahkûm vardır:

Birinci Bölük. Osmanlı ordusuna mensup 9 Arap asker; Suriye’den 5 Türk askeri; 30 Mısırlı

İkinci Bölük. Trablusgarp’tan yüz yetmiş beş Senoussi ve asker. Batı’dan 185 bedevi ve farklı uluslardan sivil esirler.

Türk sayısı az olmasına rağmen kampı ziyaret etmenin doğru olduğunu düşündük. Bu kampta da Mısır’da bulunan diğer kamplardaki esirlere uygulanan muamelenin aynı olduğu konusunda emin olmak istedik.
Kamp komutanı Albay Collins’tir.

Temizlik
Tuvaletler Türk usulü olup her gün boşaltılan kovalardan oluşmaktadır ve Kireç/Lizol ile dezenfekte edilmektedir. Kampta koku mevcut değildir.

Tıbbi Bakım; Dr. İbrahim Zabaji, Suriyeli bir Mülteci doktor kampın tıbbi işlerinden sorumludur.

3 tane Türk ve 1 tane Kıpti hastabakıcı bulunmakta.

10 kişi trahoma hastası olup protargol ile tedavileri yapılmakta.

… Şu anda hastanede yatan 4 hasta vardır: 1 tane göz problemi, 1 tane tüberküloz vakası, 1 tane bronşit vakası ve 2 tane ateşli vaka gözlem altındadır.

Bu kampın kuruluşundan beri 6 esir ölmüştür.

İletişim; Cahil sayısının çok fazla olması nedeniyle ( %98) çok az mektup yazılıyor. Göçer kabile üyelerine mensup olanlar için iletişim hemen tamamen yok.

Din; Tek bir Kıpti dışında, tüm mahkûmlar Müslümandır. Aralarında birçok imam vardır.

Disiplin ve davranışlar; Disiplin konusunda herhangi bir şikâyet yok, herhangi bir kaçma girişimi olmamış. Irk anlamında farklılıklar olmasına rağmen mahkûmlar arsında nadiren anlaşmazlıklar oluyor ve yetkililerin müdahalesine pek gerek olmuyor. Yaşlı ve takatsiz olup kendisine özel bir çadırda kalan bir şeyh ile görüştük; her anlamda memnun olduğunu bildirdi.

~SONUÇLAR~
Cenevre merkezli Uluslar arası Kızıl haç Komitesi savaşın başlangıcından beri karşıt ülkelerin savaş esirleri ve sivil gözaltı kamplarına ziyaretler organize etmiştir.

Mısır kamplarını incelemek üzere gönderilen misyon görevlileri MM. Dr. F. Blanched, E.
Schoch, ve F. Thormeyer hâlihazırda Almanya, Fransa, Fas ve Rusya’da kampları incelemişlerdir. Mısır kamplarında bulunan mahkûmları diğer bölge kamplarıyla karşılaştırma iznine sahiptirler.


Burada gözlemlerimizi özetleyeceğiz.

Heliopolis, Maadi, Kahire Hisarı, Ras-el-Tin, Sidi Bishr kampları ile Abbassiah ve Mısır Kızıl haç Hastanelerini ziyaret ettik.


Sağlık bakanlığı her yerde gerçekten dikkate değer şekilde organize olmuş. İçme suyu ve kullanma suyu bolca mevcut.
Her kampta bir adet dezenfekte fırını var ve çarşaflar ile kıyafetler haftada bir kez mikroplardan arındırılıyor. Herhangi bir yerde haşere göremedik.

Cepheden yeni gelen askerlerin temizliği ile ilgili olarak özel ilgileniliyor. Bu önlemlerin bir sonucu olarak ve aşılama faaliyetleri neticesinde kamplarda herhangi bir salgın yok. Her kampta İngiliz doktorlar nezaretinde ve Ermeni ve Suriyeli doktorlar yardımıyla gerekli tıbbi bakım verildiği görüldü. Hastanede çalışan görevliler buraları tamamen düzenli tutmaktalar.

Diş Hekimliği ihtiyacı olur ise ki Osmanlılar arasında nadiren diş problemi görülmekte, şehirde ya da kampta bulunan diş hekimleri kullanılmakta.

Kamplarda buluna kayıtlar incelendiğinde temizliğin iyi durumda olduğunu tespit ettik.

Cahil mahkûmların had safhada olmasından dolayı iletişim diğer kamplardakinden çok daha az. Mesafelerin çok fazla olmasından dolayı mektupların getirilip götürmesi çok uzun süre alıyor. Sansür ise liberal seviyelerde olup herhangi bir şikâyete yol açmıyor. Türkiye’den yollanan Para havaleleri eksiksiz ödeniyor ancak hem havale hem de paket sayısı çok kısıtlı.

Türk esirlerin disiplininin olağanüstü olduğunu duymaktan memnuniyet duyduk. Kendi subaylarının bunda etkisi çok büyük.
Özetle, dikkatle yaptığımız gözlemlere dayanarak, kampların idarecileri, kumandanları ve müfettişleri mahkûmlara insan gibi davranmakta ve zorlukları yumuşatmakta ellerinden geleni yapmaktadırlar.

Gözlemlediğimiz üzere İngiliz hükümetinin sivil gözaltı vakalarının değişimi konusundaki teklifleri yakında sonuç verecek olup ve umarız ki bu önlem sakatlanmış olan tüm sair savaş esirleri için de uygulanacaktır.

KAHİRE, OCAK, 1917_.

ULUSLARARASI KIZIL HAÇ KOMİTESİ TEMSİLCİLERİ.
Dr. F. BLANCHOD.
F. THORMEYER.
EMMANUEL SCHOCH.



İngilizlerin Mezopotamyaya yaptıkları saldırıların temel ve resmi nedeninin Anglo-Persian Petrol Şirketi çıkarlarını korumak olduğu biliniyor. Diğer savaş taktiklerinin yanı sıra “Hush Hush Brigade” adıyla bilinen ve İngilizler, Amerikalılar, Kanadalılar, Anadolu Ermenileri, Yunanlılar, Fransızlar, Yeni Zelandalı başıbozuk, vahşi paralı askerlerden Bağdat’ta oluşturulup İrana’a yollanan ve buradan Ermeni ve Gürcüleri kışkırtmak üzere faaliyet gösteren birlikler olduğunu da (1)
Aralık 1917 itibarıyla 300 binden fazla askerin firar ettiği bir ordu düşünün, ve bunların bir çoğunun kendi ülkelerinde düşmandan kaçtıklarını, çeteleştiklerini, halkı soyduklarını ve hatta kışkırttıklarını ve hatta kurtuluş savaşında 10 bin civarında kişinin firar ettiği bir ordu(2) ve Arabistan çöllerinde ihanet eden Osmanlı tebası halklar..(3) Tabii ki bu kadar hainin olduğu yerde kahramanlar da vardır. Ancak bu kahramanları bugün pek fazla kimse anmaz, düşünmez.

Bu yazı konusu pek az bilinen Arabistan çölleri, Yemen, Filistin, Irak, İran, Suriye, Mısır, Trablusgarp gibi yerlerde savaşan dedelerimin çektikleri acıları bireysel olarak anlamam arzusundan yola çıkılarak araştırıldı. Tabii “Katran Kazanında Sterilize” adlı kitap bu arzuyu tetikleyen unsur oldu. Bu bağlamda araştırmayı yapan şahıslara minnettarım. Bilmediğim şeyleri sayelerinde öğrendim.

Kızıl haç raporları ve sair belgelerden edindiğim izlenimlere göre sıradan erin yaşamı gerçekten subaylara nazaran daha zor imiş. Ancak Osmanlı ordularının savaş hali durumu göz önüne alındığında, erlerin esir olarak kamplardaki yaşamlarının orduda olmaktan daha iyi olduğu kanısına vardım. Yazı başlangıcında sözünü ettiğim kitaptaki iddialar bence bireysel tecrübeleri, belki de bireysel kinleri ortaya koymuş olanların anlattıklarını andırıyor. 15 bin gibi bir sayı verilerek bu insanların bilinçli olarak kamplarda kör edildiği bana gerçekçi gelmiyor. Çünkü, aksi takdirde bu 15 bin insan savaş sonrası nereye gitti ? Ne oldu bunlara ? Bunlardan hiç mi ortaya çıkıp olan biteni anlatmadı? Bu 15 bin insanın kör edildiğini gören en azından 15 bin tane de sağlam insan olması gerekirdi. Kızılayın da bu konularda bilgisi olduğu çeşitli yabancı kaynaklarda görülüyor, peki Kızılay kaynakları ne diyor? Tabii bu bulgulardan hiç esir iken ya da savaş sırasında kör olan yoktu diye yola çıkmak da abesle iştigal olurdu. Elbette kör olan askerler varmıştır ama ben bunların savaş nedeniyle ve kızgın çöllerde yakıcı kum fırtınalarında kör olma olasılığının daha fazla olduğunu düşünüyorum. Diğer taraftan, savaşlardan sonra toplumumuzun mecazi anlamda “kör” olduğunu ise burada teslim etmek istiyorum.

Üstelik o dönemde Anadolu’dan gelen insanların büyük çoğunluğunda trahoma hastalığı olduğu, konunun Amerikan elçiliği vasıtasıyla o dönemde incelendiği, kızgın çöl kumlarının sadece Türk değil İngiliz askerlerinin gözlerinde de problem yarattığı, ve sonuçta bu iddianın geçersiz olduğunu anlayan hükümetin işin peşini bıraktığı gerçeği var.

Bu söylediklerimden İngilizlerin esirlere çok iyi davrandığı sonucunu çıkarmak ta akıl işi değildir. Sonuçta savaş bir ölme ve öldürme oyunudur. Bir çok esir Osmanlı tebasının İngilizler ve Fransızlar ve Ruslar elinde kötü davranışa, işkenceye, katliama maruz kaldığı da zaten Müttefiklerin kendi kayıtlarında, bireylerin yazdıkları günlüklerde, torunlarına vicdan azabıyla anlattıkları kayıtlarda kısmen vardır. Tıpkı Osmanlı ordularının eline düşen bazı askerlere bazı şahıslar tarafından kötü davranıldığının, işkenceler yapıldığının bilindiği gibi. Ancak şu bir gerçektir ki esir Osmanlı askerleri kamplara ilk getirildiklerinde lizol ekli kazanlara sokulmuşlar. Bu eylem ise her ordunun temizlik anlamında yaptığı ve savaş kurallarına göre yapması gereken bir şey. Bunu Osmanlı orduları da yapmış. Sadece yöntemler ve kullanılan malzemeler farklı olabiliyor. (4)

Hülasa, konu insanın kanını donduracak öyküler ve olaylarla doludur. Şunu aklıma bir kez daha, bu araştırma vasıtasıyla, kazıdım; geçmişini anlayamayan halklar gelecekte köle olmaya mahkumdurlar. Kendi tarihimizi bilmediğimizi, belki de öğretilmediğimizi düşünürken köleleşmeye karşı bir bilinçlendirme ve eğitim savaşının, aydınlanma savaşının tam sırası olduğunu düşünüyorum. Konu ile ilgilenenler aşağıda da birkaç tanesini verdiğim sitelerden yola çıkarak muazzam bir tarihi bilgi yumağına dalabilirler. Her durumda internette “Turkish POW” şekline araştırma yapmanız, İngilizce bilenler için muhteşem bir savaş kurgusunu, zaferleri, yenilgileri, insan acılarını, sömürgeci ve emperyalist arzuların, yani insanoğlunun hemcinsi bireylerin kalplerinde yol açtıkları sızıları gözler önüne serecektir.

Bu yazı konusu kahramanların kayıp mezarlarında rahat ve huzur içinde ve ruhlarının bizlerle olmasını diliyorum.


