Total Pageviews

Thursday 11 March 2010

ÇİNGENE RUHUMDAN BODRUM DOĞAÇLAMASI

Çingene Ruhumdan Doğaçlama
1983 yılıydı. Bitkilerin üzerinde çiğ oluşmuş bir Haziran sabahı, gökyüzünün sanki daha mavi olduğu o 24 yıl önce gelmiştim ilk kez Bodruma. Tepeden aşağıya sallanırken, hafif bir sis ve kekik kokuları kaplamıştı eski, Magirus otobüsün içini. Hayat yorgunu üç beş hippi, birkaç köylü, sekiz on tatilci yerli sanki gizli bir el başımızı okşamış gibi ürpererek uyanmıştık derin uykumuzdan.
İşte Bodrum buydu. Ege sahillerinin henüz keşfedilmekte, gelişmekte olan, daha insanın yıkıcılığını, kırıcılığını, kıyımını tanımamış bir küçük, bir şirin balıkçı ve süngerci kasabası. Adı dillere destan, kitaplara konu, gönüllere türkü olmuş ve aşkı, bedenimin vereceği hazları doyasıya ilk kez tadacağım bir memleket köşesi. Soluğu o bir daha zihnimden çıkmayacak tarihiyle beni yıllar yılı mest edecek olan kalenin yuvalandığı iskele meydanında almıştım. Üniversiteden grup arkadaşım Sema’nın memleketiydi burası. Kos adasından gelecek olan sevgilimi bekledim önce limanda, küçük bir çay ocağında. Kavuşma, sarılma, heyecan, elektrik ve kabaran duygularla, yıllar sonra günümüz marinasının karşısında ara sokaklarda bir yerlerde olduğunu hatırladığım, mandalina ağaçlarıyla bezeli bir bahçe ortasındaki küçük, iki katlı bir evin yılların izini taşıyan kapısını çalmıştım sabah erkenden, utangaç hallerle. Tipik Bodrumlu, orta boylu ve sarışın, yeşil gözlü arkadaşım sanki tüm gece uyumamış, eşikte bizi beklermiş gibi gecikmeden açmıştı kapıyı. Ve birkaç saat dinlenmeden sonra, diğer arkadaşlarla beraber kıyıdaki cami yakınlarında kumlarda almıştık uykumuzu. Bembeyaz elbiseli turist beyler, ortaçağdan kalma esintiler taşıyan bir güzelim tarih yumağında olduğunun farkında, sanki yerlerdeki Arnavut taşlarını incitmemeye çabalayan hanımlar yürümekteydi sahilde ben uykuya dalarken, rüyalara çapa atarken.
Bodrumu ziyaret edenler için sihirli cümle “pansiyonda kalacağız” idi. Ülkenin bu yörelerinde var olan pansiyonculuk henüz Anadolu’da bilinmezdi bile. Tarihi evlerinin birkaç odasını, yerli ve yabancı turistlere açan Bodrumlu pansiyonculardan, misafirperverliğin geçer akçe olduğu, “para” denildiğinde kızarılıp bozarılan, kimin orta direk, kimin zengin, kimin yoksul, kimin yabancı olduğunun önemli olmadığı, kültür, alışverişinin temel güdü olduğu amatör sevgi bağımlılarının aynı masada yemek yediği, tarladan birlikte domates topladığı, akşamsefası rakı muhabbetlerinin ardından çırılçıplak denize girilen yıllardan bahsediyorum. Sevmenin savaşa yeğlendiği yıllardan.