1) The report of LTC Edward Davis, US Cavalry 29 July 1918 to Chief of Military Intelligence Branch Washington, DC, National Archives, Military Intelligence Branch Records, Accession No. 2017-20, dated 29 July 1918, copy 1 of 3.
2) Erik-Jan Zürcher (Refusing by other means: Desertions in the Late Ottoman empire) http://tulp.leidenuniv.nl/content_docs/wap/ejz23.pdf
3) Yigal Sheffy British Military Intelligence in the Palestine Campaign 1914-1918 (London, Frank Cass 1998)
Konu ile ilgili fotoğraflar www.awm.gov.au adresli Avustralya devlet arşivleri kayıtlarında görülebilir (ref: P03137.002) http://www.richthofen.com/eef/dispatch_121617c.htm
http://www.telstudies.org/forums/index.php?showtopic=194

ÇANAKKALE DE MÜTTEFİKLERİN İKİNCİ HAREKATI

ÇANAKKALE
DENİZ KUVVETLERİ VE KARA KUVVETLERİ GÜCÜYLE MÜTTEFİKLERİN İKİNCİ HAREKÂTI
Deniz kuvvetlerinin yapacağı operasyonlarla Çanakkale'nin geçilmesi için yapılan ilk harekât üç savaş gemisinin sert akıntıların getirdiği serseri mayınlarla batırılmasını takiben 19 Mart 1915 tarihinde aniden durmuştu. Avrupa ve Asya yakalarında sıralı, Müttefiklerin hâlihazırdaki deniz kara ortak operasyonuna girişmelerine neden olan Kale ve Tabyaların savaş dışı bırakılmalarındaki gerçek zorluklar E. Ashmead-Bartlett tarafından kısmen de olsa tespit edilmiş ve 16 Nisan tarihinde The London Daily Telegraph gazetesinde haber olmuştur. Aşağıda London Times gazetesinde ve diğer muhabirler tarafından NY Times gazetesine yollanan bu yazılardan alıntılar okuyacaksınız
Doğu Akdeniz, 12 Nisan.
Türk’ün Avrupa’da günleri sayılı artık, ancak onu yok etmenin zor olduğunu ve dişli bir düşman olduğunu kimse inkâr edemez. 19 Mart sabahı gazetelerinde iki İngiliz zırhlısının ve bir Fransız zırhlısının batırıldığını, bir kaç tanesinin ise yara aldığını okuyanların birçoğu olan biteni kabul edilemez bir darbe olarak nitelemişti.
Bizlere dış kalelerin tamamen tahrip edildiği ve mayın temizleme işlerinin çok başarılı geçtiği söylenmişti. Bu haberler tamamen iyi niyetle verilmiş ve büyük oranda doğruydu da. Ancak, bu gelişmelere çok umut bağlanmış, filonun karşı karşıya bulunduğu gerçekler birçok insan tarafından tam anlamıyla algılanamamıştı- asıl engeller boğazın en dar yerine yaklaştıkça ortaya çıkacaktı. Müttefik donanmasının Çanakkale’de 18 Mart günü ortak olarak kaydettikleri ilerlemenin amacı Boğazın geçilmesi değildi. Buradaki amaç kıyıda bulunan kalelere karşı muhteşem bir gösteri olacak, böylece bu dev zırhlıların toplarına sığınan destroyerler ve mayın tarama gemileri mayın tarlalarını temizleyeceklerdi. Bu çabalar cesurane bir şekilde yürütüldü ve çok başarılıydı ancak, ne yazık ki ilerleme durmak zorunda kaldı çünkü serseri mayınlar beklenmedik bir şekilde üç zırhlının felaketine sebep olmuştu. Ancak, maruz kalınan tehlikenin boyutları ve bunların savaşın geleceği üzerinde oynayabileceği rol göz önüne alındığında, ödenen bu bedellerin çok yüksek olduğunu düşünmemek lazım. Türkler her zaman için Çanakkale’nin Geçilmez olduğuna inanmışlardır ve bu inanç, deniz kuvvetlerinin bu inancı imtihan etmeye karar verdiği ana kadar sıradan insanlar tarafından da kabul görmüştür. Sonra, bilinmeyen bir nedenle pek de hak verilemeyecek bir iyimserlik dalgası ülkeyi sarmış ve fakat 18 Mart sabahı halkın gözü açılmıştır.
Yelkenli gemiler döneminde Çanakkale hiçbir Amiralin inançla karşı durmaya cesaret edemeyeceği çetin bir engeldi.
On dokuzuncu yüzyılın başlarında bu engelleri aşmak neredeyse imkânsızdı. Boğazda var olan tehlikeler günümüzde kullanılan uzun menzilli silahlar, torpidolar ve mayınlar nedeniyle on kat daha artmıştır. Buna rağmen, Deniz kuvvetleri engeller olsa bile Boğazın zorlanabileceğine inanmakta olup bu inanç 18 Mart muhteşem denemesiyle daha da artmıştır. Gemiler kaybedilecektir ancak, alınan sonuç kayıpları haklı çıkarıyorsa, filo denemeyi yapmaktan bir an olsun geri kalmayacaktır.
Fakat donanmanın Çanakkale’yi geçtiği ve Marmara Denizine girdiği anda ya da İstanbul’a girdiği anda Gelibolu Yarımadasını işgal edecek güçlü bir ordu yoksa boğazın bu yakası hemen kapanacak ve Alman subayların desteğini ve entrikalarını arkasına alan Türkler savaşa devam etmek isterlerse, filo girdiği yerden çıkmak zorunda kalacak ve yeni bir mayın temizliği yapmak zorunda kalacaktı. Deniz savaşlarında kalelere karşı gemilerin hiç bir şey ifade etmeyeceği ya da dezavantajlı olacağı olup bu nedenle sadece bu amaç için gemileri yollamanın harcanan emeğe değmeyeceği uzun zamandır kabul gören bir anlayıştır.
Çanakkale’ye karşı yapılmış olan bu operasyondan filonun elde ettiği tecrübeyle artık bu anlayış değiştirilmek zorundadır. Ne kadar sağlam olursa olsun, taş ve betondan yapılan herhangi bir kale, net bir görüntü alındığı sürece ya da uçakların “gözcü” görevi yapıp hedef saptanmasına yardımcı olması halinde, toplardan açılan ateş sonucu savaş dışı bırakılabilir.
Gelibolu Çıkarması
Aşağıda The London Times gazetesinin Çanakkale’de bulunan muhabirinin yolladığı telgraflardan örnekler bulacaksınız. Bu yazılar müttefik güçlerinin Çanakkale’ye çıkmasıyla sonuçlanan operasyonların ilk aşamasını anlatmaktadır.
İLK TELGRAF
Çanakkale, 24 Nisan
Büyük teşebbüs sonunda başladı ve savaş zırhlıları, nakliye gemilerinden oluşan filonun tamamı Gelibolu kıyılarına doğru ilerlemekte.
Dün hava şartlarında bir yumuşama görüldü ve akşamüzeri saat 5 sıralarında ilk nakliye gemileri deniz taşıtlarının oluşturduğu labirentten geçip ağır ağır Mondros (Limni) Körfezi girişine yanaştılar. Hemen herksi yavaş yavaş etkisi altına almış olan belirgin kayıtsızlık aniden sonsuz bir coşkuya dönüştü. Güvertelerinde haki renk kaynayan devasa gemiler filonun arasından islim bastıkça, savaş gemilerinin personeli zafer çığlıkları atıyor, bandolar envai çeşit popüler melodiler çalarak onları bastırıyordu. Nakliye gemilerindeki askerler donanmadan gelen bu son selamları kulakları sağır edecek derecede sevinç çığlıklarıyla cevaplıyordu ve sonucu iyi de olsa kötü de olsa böylesine bir seferden daha ilham verici bir gösteri daha evvel görülmemişti.
Bu devasa filoyu kaza yapmadan ya da karışıklık yaratmadan körfezden çıkarmak için muhteşem bir organizasyon ve tecrübeli liderlik gerekiyordu ancak tek bir olay bile olmadı ve bunların çoğunluğu şu anda açık denizlerde güvenli bir şekilde kendi hedeflerine doğru yol alıyorlar.
Filonun tamamı ve nakliye gemileri beş farklı Tümene ayrıldı ve üç ana çıkarma yapılacak. Yirmi dokuzuncu Tümen Gelibolu yarımadasının burnuna yakın Seddül Bahir'e çıkarma yapacak ve bu tümenin operasyonları Saroz Körfezinden Çanakkale’den savaş gemilerinin ateş gücüyle korunacak. Avustralya ve Yeni Zelanda Birliği Gaba tepenin kuzeyine çıkacak. Daha da kuzeyde Deniz Tümeni kendi gösterisini yapacak.
Bu girişimin zorlukları ve tehlikeleri çok büyük boyutlarda ve herkes bunun farkında.
Sayısız silahları, binlerce eğitimli piyadesi olan ve mevzilerini hazırlamak için aylar öncesinden fırsatı olan bir düşmana karşı daha evvel böylesine büyük bir kuvvetle çıkarma yapma denemesi yapılmamıştı. Her şeye rağmen, emir komuta zincirinde müthiş bir özgüven hâkim ve personel gecikmelerin sona ermesinden ve asıl işlerinin başlamaya yakın olmasından memnunlar.
Dün gece nakliye gemileri sadece pozisyon aldılar ve armadanın Mondros limanından asıl çıkışı bu gün öğle sonrası saat 2 sıralarında başladı. Daha erken saatlerde tehditkâr görünen hava şartları şimdi tamamen düzeldi ve durum böyle sürerse hızlı bir çıkarma için ideal şartlarımız olacak.
Sabah saatleri boyunca nakliye gemileri limandan çıkış yaparak açık denizdeki pozisyonlarına doğru yola çıktılar. Aynen dün olduğu gibi bugün de benzer gösterilere şahit olduk. Koruma görevi üstlenen güçler belirli bazı gemilerden indirilecekler, diğer gemiler ise ateş gücüyle düşman mevzilerini topa tutacak ve çıkarma yapan birliklere top ateşi yapılmasını engellemeye çalışacaklar. Genel olarak operasyonun en kritik zamanının ilk 24 saat olduğu kabul ediliyor ve tüm bu girişimin başarısı ya da başarısızlığı söz konusu koruma güçlerinin kendilerine ayrılan mevzileri kontrol altına alıp ele geçirmelerine bağlı. Her bir detay iyice incelendi, provası yapıldı, her subay ve er kendisine verilmiş olan olağandışı görevin ne olduğunu bilmeli.
Deniz kuvvetleri bu binlerce personelin çıkarılmasından sorumlu olacak. Kıyı postaları ilk birliklerle çıkarmaya katılacaklar ve gemilerdeki subaylar askerlerin sahile çıkarılması esnasında teknelerin hareketlerini yönlendirecekler.
Bu savaş gemisi Avustralyalılardan oluşan bir tümeni taşıyacak olup Gaba Tepe kıyılarına çıkarılacaklar. Gemimiz çıkarma yapacak olan gemilerden birisi ve bugün öğleden sonra koruma gücünün bir kısmını oluşturacak olan 500 Avustralyalı subay ve asker gemiye geldi. Muhteşem bir gruplar ve kendilerine verilmiş olan onurlu ve tehlikeli göreve coşkuyla katılıyorlar.
Saat ikide tümen bayrak gemisi hattın başındaki yerini aldı. Ağır hareket eden nakliye gemilerinin arasından, muazzam bir tezahüratla geçtik ve Fransız gemileri ile beraber körfezden çıkış yaptık. Hiç bir görüntü savaş gemileri ve nakliye gemilerinden oluşan bu uzun hattan daha güzel olamazdı, her birisi herhangi bir gecikme ya da karışıklık olmaksızın özel randevularına doğru yol alıyordu.
Akşamüzeri saat 4’de gemi komutası ve askerler Amiral de Robeck tarafından müşterek birliklere gönderilen bildirinin gemi Kaptanı tarafından okunmasını dinlemek üzere kıç güvertede toplandı. Bunu takiben muharebe öncesi son dini ayin yapıldı ve tüm gemi personeli ve askerler kepleri ellerinde, başları öne eğik dinlerlerken papaz zafer duası okuyup bu sefer için tanrıdan kutsama diledi.
Bu önemli gecede ağır ağır kıyıya doğru istim alıyoruz ve yarın sabah Britanya bayrağına çoğu zaman zaferler getiren bir günde, saat 3’te (Pazar) randevumuz var.
İKİNCİ TELGRAF
Çanakkale, 25 Nisan.
Avustralya Koruma Birliğini Gaba Tepe kuzeyine indirecek olan birliğimiz 24 Nisan gecesi ağır ağır hedefine doğru ilerledi. Gemideki askerler personelin misafirleriydiler ve eli açık mürettebatımız onları asalet içerisinde ağırladı. Alaca karanlık bastığında tüm ışıklar söndürüldü ve kısa süre sonra askerler şafak vakti girecekleri çetin sınavdan önce son kez dinlenmeye yattılar.
Gece yarısından sonra saat 1’de gemiler randevu yerlerinin karşısına, çıkartma alanının 5 kilometre açığına gelip demirlediler. Askerler hafif uykularından kaldırıldılar ve son sıcak yemekleri verildi. Yemek güvertesine yaptığım ziyaret, çoğunluğu büyük zorluklarla dolu ilk harekâtlarına katılacak olan bu Avustralyalıların sabahın saat 1’inde neşeli, sessiz ve kendilerine güvenen insanlar olduklarını gösterdi. Beklentilerimin aksine, hiç bir endişe ya da gereksiz heyecana rastlamadım.
Saat 1.20’de gece boyunca filika vinçlerinde asılı kalmış olan filikaların indirilmesi için bayrak gemisinden işaret verildi. Aynı zamanda bunları çekecek olan buharlı uskunalarımız da indirildi. Askerler kıç güvertede kendilerine ayrılan yerlerde içtima oldular ve gittikçe kaybolan ay’ın son ışınları tarihimizde her zaman hatırlanacak olan bir görüntüyü aydınlattı.
Kıç güvertede, arkalarında devasa 12 inç toplarla bu muhteşem koloni birliği sık saflarda, tam teçhizatlı bir halde, daha altı ay öncesine kadar tıpkı adamları gibi 5000 mil ötede Avustralya’da ya da Yeni Zelanda’da sakin bir yaşam geçirmekte olan Subaylarından son talimatları alıyorlardı. Şimdi ise, imparatorluğun çağrısı üzerine bilinmeyen, yabancı bir ülkede yabancı bir sahile çıkacaklar ve farklı bir ırktan düşmana saldıracaklardı. Askerlerin yanı başında ise azametli duruşlarıyla kıyı postası bahriyelilerimiz ve deniz piyadelerimiz toplanmış, haki renge boyalı eski beyaz üniformalarıyla süslenmiş, eski tüfekler ve eski ekipmanlarla içtimaya durmuşlardı.
Bu personel teknelere komuta edecek, kıyıya getirecek ve filikalara dolan askerleri yanaştıran uskunalar bundan sonra onları alarga edeceklerdi. Her tekne çoğunluğu bir kaç dönem eğitimden sonra doğrudan Dartmouth’dan gelmiş olan genç bir deniz asteğmenin komutasındaydı ve şimdi bu personel, yetişkin adamlar gibi, çok tehlikeli ve zor bir göreve soyunmuşlardı. Komutanlar, teğmenler ve özel kıyı posta subayları uskuna gruplarını komuta ediyorlardı ve askerlerle beraber sahile çıktılar.
Gece yarısından sonra 2.05’te askerlerin bordalamış duran teknelere çıkması için işaret geldiğinde askerler hızla ve tam bir sessizlik içerisinde, herhangi bir aksaklık ya da kaza olmadan teknelere çıktılar. Asker taşıyan üç geminin her birisi askerleri her birisi dört filikadan oluşan ve buharlı uskunalar tarafından çekilen filika gruplarına boşalttılar. Koruma gücünün askerleri işte bu şekilde kıyıya çıkarıldılar. Avustralya Tugayından bir kısım asker ise muhrip gemilerle taşınmaktaydı ve bu muhrip gemiler kıyıya yanaşacak, uskunalar tarafından çekilen filikalar boşalır boşalmaz teknelerle bu grupları sahile çıkaracaklardı.
Gece yarısından sonra saat 3’te hava hala karanlıktı ve harekâta başlamak için her şey hazırdı. Savaş gemileri uskunaları alarga etmiş, merdivenler çekilmiş ve güverteler harekât için hazır, mürettebat görev yerlerine dönmüştü. Sonra, ağır ağır kıyıya doğru istim tuttuk; her savaş gemisi kendine ait yedeğiyle ilerliyordu ve bu hatlar avına yaklaşan devasa yılanları andırıyordu. Burada bulunanların son yarım saatte yaşananlar karşısında bastırdığı heyecanın hiç bir zaman unutulacağını zannetmiyorum. Son dakikada neler olabileceğini hiç kimse bilemiyordu. Düşmana baskın mı verilecekti yoksa düşman hazır ve alarmda bekliyor olacak ve tekneler sahile yanaştığında korkunç bir ateşle mi karşılık verecekti?
Operasyon uskuna ve filikaların şafak vakti sahile yanaşacağı ve eğer hazırlıklıysalar Türklerin ateş açmak isteseler bile hedeflerini henüz göremeyecekleri şekilde planlanmış, böylece de Avustralyalıların sağlam bir mevki oluşturmaları ve dolayısıyla kıyıda iyi bir koruma gücü kurmaları hesaplanmıştı.
Saat tam 4.10’da borda bordaya hatta gelmiş ve aralarında 2400 feet açıklık olan üç muhrip gemi kıyıya 2,500 yarda kadar yanaştılar. Kıyı hayal meyal seçilebiliyordu. Makineler durdurulmuş, toplar silah başı yapılmış ve güçlü ışıldaklar gerektiğinde kullanılmak üzere hazır edilmişti. Bu aşamaya kadar kıç taraftan takip eden uskunalara kıyıya yanaşma emri verildi. Savaş gemileri kanat yönünde biraz daha açıklarda pozisyon aldılar. Çünkü onların görevi hava aydınlanır aydınlanmaz çıkartmayı toplarıyla desteklemekti.
Yılanı andıran tekne hatları yavaş yavaş savaş gemilerinden uzaklaştılar, haki elbiseli kalabalıklarla o kadar doluydular ki küpeşteleri hemen hemen deniz yüzeyiyle aynı seviyedeydi. Daha sonra her grup birbirine 2400 yarda kadar yaklaşarak ilerlemeye başladılar. Savaş gemilerinin güvertesinden bakan bizler öylesine heyecanlıydık ki uskunaların çektiği yüklerin sanki onlara çok ağır geldiğini ya da bilinmez bir gücün onları tuttuğunu ve şafak vaktinden önce sahile asla yanaşamayacaklarını ve dolayısıyla da baskın şansını kaçıracaklarını düşünüyorduk.
Savaş gemileriyle filikalar arasındaki mesafe sanki hiç artmıyordu çünkü biz de denizin sığlaştığı yere kadar yavaş yavaş onların arkasından gidiyorduk. Her göz ve her dürbün karanlıkta önümüzde duran, şekilsiz ancak bir o kadar ürkütücü ve amansız görünen dağ silsilelerine odaklanmıştı.
Saat 4.50’de düşman aniden bir alarm ışığı gösterdi; ışık on dakika kadar yanıp söndü ve sonra bir daha görünmedi. Işığın görünmesinden sonra geçen ilk üç dakika neredeyse nefes almadan beklemiştik. Uzakta hemen hemen kıyıya varmış gibi görünen teknelerin siluetini seçebiliyorduk. Az önce tugayın geri kalan personelini taşıyan yedi muhrip gemi savaş gemileri arasındaki boşluklardan sessizce kayıp gitmiş ve kıyıya doğru yol alan tekneleri takip etmişti.
Saat 4.53’te aniden sahilden şiddetli bir yaylım ateş geldiğini duyduk ve anladık ki adamlarımız en sonunda düşmanla karşı karşıya gelmişti. Bu yoğun ateş sadece bir kaç dakika sürdü ve belli belirsiz duyabildiğimiz Britanyalıların sevinç çığlıklarının arasında boğuldu. O seslerin her salisesi ne kadar rahatlatıcı ve büyüleyiciydi! Sanki bize ilk mevziinin alındığını ve sahilde sağlam bir dayanak oluşturulduğunu anlatan bir mesaj gibiydi.
Saat 5.03’te ateş yoğunlaştı ve duyduğumuz seslerden adamlarımızın ateşe başladığını anlayabiliyorduk. Bu yoğun ateş saat 5.28’e kadar sürdü ve yavaş yavaş bir dereceye kadar azaldı. Ortalık gittikçe aydınlanıyor olmasına rağmen, gemide bulunan bizler neler olduğunu bilemiyorduk çünkü yönümüz hemen hemen denize sıfır mesafedeki dağların ardından yavaş yavaş doğan güneşe doğruydu.( dawn service) ve bir de hafif sis vardı. Saat 5.26’da kıç taraftan bazı nakliye gemilerinin gelmekte olduğunu, gövdelerinin kıyıya yaklaştıkça büyüdüğünü gördük. Bu gemiler geriye kalan Avustralya ve Yeni Zelandalıları getiriyordu.
İlk güvenilir bilgiler teknelerimizin geri gelmesiyle ulaşmaya başladı. Buharlı uskunalardan birisi güvertesinde boylu boyunca uzanmış iki kişi ve yanlarında rengi solgun ama neşeli görünen ve gemiye doğru el sallayan ufak tefek bir kişiyle yanaştı. Uskunadakiler daha 16 yaşında olan ve karnından vurulmuş olan ancak yarasını yerine getirilmiş bir görev, sanki sahilde muhteşem bir tatilin sonucu olarak görmekteydi. Diğerleri ise bir baş ateşçi ile küçük zabit olup o filikalarda tam çıkarma esnasında açılan ilk ateş sırasında yaralanmışlardı.
O ilk şiddetli dakikalarda neler olduğunu onlardan öğrendik. Hemen sahilde mevzi almış olan bir grup Türk tüfekler ve bir maksim makineliyle korkunç bir yaylım ateş başlattıklarında tüm uskunalar sahile hemen hemen varmışlardı. Rastlantı eseri mermilerin çoğu yüksek kalmış ancak yine de 40-50 tanesi bir filikada tıkış tıkış oturan askerlerin birçoğu vurulmuştu.
Sıkıntılı dakikalar geçiriliyordu ama Avustralyalı gönüllüler bu işin de üstesinden geldiler. Sahile çıkmak için ne bir emir beklediler ne de filikaların sahile tam olarak yanaşmasını, denize atlayarak sığ suda sahile yürüdüler, bir çeşit kaba hat oluşturarak, doğrudan düşman tüfeklerinin parıldayan ateşine koştular. Şarjörleri bile takılmamıştı. Ellerinde soğuk çelikle saldırdılar ve sanırım en son Haçlı Seferlerinden beridir ilk defa bir Osmanlı Türkü Anglo Sakson süngüsünü 25 Nisan sabahı saat 5’te tattı demekle doğruyu söylediğime inanıyorum. Her şey bir dakika içinde olup bitmişti. İlk mevzideki Türkler ya süngülenmişler ya da kaçmışlardı ve bir maksim makineli ele geçmişti.
Sonrasında ise Avustralyalılar kendilerini denize neredeyse dik inen, sık ağaçlı makiliklerle kaplı, yumuşak kaya kütlelerinin önünde buldular. Kayalıkların zirvesine doğru hemen orta kısımlarda düşmanın ikinci bir mevzi hattı vardı ve buradan aşağıda bulunan askerlerin ve ikinci çıkarma grubunu getirmek için geri dönen teknelerin üzerine korkunç bir ateş yağdırıyorlardı.
İşte karanlıkta zapt edilmesi gereken bir mesele vardı; ama bu koloni askerleri her şeyden önce çok pratikler ve bu meseleyi de pratik biçimde çözümlemeye giriştiler. Önce kendilerini toparlamak ve hiç bir askerin saldırı sırasında üzerinde tutmamamsı gereken sırt çantalarını bırakmak için bir kaç dakika beklediler ve şarjörlerini taktılar. Bu atletik yapılı ırk düşmanın ateşine karşılık vermeksizin falezlere tırmanmaya giriştiler. Birçok asker kaybettiler ancak kaygılanmadılar ve çeyrek saat gibi bir zaman içerisinde Türkler ikinci mevziden de atılmış, ya süngülenmiş ya da artlarına bakmadan kaçmışlardı.
ÜÇÜNCÜ TELGRAF.
Çanakkale, 26 Nisan.
Daha evvel tarif ettiğim olayları takiben, hava gittikçe aydınlanmaya başladı ve bulunduğumuz London gemisinden sahilde neler olup bittiğini görebiliyorduk. Bu aşamada filikaların asıl çıkarma yapılması planlanan noktaya değil de Gaba tepenin biraz daha kuzeyine, kayalıkların denize dik indiği bir başka noktaya çıktıkları anlaşıldı. Aslına bakarsanız bu hata tanrının gizli bir lütfüydü çünkü düşman piyadesinin yukarıdan ateş etmek için pozisyon alacağı bir şev yoktu ve çok sayıda uçurum, sırt ve zemindeki çukurluklar kırk elli metrelik sahili geçtikleri anda sağlam siperler oluşturuyordu.
Çıkarmanın yapıldığı yerin hemen üzerinde bulunan sırt Gaba tepeden Kuzeye doğru uzanıyor ve deniz seviyesinden 950 feet yüksekliği bulunan Koca Çimen tepe zirvesiyle birleşiyor. Bu topografya tepeler, vadiler, uçurumlar ve sarp kayalıklardan meydana gelmiş, tüm Gelibolu yarımadasını kat eden ve dar boğazın üst kısmında Bassi Liman Körfezine uzanan karmaşık bir üçgenin bir parçasını oluşturuyor. Bu üçgen Bokalı deresi denilen bir akarsuyun aktığı vadi tarafından ikiye ayrılmış.
Gerçekten zorlu ve ürkütücü bir arazi. Deniz tarafındaki dik yamaçlar çeşitli vadiler, uçurumlar ve birkaç yüz metre yüksekliğe varan kum tepeleri ve sırtlarla dolu. Zemin ya yer yer çıplak ve bir tür sarı renkli toprakla kaplı olup üzerine basıldığında parçalanıyor ya da yüksekliği 6 feete varan sık fundalıklarla kaplı.
Avustralyalı ve Yeni Zelandalıların çok yakında bedel ödeyerek öğrenecekleri üzere, aslen asimetrik savaş için ideal bir arazi. Bir yarda önünüzü görmek mümkün değil ve zemin o kadar bozuk ki düşman keskin nişancıları piyade hatlarının bir kaç yarda önünde, yerleri tespit edilemeden gizlenmekte zorluk çekmiyorlardı. Diğer taraftan, Avustralyalı ve Yeni Zelandalılar tepelerden tırmanmakta dayanıklılık göstermeyi gerektiren ve koloni gönüllülerinin çok gelişmiş bireyselliklerini sergilemek için olanak sağlayan bu tip bir savaşa uyum sağlayabileceklerini ispat ettiler. Bu tipte bir arazide düzenli bir saldırı organize etmek hemen hemen imkânsız çünkü subaylar ilerledikleri anda fundalıklarda hemen kaybolan adamlarını göremiyor.
Personeli muhrip gemilerden, römorklardan ve nakliye gemilerinden alıp sahile getiren teknelerde günün ilk saatlerinde ağır zayiat vardı. Hava aydınlanır aydınlanmaz, hemen her yerde gizlenmiş olan düşman keskin nişancıları tamamen teknelere odaklandılar. Daha sonra daha da yanaştılar. Uskunadan kopan en az üç filika kontrolsüz bir şekilde sahilden aşağı sürüklenmiş ve tüm mesafe boyunca içindekiler teker teker avlanmış ve zayiat vermişlerdi.
Görevleri günün erken saatlerinde kontrol edilmesi olanaksız olan korkunç ateş altında ileri geri gitmek olan Subayların, deniz asteğmenlerin ve sahil postasını oluşturan askerlerin tüm övgüye layık olduklarını söylemek gerek.
Hemen hemen sıfır mesafeden gelen ateş altında asker boşaltma işi mekanik bir biçimde devam ediyordu. İçi dolu filikaların uskunalardan, römorklardan ve muhrip gemilerden alarga edildiğini ve altı ya da sekiz kişilik denizci grupları tarafından sahile çekildiğini görüyordunuz. Filika sahile yanaştığı anda askerler fırlıyor ve kıyıdan 40 yarda kadar uzakta bulunan kayalıkların altına ulaşmak için iki büklüm vaziyette hızla siper almaya koşuyordu. Ancak, bu kez teknelerin kahraman mürettebatı fundalıklar ve kum tepeleri arasında gizlenmiş yüzlerce nişancının ateşi altında teknelerini açığa çekmek durumunda kalıyorlardı.
25 Nisan günü boyunca asker, mühimmat, erzak çıkarma işi işte bu koşullar altında yapılmak zorundaydı ancak kahraman denizciler en az kendileri kadar kahramanca sahilde savaşan yoldaşlarını bir kez olsun hayal kırıklığına uğratmadılar. Dartmouth’tan çıkıp hayatında ilk kez ateş hattına gelen en genç deniz asteğmenden komuta kademesindeki kıdemli subaylara kadar herkes görevini asil bir duruşla yaptı.