İlk kez gelmiştim Bodrum’a. İlk kez aşkı orada tatmıştım. Çiçeği, yabanı, dağları, koyları, çam ormanlarını, sarışın Bodrumlu kızların masmavi bakışlarını, mavi renkli delikanlı süngercileri, sahilde kim bilir ne zaman gömülmüş yiğit denizcilerin mezarlarından fışkıran “heya mola” çığlıklarını ilk kez orada yüreğime kazımıştım. İlk kez orada ağlamıştım doyasıya nicelerini yutan deryaya karşı.
Sonra yaban ellerde, gurbette, ben’im ben olmadığımı gördüğüm yabancı diyarlarda gönüllü sürgün yıllarım başladı. Aşkı, sevgiyi, devrimi, toplumculuğu, paylaşımı, misafirperverlik hasletimi, yalnız ve düşküne yardım edilmesi gerektiğini unuttuğum yıllar. Birey, bencil, nev-i şahsına münhasır, insan vücudunun bir meta olduğunu, cinsiyeti, seksi, tüketimi asıl görev olarak gördüğüm tam 20 yıl geçti aradan.
Sonra ikinci kez geldim Bodruma. Artık çoluk çocuğa karışmış ama nedense en naif duygularla Bodrum’un hala aynı olduğunu zan ederek geldik. Cümbür cemaat Bodruma geldik.
Sene 2004. Kübik, binlercesi kısıtlı alanlara tıkış tıkış, üst üste, yan yana, dirsek dirseğe, kıç kıça betonlaştırılmış, beyaz, kuş yuvası tadında bir görüntü vardı denizden bakınca ve hatta her yönden bakınca. Önceleri Bodrum’un dünya tatlısı güzelliklerini tatmaya herkesin hakkı vardır diye gözüme batmadı çirkinlikler, rant kavgaları, mirasyediler, her şey dâhilci ölü seviciler, şarkılı türkülü gece konserleriyle hap yapıp para kazanmaya çalışan sihirli yaşamcılar, lahmacuncu düzenbazlar, sahtekâr, uyguladığı hukuka inanmayan, “Beyaz gece” toplantısı ayağından malı götüren, video makinesi alacak parayı tapu satıp ve yapıp filmciliğe soyunan aymaz hukukçular, dil bilmeyen ama günde onlarca yabancı dilde evraka imza atan, eski fişlemeci resmi ve profesyonel şahitler, çeti parası yiyen sarışın Bodrumlular, Bodrum’da yaşlanmış olan Bodrum âşıkları, her cavurun mutlaka cam boncuk, ottan yapılma kolye, gerçeğini kaçak almak varken siktiri boktan çamurdan sahte heykeller alacağını düşleyen, bir şey yapmadan, üretmeden yaşayacağını hesaplayıp sağa sola saldıran, Belediyeden her yaz 2 m2 stant almak için 365 takla atan ama kış aylarında bu paralarla sabaha kadar bira içen, Tayland’dan üçü beş kuruşa alınmış peştamalları anasının dinine satmaya çalışan başarısız ressamlar, filmciler, karikatüristler velhasıl hayatın eteklerinde tutunup, yiyecek ekmek peşinde koşan ama memleket hakkında, Anadolu hakkında en baba fikirleri sunmaktan kalmayan, yerli turisti takmayan, cavur sahtekârlığa uyanıp artık gelmeyince yerlileri yere göğe sığdıramayan, amele yanığıyla 40’lık temizlikçi turisti götüren, Bodrumda kutucuklar inşa etme işinde çalışan, kıçından terler akan cahili aşağılayan aydıncıklar, şehir planlamacıları, müteahhitler, tüccarlar ve bu sacayağına oturmuş tezgâhı bir ucundan, ister ya da istemez tutan herkes…Ben, sen o, biz, siz, onlar; Taksici, sucu, elektrikçi, televizyoncu, gazeteci, köfteci, fotoğrafçı, pideci, tercüman, mercüman, motorcu, artist, aktris, çıtır, kız oğlan kız orospu, oğlancı, dümbük, Rus pazarlayıcısı pezevenk, katçı, yatçı, emlakçi, peçeteci, tartıcı, kaçak, mülteci, güvenlikçi, kapıcı, tapucu, hamutçu, mermerci, tesisatçı, mevzuat bilen muhasebeci, kerameti kendinden meçhul görevli memur ve diğerleri, yıllarca turist kazıklamayı adet edinen, dev tesislere, yani kendilerinden daha akıllı sömürücülere karşı daha fazla direnemeyince, savaşmaktansa işletmelerini, evlerini, arsalarını, parsalarını dönercilere, diskoya, market ve butikçilere, personel lojmanı, disko, lokanta, site olarak kiralamaya ve satmaya başlayan, deniz bitmez sanan akılsız rantçılar. Biliniz ki hepimiz ölüyüz. Yani zombiler. TV’lerde bugüne kadar yere göğe koyamadığı, yerleşik turist mi ne olduğu belli olmayan ve işsizlik parasını biriktirip kendine Bodrum’da şekil yapan, ipini koparıp bu dünya cennetine akmış beceriksize ekmeğini veren cavuru kalitesiz diye niteleyen, akşamdan kalma fönlü saçları keçeleşmiş, lağımda gezmiş kefal balığı gözüyle uyuşturucu esriği, bir baltaya sap olamamış, “bu memlekete ne lazımsa onu ancak biz yaparız” “siz köylünün tek görevi çiftçilik yapıp bize gıda yetiştirmek” sevdalısı çaput satıcısı! Bir de benim gibi dikiş tutturmayan terzi yamakları, Çingene ruhlular.