Hava aydınlandığında koruma gemileri ikincil silahlarıyla ateş açarak kıyıdaki askerleri desteklemeye soyunmuştu ancak, bu aşamada düşmanın pozisyonu bilinmediği için verilen destek gerçek destekten çok moral desteği sağlamaktaydı. Güneş tamamen doğup sis perdesi ortadan kalkınca Avustralyalıların tepeye yerleştiklerini ve tepeden kuzeye doğru ilerlemeye çalıştıklarını gördük. Saat 8.45 sıralarında tepelerden açılan ateş yoğunlaştı ve yarım saat kadar sürdü. Daha sonra yavaş yavaş kesildi ve takiben yeniden başladı. Kısa süre sonra başlayan yoğun ateş günün geri kalanında kesintisiz olarak devam etti. Savaş o kadar karmaşıklaşmış ve bir o kadar inişli çıkışlı alanda yapılmaktaydı ki 25 Nisan sabahı ve öğleden sonrası tam olarak neler olduğunu takip etmek çok zordu. Koruma gücüne tesis edilen rol bir noktaya kadar muhteşem bir şekilde devam etti ve tepe zirvesinde kesin mevzi alınmış, bu yolla da, durmaksızın süren keskin nişancı ateşi hariç, indirme gücünün geri kalan kısmının kesintisiz çıkarma yapması sağlanmıştı.
Ancak, kanı kaynayan Avustralyalılar siper güçlendirmek ve gelişmeleri beklemek yerine kuzeye ve doğuya doğru iç kısımlara hamle yapıp süngü gücüyle çarpışacak düşman askeri arıyordu. Arazi o kadar engebeli ve tam olarak tanımlanmamıştı ki, siper kazacak bir yer tespit etmek çok zordu, özellikle de birlikler tam bir alanı temizlediklerini düşünürken her yönden keskin nişancı ateşine maruz kalıyorlardı. Böyle olunca da ilerlemeye devam etmeyi tercih ediyorlardı.
Özellikle tam olarak nereden saldırı geleceği bilinmediği ve askerlerin savaş gemilerinden açılan ateşe hedef olabilecekleri bir durumda herhangi bir uzun plajı hiç bir güç savunamaz. Böyle olunca, Türkler plajı kontrol altında tutmak için göreceli olarak az bir kuvvete gereksinim duymaktaydı ve iç kısımlardan takviye kuvvet beklerken arazinin engebeli olması ve ilerlemeyi geciktiren keskin nişancılara güveniyordu. Arazinin derinliğine girmeyi başaran bazı Avustralyalılar karşı saldırıya maruz kalmış ve takviye kuvvetler tarafından neredeyse abluka altına alınacakları anda epey zayiat vererek geri çekilmişlerdi.
O aşamada karşı saldırı sırası Türklere gelmiş ve tüm öğle sonrası bu saldırıyı sürdürdüler. Ancak Avustralyalılar ana tepeden bir adım bile geri adım atmayıp, taşıma sandallarından yeni askerler indikçe takviye almaktaydılar. Fakat düşman topçu ateşi durumlarını zora sokuyordu. Hava aydınlanır aydınlanmaz Türkler Gaba tepede bulunan iki sahra topuyla ve kuzeyde bulunan iki topla plajı baraj ateşine tutuyorlardı. Bu ölümcül şarapnel ateşi durmaksızın sürüyordu. Savaş gemileri ikincil silahlarıyla çaresiz bir şekilde bu topları susturmaya çalışıyordu. Bir kaç saat süresince topların tam yeri tespit edilememişti ya da o kadar iyi korunmuşlardı ki atılan mermilerimiz zarar vermiyordu. Gün içerisinde oluşan ağır zayiatın çoğu Avustralyalı ve yeni Zelandalıların yerleştikleri plaj ve tepeye yoğun top ateşi nedeniyle verilmişti.
Günün ilerleyen saatlerinde Kuzeydeki iki top susturulmuş ya da artık plajı yoğun bombardımana tutamayacakları güvenli bir mesafeye yer değiştirmeye zorlanmışlardı. Ve kıyıya çok yanaşan bir kruvazör Gaba tepeyi öyle yoğun bir ateş altına aldı ki orada bulunan toplarda susturuldu ve o zamandan beri karşı ateş açmıyorlar.
Düşman akşam karanlığı basarken ihtiyat kuvvetleri gelince saldırıları gittikçe yoğunlaşmaya başladı ve gemilerden açılan ateşin zarar veremeyeceği mesafede iç kısımlardan topçu desteği almaktaydı. Avustralyalı ve yeni Zelandalılar üzerindeki baskı gittikçe artmakta idi ve tuttukları hat gece boyunca daralmıştı. General Birwood ve kurmayları öğle sonrası kıyıya çıkarak tüm enerjilerini pozisyonu tutmaya ve ertesi güne kadar burada dayanmaya harcadılar; sabah olunca sahra toplarını yerleştirip düşman ateşine karşı koymayı umuyorlardı.
Atılan her merminin, içecek suyun ve sair tüm malzemenin dar bir plaja çıkarıldığı ve buradan yolu olmayan tepelere, vadilere ve ateş hattından bir kaç feet yükseklikte sarp kayalıklara taşınılması gerektiği göz önünde bulundurulunca, karşı karşıya bulunulan tehlikenin büyüklüğü daha iyi anlaşılacaktır. Çok dar bir alana yoğunlaşmış, karşı saldırı yapamayan bu askerlerin tamamı hiç durmadan ve bıkmadan süren, arazinin her metresini hallaç pamuğu gibi atan şarapnel ateşine maruz kalmaktaydı ve şanslıyız ki açılan ateşin çoğu tam hedeflenmemişti ya da çok yüksekte patlamaktaydı. İhtiyat kuvvetleri yol yapmakta ve tepelere ikmal malzemesi taşımakla ve daha fazla mühimmat isteklerine cevap vermekle meşguldüler.
Yaralıları kıyıdan almak da ciddi bir problemdi çünkü onları orada tutabilecek olanak yoktu. Aksayarak da olsa plaja inemeyenler sedyelerle tepelerden indiriliyor, kabataslak yaraları sarılıyor ve kayıklara taşınıyorlardı. Tüm gün boyunca kayık ve plaj ekipleri yaralı taşımaya devam ettiler.
Bu yaralı Avustralyalıların cesareti hiç bir zaman unutulmayacak. Yaraları öylesine sarılan, trollere, kayıklara, gemi tahlisiye sandallarına bindirilen bu askerler gemilere çekiliyordu. Bazı sandallarda durumu ölümcül olan askerler yığılıydı. Savaş gemisinin yanından geçerken kayıklarda bulunanlardan bazıları bu geminin daha bu sabah indikleri gemi olduğunu anlıyor ve çektikleri acılara ve rahatsızlıklara rağmen sevinç çığlıkları atıyor, onlara ise kulakları sağır edercesine mürettebat çığlıkları karşılık veriyordu.
Aslına bakarsanız şahsen ben bu yaralı Avustralyalıları daha evvel muharebede görmemiştim çünkü savaş gemileri arasından çekilirken ve kendilerine yer ayarlanmaya çalışılırken, bazıları param parça halde ve yaşama şansı bile yok iken, neşe çığlıkları gece boyunca sürmekteydi ve acı çeken bu insan kalabalığının içinde gemi mürettebatını selamlayan kollar görebilirdiniz. Mutluydular, çünkü ilk kez bir savaş deneyimi yaşamışlardı ve hiç bir eksik yanları olduğu söylenemezdi. Tepeleri ele geçirmeleri ve tutmaları söylenmişti ve onlarda yoğun ateş altında, kıyıdan bir topun moral ya da gerçek desteği olmaksızın ve becerikli liderlere sahip cesur bir düşmanın karşı saldırılarına maruz kalarak, mağaralara, çalılıklara gizlenmiş olan keskin nişancılar emir verdiğini ya da birliğini atağa kaldırdığını gördükleri her subayı vurmaktayken on beş ölümcül saat süresince bunu başarmışlardı
Savaş sırasında, karanlıkta yapılan bu çıkarmaya, tepelere yapılan saldırı ve hepsinin de üzerinde tutulan noktalarda direniş ve taşıma gemilerinden takviye kuvvetlerinin yetişmesinin sağlanmasına benzeyen herhangi bir savaş başarısı hiç bir zaman olmamıştır.
DÖRDÜNCÜ TELGRAF.
Çanakkale, 27 Nisan
25 Nisan gecesi ve 26 Nisan sabahı boyunca sürekli bir çatışma vardı ve Türkler Avustralya ve Yeni Zelandalıları bulundukları mevzilerden atmak için sürekli saldırı yapıyorlardı. Koloni askerlerinin bir kısmı bir kaç kez mahalli olarak karşı saldırıya geçti ve Türklerin hiç bir zaman karşı duramayacağı süngü gücüyle düşmanı geri püskürttü.
26 Nisan sabahı düşmanın gece boyunca takviye kuvvet aldığı ve kuzey doğudan büyük bir saldırıya girişmeye hazırlandığı açıklık kazandı. Hareket sabah 9.30’da başladı. Bulunduğumuz gemilerden çok sayıda düşmanın tepe hatlarında sürünerek, gizlilik içerisinde hatlarımıza doğru ilerlediği ve sonra da hiç durmayan keskin nişancı ateşiyle birliklerimizi taciz etmeye çalıştığını görüyorduk. Düşman gece boyunca cepheye daha fazla top ta getirmişti ve tüm hattımızı bir kez daha şarapnel ateşiyle taradı.
Kesintisiz tüfek ve makineli tüfek ateşi gittikçe arttı. Ancak düşmanın topçu ateşiyle durumu istedikleri gibi idare etmesine izin verilmeyecekti. Yedi adet savaş gemisi kıyıya daha da yanaşırken, daha geride duran Queen Elizabeth gemisi sanki hepsinin koruyucusu pozisyonundaydı. Gemilerden her birisi hattın bir kısmını tutuyor ve işaret verildiğinde muhteşem bir şekilde karşı tepe ve vadileri bombardıman altına alıyorlardı.
Türk piyadesi saldırı için ilerledi. Queen Elizabeth gemisinden atılan, her birisi 20 bin mermi içeren 15 inç mermilerde dâhil olmak üzere 12 inç, 6 inç ve 12 pound top mermileri gibi her türden mermiyle karşılandılar.
Meydana gelen velvele, duman ve sarsıntı görmeden anlayamayacağınız bir seviyedeydi. Ön cephede bulunan tepeler sanki faal volkanlar gibiydi ve atılan normal mermiler toprağı yerinden havalandırıyor, kapkara dumanlara boğuyor iken şarapnel bombaları üst kısımda bembeyaz bir kubbe oluşturuyordu. Cephe hattımızın çevresinde bulunan savaş alanı, mesafeler bilindiğinden, gemilerimiz tarafından ayrı ayrı kontrol altında tutuluyordu ve isabet oranı muhteşemdi. Ancak, açılan ateşin çoğunluğu, bir gereksinim olması haliyle, doğrudan ateş değildi ve yeryüzü Türk için o kadar güzel bir siper sağlıyordu ki Türkler ilerlemelerine yiğitçe devam ederken topçuları plajı sadece şarapnel ateşi altında tutmakla kalmayıp, aslen kıyıya yanaşmış olan gemilerimize de ateş açarak geri çekilmelerini sağalamaya çabalıyorlardı ve daha iyi hedeflere ateş etmek yerine keskin nişancılar gemi güvertesinde bulunan subay ve erlere ateş açıyorlardı. Daha sonra güverteden birçok mermi çekirdeği topladık.
Bir Türk gemisi yarımadanın öbür tarafından ateş etmeye başladı. Triumph gemisi iki adet 2 inç mermiyi geminin hemen bir kaç metre ötesine düşürmeyi başardı ve bunun üzerine gemi boğazda daha güvenli bir alana çekilerek zaman zaman havaya ateş açtı ancak bunlardan hiçbirisi bu aşamada zarar vermedi.
Muharebenin en yoğun olduğu anda görüntü kasvetli, muhteşem ve eşsizdi. Ortalık pırıl pırıldı ve Sedd-ul-Bahire kadar tüm kıyıyı net bir şekilde görebiliyorduk. Birinci bölüğe ait üç savaş gemisi Aki Baba ve çevre tepelere ateş kusuyor, zirvelerini patlayan mermilerin dev dumanlarıyla sarıyordu. Bu bölüğü takip eden taşıma gemilerinin devasa siluetleri daha gerilerde hafif sisin arkasından görünmekteydi. Gaba tepenin hemen hemen karşısında kıyıya yakın bir kruvazör tepelerin eteklerini koruyor ve zaman zaman boğazın diğer tarafında ateş açıyordu. Avustralya ve Yeni Zelanda birliklerinin bulunduğu tepelerin karşısında gemilerden kesintisiz olarak ateş ediliyordu. Daha gerilerde, Türk gemilerinden ve durmadan ateş açan bir topçu bataryasından açılan top ateşinden korunmak üzere geri çekilmiş olan taşıma gemilerimiz bulunmakta.
Hepsinin de gerisinde, sekiz adet devasa 15 inç topları kıyıya doğrultulmuş olan Queen Elizabeth komutası altında bulunan filoyu hedef alan herhangi biri yapıyı anında yok edecekmiş gibi tehditkâr bir edayla duruyordu.
Kıyıda ise makineli tüfek ve piyade tüfeği ateşi kesintisiz sürüyordu ve zaman zaman Türkler saldırıya geçtiğinde tam bir fırtına haline geliyordu. Tepeler gemilerden atılan mermiler ve düşman mermilerinden dolayı alev alev yanıyor, sahilde ise asker yığınları siper sırasının kendisine gelmesini bekliyordu, sahil ekipleri durmaksızın iaşe, malzeme ve mühimmat indiriyordu.
Bu büyük saldırı iki saat kadar sürdü ve bu süre içerisinde sahilden cesaret veren mesajlar aldık. "Yardımınıza teşekkürler. Toplarınız düşmana büyük kayıplar verdiriyor." Gerçekten de Türkler birçok gemiden ve siperlerdeki piyadeler tarafından aynı anda açılan bu yoğun ateş altında çok zayiat vermiş olmalılar.
Bir anda süngü parıltıları ve koloni askerlerinin saldırıya geçmeleriyle son gelmişti ve Türkler süngü hücumunun başlamasından hemen önce bozguna uğrayıp gemilerden gelen yaylım ateş ateş altında kaçtılar. Hayal kırıklığına uğramış bir halde ancak yenilmeden geriye çekildiler ve fakat günün geri kalan kısmında herhangi bir ağır saldırıda bulunmadılar. Koloni askerleri münferit alanlarda karşı saldırıya geçerek zemin kazandılar ki bu da mevzilerini genişletip daha da yerleşmelerini sağladı.
Türkler şarapnel atışlarına gün boyu durmaksızın devam ettiler anca koloni askerleri bu aşamada siperlerini kazmış ve koruma altındaydılar. Bu arada da ihtiyat askerleri de yamaçlarda korunaklı siperler ve barınaklar kazmışlardı.
Türklerin topçu ateşi nedeniyle morallerinin bozulduğunu ve Almanların Türkleri ileri saldırıya geçirmekte zorlandıklarını söyleyen bir subay da dâhil olmak üzere bazı esirler alınmıştı. Bizler siperlerimize gömüşmüş vaziyetteyiz ve sanırım onlar da aynı şeyi yapacaklardır ve böylece burada muhasara savaşının bir tekrarını göreceğiz.
BEŞİNCİ TELGRAF.
Çanakkale, 30 Nisan.
Avustralya ve Yeni Zelandalılar Gaba tepe kuzeyinde tüm dezavantaja rağmen kahramanca savaşmaktayken, Britanya askerleri Gelibolu yarımadasının güney ucunda buna eşit bir kahramanlıkla taçlanmışlardı. Bu aşamada kesin bir mevzi tutulmuştur. Tutulan hat tüm yarımadanın güney ucundan uzanmakta olup her iki kant da savaş gemilerinin ateşi ile korunmaktadır. Ordu düşmanın ateşinden korunaklı birçok çıkarma sahasını elinde tutmaktadır.
Britanya askerleri tarafından güneyde karşılaşılan problemler Avustralyalıların daha kuzeyde çözdüğü problemlere benzer. Burada falezler yüksek değil ve düzensiz ancak su seviyesinden 50 feet yüksekliğe varıyor ve aralıklarla plajlar var. Bu plajlardan beş tanesi gemilerin koruması altında çıkarma yapmak için seçilmiştir. Türk siperlerinin kullanılmaz hale getirileceği, siperleri çevreleyen dikenli tellerin gemilerden açılan ateşle dağıtılacağı umulmuştu ancak bu beklentiler gerçekleşmedi.
Örneğin, Gaba Tepe ve Gözcü baba tepesi arasındaki çıkarma alanı tüm gün boyunca süren bir çabaya sahne olmuştur. Türklerin dikenli tel çevrili mevzileri dağıtılamamış, keskin nişancılar ise plajı kontrol altında tutmuşlardır. Saatler süren bombardımandan sonra askerler gün ağarırken sahile çıkarılabilmişlerdir. Çıkarma gücünün bir kısmı yamaçlara tırmanarak falez kenarlarında güvenilmez noktaları tutmuşlardır. Ancak, kıyıya yanaşan kayıklar sık yayılmış dikenli tel yumaklarıyla karşı karşıya kalmışlar ve korkunç bir çapraz ateşe maruz kalmışlardır. Dikenli telleri kesmek için inanılmaz bir çaba sarf edilmiş ancak buraya çıkarılan askerlerin hemen hepsi vurulmuştur. Daha sonra falezlerde bulunan askerler Türkleri geri püskürtmeyi ve plajı temizlemeyi başarmışlardır.
Ancak, tüm çıkarmalar içinde en korkuncu Gözcü baba tepesi (Cape Helles) ve Seddul Bahir arasındaki plaja yapılan çıkartmadır. Burada, bölünmüş olan vadi her iki tarafında tepecikler olmak üzere coğrafyanın derinliğine doğru açılmakta olup tepelerde, toplarımız tarafından bertaraf edilene kadar, boğaz girişini koruyan sağlam kaleler bulunmaktaydı. Toplar ve tabyalar yerle bir edilmesine rağmen, korunaklar ve mühimmat odalarına bir şey olmamış ve geriye çekilirken yarım ay biçiminin her tarafından geri çekilme anında müthiş bir siper ağı ve engel oluşturmuştur. Türkler Gözcü baba tarafında (Cape Helles) pompom topları yerleştirmişler ve her zamanki gibi keskin nişancıları her tarafı sarmıştı. Kıyı ve vadi de aynı şekilde siper ve dikenli tellerle korunmakta ve pozisyonu geçilmez hale getirmekteydi.
Yerinde verilmiş kararlardan bir tanesi asker dolu bir geminin bilinçli olarak karaya oturtulması ve böylece askerlerin açık sandallarda getirilirken maruz kaldıkları tehlikenin önlenip güvenle çıkarma yapmalarını sağlamaktı. Geminin yan taraflarına devasa kapılar açılmış, askerlerin hızla boşaltılmasına olanak sağlanmıştı ve askerler çıkarma yaparken kıyıyı taramak üzere maksim makineli tüfeklerle donatılmıştı. Ancak, geminin amaçlanan noktadan daha doğuya çıkması nedeniyle, çıkarmanın yapılması için bir mavna getirilmesi zorunlu olmuştu. Türkler dört dörtlük bir tüfek, maksim makineli tüfek ve pompom topu ile mavnaya binmeye çalışan 200 askerin üzerine ateş yağdırdılar. Bir korunak bulana kadar sadece bir kaç tanesi yaşadı. Bu durumda çıkarma ki kesin ölüm anlamına gelmekteydi, sabahın daha sonraki saatlerine ertelendi ancak bu deneme de başarısızlıkla sonuçlandı.
Daha sonra, balık istifi 2000 askeri ve köprüde güvende olan subayları taşıyan gemi tüm gün boyunca, muhafazalı bordasına kurşun yağmuru altında yatarken, Albion, Cornwallis ve Queen Elizabeth savaş gemileri Seddül bahir ve çevre tepeleri korkunç bir bombardımana tuttular. Bu arada Asya tarafında bulunan Türkler sahilde yatan ve sadece boğazda bulunan gemilerin korumasındaki gemiyi howitzer ateşiyle bertaraf etmeye çabaladılar. Korum a altında olmasına rağmen gemi dört adet büyük mermi ile vurulmuştu ve gece olana kadar herhangi bir hareket yapılmaması kararı alınmıştı. Gece olduğunda ise askerler herhangi bir direniş görmeden kıyıya çıkmışlardı. Türklerin direniş göstermeyişi belki de diğer plajlara çıkan birliklerin Türk mevzilerine girip yok etmesinden kaynaklanıyordu.
ÜÇÜNCÜ HAFTANIN SONUNDA.
[THE NEW YORK TIMES gazetesine özel telgraf.]
IMROZ, (Türkiye, Dedeağaç üzerinden) Mayıs 15, (The London Daily Chronicle gazetesine dağıtım.)— Çanakkale’deki operasyonlar sadece üç haftadır tüm hızıyla devam ediyor ve savaşın yapıldığı, yapılmakta olduğu geniş alana bu dağın zirvesinden bakıldığında bu sürede kaydedilen maddi gelişme gözler önüne seriliyor.
Bu gözlem noktasından gözler önüne serilen büyüleyici ve kendine özgü görüntüye ilk baktığımda gerçekten muhteşem bir sahaya bakıyordum. Boğaz girişinde bir taşıma gemisi filosu duruyor ve Gaba Tepe kuzeyinde savaş gemileri Çanakkale girişini top ateşine tutuyordu. Yarımadanın batı kıyılarında bir kaç noktada kıyıda şiddetli muharebelerin sürdüğü görülüyordu. Savaşın ağır bulutları her yana çökmüş, silahların namlusundan çıkan ateşle belli belirsiz aydınlanmaktaydı. Zaman zaman mahşeri gürültü artıyor, gece ve gündüz durmaksızın sürüyordu. Sütunlar halinde yükselen duman bulutları kalelerin düşüşünü simgeliyor ve yavaş yavaş toplarımızdan çıkan beyaz dumanlar kıyıdan başlayarak yarımadanın sahilleri boyunca ve Gaba tepeden iç kısımlara doğru bir trenin vagonları gibi ardı ardına ilerliyordu. Uçaklar ve zeplinler sürekli olarak hareket halindeydi. Destroyerler ve devasa taşıma gemileri denizi kabartıyor, denizaltılar bu masmavi okyanusta belli belirsiz iz bırakıyordu. Bu görüntü en renkli ve korkun haliyle savaşın yüzüydü. Çünkü uzaktaki duman ve toz bulutlarının altında süre giden korkunç görüntüleri hayal etmek çok kolaydı. İşte bu zaman kadar görülmüş en güçlü haliyle savaşın görüntüsüydü.
Bugün görüntü garip bir şekilde değişti. Taşıma gemilerinin hemen tamamı yarımadanın batı kısmına gittiler. Ancak, birkaç savaş gemisi sanki nöbet beklercesine yerinde kaldı. Tam karşıda bulunan alandaki direniş tamamen kırılmış durumda. Önümüzdeki tepenin ardından yükselen dumanlar savaş gemilerimizin Kilit bahire kadar ilerlediğinin göstergesi iken bir kaç emi ise boğaz girişinde yatmakta. İç kısımlardan Asya yakası bombalanıyor ama görüntüdeki şiirsellik yok oldu. Bu değişiklik zafere doğru ilerlemeyi gösteriyor. Türk yavaş yavaş ama emin adımlarla geriye püskürtülüyor, cesurane bir şekilde ölüyor.
İki gün süren sisten sonra, Türklere Çarşamba ve Perşembe günü, kırk sekiz saat süren bir ateş kes bahşediliyor. Operasyonları görmek mümkün değil. Sis perdesinin arkasında kavga tüm şiddetiyle sürüyor, devasa toplar durmadan gürlüyor. Çarşamba gecesi özellikle faaller. Son üç haftada ara sıra gökyüzü top ateşlerinin aydınlığıyla parlıyor. Göründüğü kadarıyla ciddi işler yapıldı ya da yapılıyor. Perşembe öğle sonrasına kadar hava şartları duman bulutları arkasındaki savaşı görmemizi engelliyor ve söylediğim gibi, artık yabancı olmayan görüntü, yarımada sahillerinin açık denizde duran bir kaç taşıma gemisi ve yarım düzine kadar savaş gemisi hariç, gemilerden arınmış olması nedeniyle büyük oranda değişti.
Yarımadanın Gaba tepe ardındaki kısım anlaşıldığı kadarıyla düşmandan temizlenmiş. Savaşın ilk dalgası geçmiş. Perşembe günü toplarımızın tepelerden ateş kustuğunu görebildim, büyük ihtimalle kuzeydeki noktalara ya da boğazın öte yanına ateş ediliyordu. Daha da kuzeye baktığımda topçu birliklerimizin Maidos'un bu yanında yüksek tepelere konuşlanmış görünüyordu. Yarımadanın güney kısmında sihirli bir görüntü olmalı, bu kadar mesafeden bile üç hafta her gün süren bombardıman ve kurşunun yarattığı kargaşa açıkça görülebilmekte.
Yarımadanın burnu asker botları ve top mermileri altında kahverengi bir renge dönüştü. Krithia tamamen yıkılmış ve zavallı bir görüntü oluşturuyor ve Tree Hill gözün alabildiğine siperler ve bomba delikleriyle yaralanmış.
Perşembe günü en çok faaliyet yarımadanın fethedilen kısmının karşı kısmında kalan boğazda görüldü. Savaşın puslu görüntüsünün ardında sönük görünmekteydi ancak Müttefik toplarının ateşi ve Türklerin buna cevabı hiç bir zorlanmaya yer olmaksızın fark edilmekteydi. Bu havaya ek olarak, sahra toplarının boğuk gümbürtüsü, denizci toplarının yankılanan sesinden farklıydı ve makineli tüfeklerin tarrakası açıkça duyuluyordu.
Asya yakasındaki Erenköyden sol tarafa doğru uzanan sahillerde kara ve denizde zorlu bir savaş sürüyor ve görüldüğü kadarıyla o dağlık alanda yeterince sağlam mevzi edinmekteki zorluklar aşılmış. Görünen o ki düşman sıkı bir kavga veriyor ve zaman zaman bataryalarını kıyıya yanaştırmış olmalı.
Akşamın erken saatlerinde Türk topçuları Avrupa yakasında Morto Körfezi yakınlarına bir kaç mermi düşürmeyi başardılar. Kısa süre sonra iyi hedeflenmiş bir kaç mermiyle Tree Hill’in toprak ve kayalarını gökyüzüne dağıtmayı başardılar ancak düşmanın bu şekilde ilerlemesi sadece kısa zaman aralıklarıyla sürüyordu. Boğazda bulunan gemiler toplarını anında bu pervasız bataryalara döndürüyordu ve düşman tarafından yaratılan bu duraksamalar kısa sürüyordu. Güneşin batımına yakın bir savaş gemisinin Suvla Körfezi falezlerine iki top mermisi düşürdüğü görüldü.
Dün savaşın o koyu dumanı boğazın Asya yakasında bulunan tüm alanların üzerine çökmüştü. Taşıma gemilerinin hemen tamamı gitmiş, savaş gemilerinin çoğunluğu boğaz girişinde ve daha yukarıda Kilit bahir önlerinde mücadele ediyordu. Benim görebildiğim sadece bir savaş gemisi yarımadanın batı kısmından ateş açıyor, Krithia yakınlarında kıyıdan epey uzakta duruyordu. Görünen o ki Çanakkale'nin öte yanındaki düşmana uzun menzilli top atışı yapıyordu.
Dün karadaki faaliyetlerde de ilginç şeyler oluyordu. Öğle sonrası uzaklarda, Avustralyalıların bulunduğu Sarı Bayır’da çetin bir savaş verildiği görülebiliyordu ( yarımada burnunun 16 mil kuzeyi). Zaman zaman duman bulutları yarımadanın o kısmını gizlemekteydi. Zaman zaman duman bulutları dağıldığında yamaçların beyaz renkli patlamalarla dolduğu kolayca görülebiliyordu. Çoğu zaman, gri renkli fona karşın yoğun alevler topçuların başarısını muştulamaktaydı. Zaman zaman tüfek ateşi de duyulabiliyordu.
Tahmin ediyoruz ki o bölgede bulunan ve yarımadanın bir tarafından diğerine doğru ilerleyen güçlerimiz görevlerini tamamlamak üzeredir.
Anlattıklarımdan da anlaşılacağı üzere, sanırım operasyonların üç hafta önce başladığı tarihten bu yana epey ilerleme sağlandı. Boğazın öte yanında bu ülkenin dağlık ve çetin coğrafyasına bakıldığında, düşmanın savunma savaşı için ideal bir arazide olduğu aşikâr. Savaşın ana noktası bu bölgeymiş gibi görünüyor.
Türklerin kayıplarının 80,000 üzerinde olduğu ve 50,000 yaralının İstanbul’a gönderildiğini duyuyorum.