Unutmayalım, bu ülkede çevreyi seven, saygı duyan, suyunu telef olmasın diye yudumla içen gönüllüler mevcut. Tabii yukarıda adı geçen çeteler de. Bu gün savaş günü; ama ben ancak acı acı gülümseyebiliyorum bu her şeyi bildiğini sananlara özgü tavırlarımıza. Ürkmeyin, devrim yapalım demeyeceğim. Binlerce kibrit kutusunu yıksak ta neremize koyacağız o moloz yığınlarını, öyle ya!
Bir Yahudi öyküsü, öyküyü anlatmadan önce ise bir atasözümüz geliyor aklıma; “Terazisi tezekten olanın boktan olur dirhemi!” Ben kimim ki terazi sunayım okuyucuya. Ama buyurun yine de, bu bir darb-ı meseldir ve uyanık olduğumuzu zanneden bizlere hitap eder: Altın dişli Istanbullu Yahudi Kayserili tüccarın da zeki olduğunu duymaktadır. Atlar gelir Kayseri’ye ve satın alacak bir şeyler bakar. Kayserili tüccarlar Yahudi'ye satacak malları olmadığını söylerler. Her gittiği kapıda aynı cevabı almıştır. Sonunda bir tanesi Tüccara “Altın dişlerini kaça yaptırdın?” diye sorar. Yahudi tüccar dişlerin kendisine 500 liraya mal olduğunu söyler. Kayserili tüccar “Peki sana 1500 versem satar mısın? “ diye sorar. Yahudi Tüccar şaşırmıştır ama teklif edilen para da iyidir. Kayserili tüccar” ve sökmeni de istemiyorum sende kalacak ama ne zaman istersem gelip dişleri kontrol etmek isterim” der. Yahudi şaşırmıştır ama teklifi kabul eder. Hem dişleri kendisinde kalacak ve hem de üzerine para alacaktır. Bir süre sonra Kayserili tüccar Istanbul'a gelir, Yahudi tüccara uğrayıp dişleri şöyle bir kontrol eder parmaklarıyla ve geri döner. Bir zaman sonra Yahudi tüccarın yanına bu kez başka bir Kayserili tüccar gelir ve dişleri 2500 liraya satın aldığını ve kontrol etmek istediğini söyler. Kayserili adamın elini ağzına sokmasından azıcık tiksinmiştir ama olsun, adam dişlerin sahibidir. Gel zaman git zaman bir başka gün bir başka Kayserili çıkagelir ve dişleri 4000 liraya kendisinin satın aldığını söyleyip Yahudi tüccarın ağzını kontrol eder ve gider. Bu birkaç kez böyle sürer gider. Yahudi bir takım adamların gelip ellerini ağzına sokmasından artık tiksinmektedir ve bu işten kurtulmak amacıyla Kayseri’ye geri döner. Kendisine dişlerini sattığı ilk tüccarı bulur ve derdini anlatıp bu işten kurtulmak istediğini söyler. Kayserilinin cevabı gayet mantıklıdır “ D,işleri sana satarım ama 5000 Lira” der. Ve Yahudi kendi dişlerini kat kat üstüne geriye alır ama bir o kadar insanın eli de boğazına sokulmuştur.
İşte şimdi, Bodrumdan uzak bir Anadolu şehrinde yaşıyorum son bir yıldır. Dergi editörü Yiğit Uygur’a telefonda bu ay Bodrumla ilgili yazmak istediğimi söyledim. “Takip ediyor musun Bodrum’u” diye sordu. Evet, takip ediyorum Bodrum’u. Televizyonlarda, internette gazetelerde gene Bodrum yazları başladı. Bodrum buradan böyle görünüyor. Tüm kış boyunca parasızlıktan yakınıp ta yaz başlar başlamaz ortalıkta boy gösteren, sattığı üç beş deniz kabuğu gümüş karışımı kolyenin parasını harcamak için köşe başı esnaf lokantasına gitmektense cebindeki üç kuruşla, birine kapaklanırım hevesiyle cavurun gittiği lokantaya gidenler, susuz kalmakta olan yaşam ortamının su deposu Dereköy'de çöp tesisi yapılmasına karşı ruhunun tüm çıplaklığıyla eylem yapacağına sahilde kıçını domaltıp yatan sanatçı