Doğan Şahin- Tercume- Canakkale 1915

1. DÜNYA SAVAŞINDA TOROS TÜNELLERİ VE SAVAŞ ESİRLERİ

Antik dönemlerden beri birçok seyyah, araştırmacı, kâşif, maceracı, yazar, ressam ve tüccarın geçit yolu olan Toroslar bunlardan bazılarına yurt, bazılarına sonsuza kadar kalacağı bir mezar olmuş, diğerleri ise tecrübelerini eserlerine yansıtmışlardır.
Çukurova ile Anadolu bozkırları arasına bir bıçak gibi sokulan dağ silsilelerinden yol veren en ünlü geçit Toros Geçididir. İncil'de Lucas'ın metninde: ben Kilikya'nın Tarsus kentindenim” ( Elçiler Kitabı 21: 39) şeklinde kendini tanıtan Aziz Paul ve Dünyayı fethetmeye yola çıkan Makedonyalı Büyük İskender en ünlüleri olmakla, birçok insanın Anadolu bozkırlarına ulaşmak için geçtiği bu muhteşem ve bir o kadar vahşi doğa harikasının en ilgi çekici güzelliklere ve tarihi öneme sahip noktası, Toros dağ silsilesinin eteklerinde, Çakıt nehriyle iki parçaya ayrılmış olan Belemedik yaylasıdır.
Doğal güzelliklerinin yanı sıra Belemedik ve hemen komşu köy Hacıkırı 19. yüzyılın başlarına kadar durağan ve Anadolu’nun birçok insan için uzak bir noktasıdır, ta ki Osmanlı İmparatorluğu Alman’lara Bağdat demiryolu hattının inşasına izin verene kadar.
Bu kez farklı bir amaçla geliyorlardı.
1. Dünya savaşı başladığında, Mezopotamya bereketli topraklarına ulaşmak için günün teknolojisi adına en stratejik araç trenlerdi. Bağdat demiryolu inşaatı Dünya savaşının hemen öncesinde başlamıştı. Tren hattının inşası için dağlardan oldukça dik inen Antik güzergâh takip edilmemiş, dağların bu en dolambaçlı noktasında, Pozantı’nın güneyinden başlamak üzere, antik yolun 10 km doğusunda bir hat seçilmiştir. Görüntü kasvet ve hüzün’ü bir arada tutan ihtişamlı bir geçmişi anlatır günümüz ziyaretçilerine.
Böyle olunca dağları delip tüneller açılmak zorunda kalınmış ve insanın tüylerini diken diken eden vadi yamaçları ve yüzlerce metre derinlikte, güneşin bile ulaşamadığı uçurum kenarlarından bir yılan gibi kıvrılan demiryolu inşası başlamıştır.
1. Dünya savaşı sırasında Osmanlıya esir olmuş işgal askerlerinin günlüklerinde ve konuyla ilgili kitaplarda sık sık adı geçer Torosların kucağındaki bu küçük köyün.
19. yüzyıl başları ve 18.yy sonlarına doğru Anadolu’yu geçmek tam bir zulüm iken, günümüzde var olan tren hatları Avrupa’nın herhangi bir hattını artmayacak rahatlıkta ve güzelliktedir. Torosların bu parçasında birçok insanın bilmediği bir 1. dünya savaşı tecrübesi yatmaktadır ki “Toros Ekspresi” ile seyahat edilmeden insanoğlu üzerinde bıraktığı benzersiz iz anlaşılamaz.
“Toros Tünellerini” geçen birisi geçmişin büyüsüne kapıldığının farkına bile varmayacaktır.
BAĞDAT DEMİRYOLU ÖYKÜSÜ
Anadolu’da demiryolları tarihi, taşıma teknolojisinin geliştirilme tarihinde en ilginç süreçlerden birisi olarak bilinir. Anadolu’da bir demiryolları ağı kurma fikri ilk olarak 1836 yılında İngiliz Albay Chesney tarafından ortaya konulmuştur. İngiliz imparatorluğu denizlere hâkimdir, ancak buharlı gemiler henüz tam olarak kullanılamamaktadır. Asya ile ilgili yüzyıllardır planları olan Büyük Britanya’nın Anadolu’da “Bağdat Demiryolları” projesiyle ana hedefi Akdeniz’den Bağdat üzerinden İran Körfezine uzanarak, karadan Hindistan’a bağlanmaktır. 1836’dan sonraki süreçte buharlı gemiler geliştirilince Büyük Britanya’nın Bağdat demiryolu projesi rafa kaldırılır.

Albay Chesney projesine o kadar inanmaktadır ki, 1850 yılında projesini kamu ortaklığına açar ve epey de ilgi çeker ancak 1854-1856 Kırım savaşı bir süre sonra Avrupa’yı sarsmaya başlayınca, proje yeniden uykuya yatırılır.
Bu aşamada Osmanlı devletinin demiryolları inşası konusunda gelişmiş bir vizyonu yoktur ve Osmanlıdaki takip eden demiryolları inşası sürecini iki kategoriye ayırmak mümkündür
• Devlet tarafından finanse edilenler ( Hicaz demiryolu, Bağdat demiryolu .).
• Taşıma hatlarının önem taşıdığı yerlerde özel teşebbüs projeleri.

Kırım savaşı sonrası Osmanlı imparatorluğu yapılanma sürecine girer ve 1856 yılında Anadolu’nun ilk demiryolu inşası projesi “ İzmir-Aydın Osmanlı demiryolu” adlı bir İngiliz şirkete verilir. İngilizlerin “Bağdat demiryolu” projesi yeniden filizlenir ancak Hindistan ile bağlantının güçlenmesini sağlayan Kahire- Süveyş demiryolunun tamamlanmasıyla, bir kez daha rafa kalkar.
1871 yılına gelindiğinde (Sultan Abdülaziz dönemi) Osmanlı hükümeti Anadolu içlerine demiryolları projesini ele alır ve Bağdat demiryolları projesinin gerçekleştirilmesine yönelik ilk adım atılmış olur. İstanbul’dan Anadolu’ya akacak olan hat Kadıköy -Pendik arasına uzanacak ve Gebze üzerinden İzmit’e varacaktır.
1871 yılı Ağustos ayında ilk kazısı yapılan Haydarpaşa-Bağdat arasındaki demiryolu hattı İmparatorluğun Anadolu parçasında ilk demiryolu olacaktır.
Bağdat projesi bir kez daha masaya gelir ve Britanya hükümeti 1872 yılında bir komite kurup konunun detaylı incelenmesini ister. Sir Stafford Northcote başkanlığındaki bu komisyon 27 Temmuz 1872 tarihinde ilk raporunu sunar ve Süveyş kanalı yanı sıra böyle bir demiryolu hattının mutlaka hayata geçirilmesi gerektiğini tavsiye eder.
1873 yılında ise İzmit’e kadar olan ilk bölüm tamamlanmıştır.
Bağdat demiryolu komisyonunu kuran Britanya iki yıl boyunca herhangi bir işlem yapmamıştır ve Süveyş kanalı hattı hisselerinin kontrolünü alınca Bağdat Demiryolları projesine ilgisini bir kez daha kaybeder.
İmparatorlukta bunlar olurken, Osmanlı ise Anadolu’da demiryolları projesine daha da ilgiyle eğilmektedirler. 1880 yılında Sultan’a sunulan bayındırlık raporunda Bağdat demiryolları projesi ilk sırayı almaktadır.
1886 yılında, Süveyş kanalının genişletilmesini takiben Büyük Britanya artık Bağdat demiryolları projesine ilgisini tamamen kaybetmiştir ancak, bu aşamada Fransa’nın Türkiye’de olan ticari ve sosyal ilişkisi genişlemiştir ve Anadolu’da yerel demiryolları hatlarının inşasını almayı hedeflemektedir.
1888 Ekim ayında Osmanlı Sultanının İzmit- Eskişehir-Ankara demiryolları hattı inşası işini Almanlara bahşettiği haberi Avrupa’da şok etkisi yaratacaktır ancak gerçek şudur ki, Bağdat demiryolları projesinin ikinci ayağı artık kesinkes inşa edilecektir.
İzmit Ankara hattı finansmanı Britanyalı yatırımcıya zor gelince, Osmanlı Düyunu Umumiyesi başkanı Sir Vincent Caillard liderliğinde bir Anglo-Amerikan şirketi kurulur ancak onlarda gerekli sermayeyi derleyemezler. İşte bu aşamada, yeni bir imparatorluk kuran Almanlar demiryolları inşası projesinde yeni oyuncu olarak ortaya çıkarlar. Alman imparatorunun Sultan üzerindeki nüfuzu arttıkça, Fransız ve İngiliz etkisi güç kaybetmektedir. Deutsche Bank Yöneticisi Dr George Von Siemens söz konusu projeden haberdar olunca, 8 Ekim 1888 tarihi itibariyle İzmit-Ankara hattını inşa hakkını elde eder. Bu hakkın tam 99 yıl boyunca sürmesi planlanırken Bağdat demiryolu hattının da devreye girmesiyle süre 114 yıla çıkacaktır.
Takip eden beş yıl içerisinde Anadolu’da 4820 kilometre demiryolu inşa işi büyük oranda Fransız ve Alman sermayedarlara verilir. Fransa’nın Türkiyeye soktuğu 80 milyon pound altın sermayenin yaklaşık 20 milyonu demiryollarına ayrılmış olup hemen hemen kontrolü elde tutacak kadar hisseleri vardır (Fransız Osmanlı bankası gerçekte merkez bankası işlevi görmektedir).
Yavaş yavaş Sultanın beğenisini kazanan Alman Deutsche bank ise ağır ve emin adımlarla büyümektedir.
Deutsche Bank "Bank für Orientalischen Eisenbahnen" adı ile merkezi İsviçre’nin Zürih kenti olan bir yan firma kurar. Bu firmanın hisseleri borsada geçerli olup buradan elde edilen gelir Société du Chemin de fer Ottoman d'Anatolie (CFOA) adı ile 4 Ekim 1888 tarihinde gene İsviçre’de kurulu ve İzmit Ankara inşasını yürütecek bir başka alt firmanın finansmanında kullanılacaktır. Bu firmanın hissedarları arasında The Deutsche Bank yanı sıra İngiliz ve Fransızlar da vardır. Deutsche Bank tek başına altına giremeyeceği bu finansal riski hafifletmek adına uluslararası sermayeye yüzünü döner.
Buna karşın CFOA hat inşası işinin büyük kısmını Frankfurt-am-Main merkezli Philipp Holzmann ana şirketine verir ve Holzmann Mayıs 1889 tarihinde inşaata başlar.
Anlaşmalardan kaynaklanan hakkını kullanan Osmanlı hükümeti İzmit hattı işini Ocak 1889 da İngilizlerden devralıp CFOA’ YA verir ve bunun karşılığı olarak 6 milyon İsviçre Frangı alır.
Alman büyük ortaklı CFOA sadece demiryolları değil Limanlardan da yaralanmak istemektedir ve İstanbul bu limanların en önemlisidir. Demiryolları inşasının getirdiği ağır çalışma koşullarından dolayı Haydarpaşa Limanı bir süre sonra kapasitesini aşmıştır ve hattı Haydarpaşa’ya kadar uzatma talepleri reddedilen CFOA İzmit Derinceye yeni bir liman inşa eder. Liman ve tahıl silolarından oluşan inşaat işi gene Philipp Holzmann şirketine verilir. Derince limanı Haydarpaşa’nın yükünü azaltsa da, sonunda 1889 yılında hat Haydarpaşa’ya kadar uzatılır. Bu aşamada CFOA, gümrük harçları da dâhil tüm liman gelirlerinin sahibi olmuştur.
ALMANYANIN POLİTİK GELİŞİMİ
Prusya ve bazı küçük Alman devletçikleri Alman İmparatorluğu tuğrası altında birleşme konusunda ikna olmuşlardır. Danimarka ile girilen savaşlarda büyük arazilerin sahibi olmuşlar ve Fransızlarla yapılan savaşlarda çok daha değerli alanların yanı sıra bir milyar dolar elde etmişlerdir. Ek olarak, Frank-Prusya savaşı Almanların parçalı politik unsurlarını bir araya getirmiş ve 1871 yılında adına “Alman İmparatorluğu” denilen yepyeni bir ulus yaratılmıştır. Bu yeni ulus savaşlarda başarı kazanmakla kalmamış, aynı zamanda bir kaç ay gibi kısa süren bu savaşlar sonucunda zengin de olmuştur.
İmparatorluğun kuruluşunu takiben Bismark uzun yıllar boyu şansölye olarak kalmıştır. Elindeki gücün farkında olan Bismark, aynen Prusya zaferinde olduğu gibi, Almanların Avrupa üzerinde de otorite sağlayacağına inanmaktaydı. Buna yönelik olarak Almanlar tarafından politik amaçlı üretilen projelerden en önemlisi de "Mittel-Europa" yani "Orta Avrupa” nın idaresi düşüdür.
Bu proje tıpkı günümüz AT projesi gibi, Orta Avrupa’da olabildiğince fazla ülkeyi tek şemsiye altında toplamayı amaçlamaktadır. Ticaret ve savunma alanlarında birbirlerini destekleyecek olan bu bağımsız idareler topluluğu askeri ve ekonomik alanda işbirliğine gidecektir.
En güçlüleri ve şüphesiz lideri Almanya olan bu topluluğa Avusturya-Macaristan, bazı Balkan ülkeleri ile bir ayağı Avrupa’da olan Türkiye’yi dâhil etmeyi düşünürken Norveç, İsveç, Danimarka, Hollanda ve İtalya’nın da katılması umut ediliyordu. Bu projenin en önemli parçalarından birisi olarak gelişen bir diğer proje ise “Berlin - Bağdat Planıdır” ve zaman içerisinde bu iki proje birlikte yürütülmeye başlanır.

Planlara göre Orta-Avrupa projesi Güney doğu Asya, Karadeniz’in Güneyi ve daha da güneyde bulunan bir kaç İslam devletçiklerini de kapsayacaktı. Osmanlı ile sağlam bağlantıları bulunan Almanya bu bölgelerde koloniler oluşturmak, ticaret geliştirmek ve demiryolları inşası gibi imtiyazlı haklara sahip olmuştu. Planların önemli bir ayağı olan İstanbul- Bağdat demiryolu inşası ile Mezopotamya’nın verimli topraklarına ulaşılacaktı. Mezopotamya eski çağlarda, İncil’de de yazdığı gibi verimlidir ve sulamanın geliştirilmesiyle yeniden eski haline getirilebilirdi. Değerli yeraltı zenginlikleri ile de Almanya’nın kurmak istediği koloniler için çok değerli bir seçenek olacaktı. Bu durumda Hindistan ve Doğu Asya ülkeleri ile yapılan ticaretin kolaylaşması demiryolları ile sağlanacaktı.
Savaş zamanında ise demiryolları özellikle Rusya ve Britanya gibi güçlü düşmanlar karşısında Almanlara avantaj sağlayacaktı. İstanbul’u kontrol etmekle Almanlar Karadeniz’den Akdeniz’e geçen yolu da tutmuş oluyorlardı. Bu demiryolu Britanya imparatorluğunun en kıymetli sömürgesi olan Hindistan'a kadar uzanabilecekti de. Ve tabii ki hat üzerinde bulunan tüm ülkelerde Alman ya da müttefiklerinin kontrolü oluşabilecekti.
Yine bu sıralarda Rusya kendi demiryollarını Bağdada ve Tebriz üzerinden Basra körfezine bağlayan iki ana hat içeren kendi planlarını devreye soktular, ancak bu projeler ya finansal açıdan uygun değil ya da politik açıdan şüpheliydi.
Alman Kayser ‘i Wilhelm 1898 yılında Şam’da yaptığı bir konuşmada " Yeryüzünde dağınık yaşayan 300 milyon Müslüman unutmasın ki Alman imparatoru her zaman onların dostu kalacaktır” diyerek projeye inancının ne kadar yüksek olduğunu ifade etmiştir.