bozuntuları, pörsük memelerinin derisi kat kat olmuş yaşlı mankenlerden tutun da, selülitini fotoşopta düzeltmesi karşılığında haberciye frikik veren, dişleri sigaradan sararmış, kart sesli pavyon şarkıcısı, 1000 yıl yaşayacak diye kurduğu “sanat merkezi” nin yanı başına site yapılıp hayallerinin içine yestehlenenler, 3. Kalite beton kokusu ve ter kokusu ve deniz yağı kokusundan ağır şekilde muzdarip ve koca memeli İngiliz temizlikçinin detol kokusuna hasta olan ilticacı adayları, üretmeden yaşamanın yollarında yüksek lisans seviyesinde becerikli “ zeki” ve olayları “çözmüş” marjinaller!, 15 yaşındaki kızının ya da 17 yaşındaki oğlunun kendi “Türk” gibi tepkilerine rağmen arka odada ne idüğü belirsiz bir dizi oyuncusunun oğlu ile çarşafları kirletmesine “olgun duruş” sergileyen adamlar, Marijuana tadını anlık zevkle karşılaştıramayıp beyni bilgi kirliliğinden sote olmuş kabızlar, benim gibi tutunamayanlar cenneti, ülke içi başka Cumhuriyet Bodrum’un görünen yüzü her yerde. Nasıl takip etmem ki Bodrum’u? Ve tabii kaçtım oralardan.
Aklımda bir mavi sürgün kalmış, bir Cevat Şakir, bir Neyzen Tevfik. Onlar günümüzün Bodrum portresini görselerdi ne derlerdi bilemem ama, eminim rakı içmezlerdi bu ortamda. Mavi yolculuğa ise belki de hiç çıkmazlardı. Herkesin dil bildiği Bodrum’da, resmi makamları eften püften mevzularla irdeleme tiyatrosunu oynarlar mıydı bilemem. Belki de başka bir şey gelmezdi ellerinden. Velhasıl böyle akar zaman Bodrumda, kısa film tadında her şey. Kendi filmlerinin boktan öyküsünü kendi kurdukları dev ekranlarda seyrettiren yönetmenler diyarı. Kendi Bodrum susuzluklarında Anadolu’ya su satmak isteyenler; Rus avratlar, kıllı ibneler, köpek yakıcıları, orman işgalcileri, Abdülhamit ve Tanzimat takipçileri, gidinin densiz Batı hayrancıkları, kınalı yapıncaklar diyarı, kottan kazanmanın rantını gören ve lakin yetkisi elinden alınınca çevreci kesilip kendi rantına geri dönmeye çabalayan din bezirganları, beyaz mı beyaz, darbeci mantığıyla tek tipleşen kutucuklarda Japon balığı hafızasıyla dönen duran, bitmez maviyi kara gözlükler arkasından seyir edenler, güneşin kızılını göremeyenler, devleti dolandırdığı tescilli olanların hala aynı işi yaptıkları bir Bodrum. Bodrum Bodrum. Bodrum katında kalmış ve onca güzelliğe rağmen birinci kata çıkamayan Bodrum, karanlığa mahkûm Bodrum, aydınlıklar içinde kendi ışığını göremeyen kör Bodrum. Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yenildiği halde hala pankreasına kadar giren eli göremeyen Bodrum, kendi kültürünü yabancıya öğretemediği gibi, koruyamayıp yabancı kültürüne teslim, mandalina reçelinin kavanozuna “ ekstra geleneksel” yazabilecek adamların yazlık mekânı Bodrum. Geleceğini önemsemeyen kaderci Bodrum. Evindeki odasını cavura verip sonra evinden kovulan Bodrum. Bodrum artık bizim değil bilesiniz. Penceresinden gök maviye baktığımız begonvil süslü kulübeden sadece gökyüzünü görebiliyoruz. Evimize tepeden bakanları aklımıza getirmeden yaşıyoruz. Tabloyu tamamlayamadan gidiyoruz.
Bodrumun filmini çekmek zor artık, kadrajda Karia mezarının üstüne yapılmış havuz var, ayağında taklit sandalet olan var, üç beş kök ilaç var kadrajda, bir elinde cımbız bir elinde ayna kadınlar var, ve bir de fena bir osuruk kokusu var.
Marjinal düşünce gibi gelse de size, bana kızacak dostlarım da olsa orada, şimdilik söyleyeceğim budur; işte eteğimdeki taşlar. İyi ki de çıkmışım Bodrum’dan, Anadolu’nun ışığını nasıl yakalardım yoksa onca sene sürgünden sonra, orada, uzaktaki köyümü nasıl anlardım yoksa ve boğazımda gezinen elleri nasıl hissedebilirdim yoksa?

Doğan Şahin Afyonkarahisar 14 Haziran 2008- İskele meydanı dergisi

No comments:

Post a Comment

Thank You...Teşekkürler