1. Dünya Savaşı Öncesi Anadolu’da Özel Şirketler
Aşağıdaki tabloda Osmanlı döneminde Anadolu’da demiryolları inşası işi yapan yabancı firmaların listesi gösterilmiştir.
Kısa Adı Tam Firma Adı Hat Başlama tarihi Devir
CO
Société Générale pour l'Exploitation des Chemins de Fer Orientaux Istanbul Bulgaristan Yunanistan 1874 TCDD 1 Ocak 1937
ORC
İzmir Aydın Osmanlı Demiryolları İzmir den Bucaya, Aydın, Sarayköy, Dinar, Eğridir 1866 TCDD 1 Haziran 1935
SCP
İzmir Kasaba Demiryolları Chemins de fer Smyrne Cassaba et Prolongements olarak adı değişti İzmir den Turgutlu, Alaşehir, Uşak, Afyon ve İzmir den Bandırma, 1869 TCDD 1 Haziran 1934
CFOA
Société de Chemins de Fer Ottomans d'Anatolie Istanbul, Izmit, Adapazarı, Eskişehir, Ankara, Konya 1873 C.F. Anatolie Bahgdad 1 Haziran 1927
CIOB - CFIO Baghdad
Société Impériale Ottomane du Chemins de Fer de Baghdad or Chemins du Fer Impérial Ottomans de Bagdad Konya, Adana, Toprakkale, Iskenderun, İslâhiye, Meydanekbez, Nusaybin Baghdad 1904 C.F. Anatolie Bahgdad 1 Haziran 1927
MTA
Mersin – Adana Mersin, Tarsus, Yenice, Adana 1886 TCDD 1 Ocak 1929
CFMB
Chemins de fer de Moudiana à Brousse Mudanya Bursa 1892 TCDD 1 Haziran 1931
--- Transkafkas demiryolları
Sarıkamış, Kars sınırı ve Erzurum hattı 1899 C.F. Anatolie Bahgdad 1 Haziran 1927
1. DÜNYA SAVAŞLI YILLARI VE ANADOLUDA BİR ALMAN KÖYÜ
Savaş başladığı anda ise Adana’ya geçit olacak Hacıkırı-Belemedik bölgesinde tünel kazıları başlamış durumdaydı.1830 tarihinde Amerika ile bir “Ticaret ve Seyrüsefer Antlaşması “ imzaladıktan sonra İngilizlerle Gümrük Birliği benzeri 1838 Balta Limanı Anlaşması imzalayarak yarı sömürgeleşme sürecine girmiş olan ve 1839 Tanzimat Fermanıyla çürümesi hızlanmış olup, 1854 de yabancı devletlerden borç almaya başlayarak ve Kırım savaşıyla beraber çözülmeyi hızlandırmış olan Osmanlı idaresi II. Abdülhamit dönemine gelindiğinde o güne kadar ittifak içinde olduğu İngiliz- Fransızlar tarafından terk edilmiş ve Almanlarla yakınlaşmaya başlamıştır.

Endüstriyel yayılma ve gelişmeye İngiliz ve Fransızlardan daha geç başlayan Almanya’nın İmparatoru Wilhelm’in dış Pazar ve hammadde bulma hedefi içinse Ortadoğu olmazsa olmaz bir geçit noktasıdır. Almanların ilk yapacağı şey Osmanlı topraklarında Alman etkisini yaymaktır. İmparator 1889 yılında kendi adını taşıyan bir gemiyle İstanbul’a gelir. Amaç Alman sermayesini Osmanlıya açmak, “Barışçıl Haçlı Seferi” olarak adlandırılan gezisinde Kudüs’e gidip orada bir Protestan Kilisesi kurmaktır. Tüm bu isteklere Sultan II. Abdülhamit tarafından izin verilir. Almanlar tıpkı İngilizlerin Hindistan’da yaptığı gibi, Mezopotamya ve Suriye’de bulunan halkları sömürgeleştirmektedir. 9 yıl sonra, 1898 de yapımı tamamlanan kilisenin açılışını şahsen yapmak üzere Kudüs’e gitmek üzere yeniden Istanbul'a gelir Kayzer. Osmanlı topraklarında Almanseverlik yaymak üzere Sultan ve Kayzer kol kola resim çektirecek ve bu resim imparatorluğun her yanına dağıtılacaktır. Ayrıca, Alman Kayzeri Şam’da bulunan Selahaddin Eyyubi türbesini restore ettirir ve “İslam’a sarsılmaz dostluk bağlarıyla “ bağlı olduğunu ilan eder. “Türk geleneğindeki –sebil- anlayışını kavrayan Almanlar İstanbul’da “Alman Çeşmesi” denilen çeşmeyi yaptırarak halka şirin görünmeye ve desteklerini almaya çabalayacaktır. Tüm bu yapılanlar meyvesini verecek ve halk arasında aslında 2.Wilhelm’in gizli bir Müslüman olduğu efsanesi yayılacak “Hacı Wilhelm “ adıyla anılmaya başlanacaktır Müslümanlar arasında “ ( Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı, Cengiz Özakıncı, 10. basım sayfa 130-134).

Osmanlı Sultanı Abdülhamit Kayzer’in bu büyük planını onaylamıştır. Alman ırkıyla yakınlaşmanın Osmanlı için büyük kazanım olacağını ve bölgedeki tüm halklara mutluluk getireceğini beyan eder. Böylece İstanbul-Haydarpaşa’dan başlayıp Bağdat’a uzanacak olan demiryolu inşaatı başlar.

Keza, parçalanmakta olan bir imparatorluğun bir arada tutulması için hayati önem taşıyan demiryolu Afyon, Eskişehir, Konya hattından Toroslara geçecek, oradan daha güneye Mezopotamya topraklarına ulaşacaktır.
Berlin-Bağdat demiryolu inşa hakkını Almanya 1902-1903 yılında alır.
Tüm finansal anlaşmalar tamamlanıp, Rusya ve Britanya’nın karşı duruşları aşıldığında 1902 yılında kontrat imzalanır. Ancak bu kez de devreye Duyunu Umumiye girer. Çeşitli Avrupa ülkeleri, tıpkı binlerce yıldır yaptıkları gibi, politik çıkarları adına, Doğuya doğru bu ilerlemeyi durdurmak istemektedirler. Duyunu umumiye şartlarını aşmak için demiryolu hatlarının yaklaşık 300’er kilometrelik bağımsız kısımlara bölünmesine karar verilir. Ancak bu şekilde finansör bulunabilecektir.
5 Mart 1903 tarihinde Sultan Abdülhamit gerekli izni verir ve dev proje başlamış olur.
BELEMEDİK-HACIKIRI
Konya - Ereğli arasında birinci kısım inşaatı 1903 Temmuz ayında Philip Holzman liderliğinde başlatıldı ve 18 ay sonunda hat tamamlandı. Dağları delen tüneller dizisi Konya’dan yaklaşık 362 km mesafede başlayıp 13 kilometre boyunca Hacıkırına kadar uzanır.
1905 yılında, 200 metre uzunluğunda, 100 metre yüksekliğinde Hacıkırında inşa edilen demir yolu köprüsü virajlı olması ve heybetli görünümü ile dünyanın en değerli yapıtları arasında gösteriliyor.

1907 yılında Berlin-Bağdat tren hattının Adana’ya 70 km. kuzeyindeki bölümünün inşaatına başlanır. Projenin en zor kısmı Belemedik yaylasının geçilmesi olup, Toros dağlarında 13 kilometrelik bir mesafede tüneller kazılması ve köprü inşasıdır. Ancak devletin finansal olanakları iyice daralmıştır.
1908 yılına gelindiğinde Türk hükümetinin yaşadığı finansman sıkıntılarından dolaya duraksayan demiryolu inşaatı yeniden başlar.
1912 yılından 1. Dünya savaşının yapıldığı 1914-18 yılına kadar ülkenin çeşitli kısımlarında 531 kilometre hat kullanıma açılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun Dünya savaşına Almanya ve Avusturya Macar İmparatorluğu safında girmesiyle Anadolu topraklarında ( Avrupa sayılan Çanakkale dışında) savaş yaşanmamış ancak “düşman demiryolları” 1919 yılı sonuna kadar ordu emrine girmiştir.
1917 yılı başına gelindiğinde Alman ve Osmanlı orduları için can damarı vaziyetinde olan demiryolu inşaat işleri Alman devletinin yardımlarıyla yeniden harekete geçirilir. Toros dağları delinmiş ve bağlantı kurulmuştur.
Hattın Toros yaylaları bölgesinden geçirilmesi uzun süre alacağından Pozantı’ya bağlı Belemedik köyünde bir Alman köyü kurulur. Bu köy çalışanların tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde tasarlanmıştır, bir genelev de dâhil olmak üzere! Bir süre sonra bu köy işçiler, hizmet veren köylüler ve Alman yetkililer, askerler de dâhil olmak üzere 35 bin nüfusa ulaşır. Tam teşekküllü bir hastane, bir kilise, bir cami, bir sinema ve evler inşa edilmiştir. Toroslar'da eşkıyalık sık rastlanan bir olay olduğundan, köy bir Alman birliği tarafından korunmaktadır. Bir mühendislik harikası bu inşaat sekiz yıl sürecek, 41 çalışan hayatını kaybedecek ve “Alman mezarlığı “ denilen yere gömülecektir. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunan 20 üzeri esir kamplarından birisi olan Hacıkırı-Belemedik kamplarında ise 1. Dünya savaşı yıllarında ve 1915 ortalarından itibaren ele geçen yüzlerce Rus, İngiliz, Avustralyalı, Fransız ve Yeni Zelandalı esir, Rum ve Ermeni tutuklular yanı sıra yerli işçiler emek verecektir tünel kazılarında ve gıda yetersizliği, salgın hastalıklar ve işin doğasından ötürü birçok esir demiryolu inşası sırasında ölecektir.

1. Dünya savaşı sonunda Tünel İnşaatı duracak, Kurtuluş savaşı yıllarında ise hiçbir çalışma yapılmayacaktır. . Bu esirler savaş sonuna kadar burada tutulacak, bir kısmı periyodik olarak Hacıkırı-Belemedik (Adana) tren tünelleri kazmak üzere yollanacaktır. Bir kısmı ise çeşitli kamplara dağıtılacak, yol inşaatı işlerinde çalışacaktır.

Mütareke sonunda hatlar Britanya kontrolüne geçmiş ve işler devam etmiştir. Savaş sırasında İngilizler İran Körfezinden Bağdada doğru önemli bir hat döşemişlerdir. 1923 yılında yapılan Lozan anlaşmasına göre Müttefikler Türkiye’den çekilince İngilizler Haydarpaşa Büyükderbent arasında tuttukları son hattı da devretmişler ve 1923 Ekim ayında Istanbulu terk etmişlerdir.


Günümüzde ise Almanların inşa ettiği köyden hemen hiç bir iz kalmamış, Alman mezarlığı Almanlar tarafından taşınmış, esirlerden ölenlerin kemikleri İngilizler tarafından alınarak Bağdat North Gate mezarlığına aktarılmıştır. Hintli esirlerin bir kısmının ise külleri toprağa karışmıştır. Ayrıca, Britanya unsuru olmayan diğer milletlerden esirlerin kemikleri ise hala bu topraklarda.
Bölgenin tarihini bilenler bu vahşi güzellikteki bölgeye günümüzde gittiğinde 100 yıl öncesinin anılarıyla baş başa kalacaktır.
Alman mezarlığının olduğu yerde 2005 yılı Eylül ayında bir anıt dikilmiştir. Restorasyon işleri Alman Pratiker (Metro AG) fişrması tarafından yapılmıştır.


Bu Makalenin yazılmasında aşağıdaki Kaynaklardan yararlanılmıştır:


http://www.trainsofturkey.com/w/pmwiki.php/History/CFOA#CFAB
http://freepages.military.rootsweb.ancestry.com/~worldwarone/WWI/TheGeographyOfTheGreatWar/
Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı, Cengiz Özakıncı, 10. basım sayfa 130-134).
Nation of Turks, Yüksel Oktay PE, 7 Eylül 2007. Istanbul
Osmanlıdan Günümüze demiryollarımız, Tayfun Uzun, 2005 İstanbul
Ulaşımda Çözüm Demiryolları, Soner Kızık, 4, 5, 6 Ocak Cumhuriyet gazeteleri
Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa mali denetimi: Düyunu Umumiye.
Donald C. Blaisdel, Çev. Ali İhsan Dalgıç İstanbul matbaası, Unkapanı 1979


Çanakkale 1915 dergisi- 2009