Total Pageviews

Wednesday 10 March 2010

ZAMAN GAZETESİ AVUSTRALYA ROPORTAJI

Sayın Süleyman Ünal

ZAMAN Avustralya

Nazik çağrınız için teşekkür ederim. Gazetenizin yeni şekil itibarıyla okuma hevesini artırdığını düşünüyorum.

Başarılar.

Gelelim Sorulara.



Doğan Şahin bir fanidir. 39 yaşında, Mersin’de Kürt bir baba ile Yerleşik Yörük bir ananın ilk çocuğu olarak doğmuşum. Edinilmiş meslek anlamında İngilizce öğretmeniyim. Evliyim. Bir çocuğum var. Avustralya’ya gelmek pek zor olmadı. O dönemlerde özellikle İngilizce bilen insanlara ihtiyaç vardı ve ben de üniversitenin ikinci sınıfından koptum geldim. 1980 li, fırtınalı yıllardı. Göçmenliğin getirdiklerini tabii ki yaşadım, hem de en derinden hissederek yaşadım diyebilirim. Yni benim buraya eğitimli gelmem pek fazla bir şey değiştirmedi hissettiklerim açısından. Ben buralara gelen insanımızı hep “pervane böceklerine” benzetmişimdir, bilirsiniz yaz akşamlarında asma altında , cansız cılız lamba ışığına çok gelirler Çukurova’da. Aydınlığa gelir bu kelebekçikler, kanatları güçsüzdür ancak yinede aydınlığa gider. Bazen de mum ışığına, ateşin alevlerine gelir. Güçlü yanan bu ateş pervane böceğini kavurur. Öldürür. Anglo Sakson medeniyetini de çok güçlü ve yakıcı ışık saçan bir medeniyet olarak görürdüm. İşte bu zararsız ve aydınlığa koşmaktan başka bir amacı olmayan pervane böceklerine benzettiğim biri Türkiye’den kopmuş, “Özgürliğü” seçip vurmuş kendini uçsuz bucaksız bir bilinmeyene ve önce İtalya sonra Londra derken Sydney’e varmış.

Özgürlüğün sekiz silindirli bir Jip, Video ve TV, 100 watlık bir müzik sistemi olduğunu öğrenmiş. Mesleğini yapamayacağı için hemen bir lokantada iş bulmuş kendisine. Mehmetin üstüne bir yamak fistanı vermişler ve bulaşık dağının önüne komuşlar. Mehmet işi bir saatte bitirmiş ve gidip şeften başka iş istemiş” ben sıkılırım yoksa ‘ demiş. Git çöpleri dök demişler. Sonra soğan doğra. Mehmet iş istedikçe vermişler. Elde bez mutfağın duvarlarını silmiş ve yine dikilmiş Menejerin başına. “İş isterim” demiş. Bu kez Menejer bir kova ve bez bulup götürmüş Memeti helaya. “Sil bu tuvalet taşlarını demiş” menejer. Kovaya deterjan koyma, tuvalet taşını süngerle yıkama taklidi yapmış. Sonra da paspasla yeri silme taklidi yapıp çıkacak olmuş. Mehmetin anladığını varsaymış. Mehmet kapının önüne dikilmiş ve eliyle dur deyip yine işaretlerle” sen şu işi bi kendin yap bakalım ben iyice öğreneyim” demiş. Menejer hela taşarını köpürte köpürte bi güzel silmiş ki bal dök yala. Sonra dönüp “ oldu mu “ demiş Mehmet’e sırıtarak. Tam o anda Mehmet öyle hızlı davranmış ki Menejer suratına okkalı bir yumruk yediğinde hala sırıtmaktaymış. Memet adama tekme tokat girişir. Bir yandan vururken bir yandan da bağırıyor “ bana gavur boku temizletecek adamın ağzına sıçarım ben. Biz sizin bokunuzu temizlemek için seçmedik bu içine sıçtığımın özgürlüğünü”. Yani benim özgürlüğe alışmam pek o kadar kolay olmadı.

Hayatımın geri kalanı daha da çok ilginç. Artık ben bu seçtiğim alternatif özgürlüğe alışmış biriyim. Diğer özgür insanları tanımak daha da dikkate şayan şeyler yaşatıyor. Meşru müdafaa hakkımı saklı tutarak, becerim dahilinde gözlemliyor ve not alıyorum. Öyle “yazayım da ölümsüz olayım “ diye kaygım hakikaten yok. Tabii herkesin özgürlüğü kendine, ancak, insanın kendi doğasından ve kültüründen dünyevi zevkler edinmek gayesiyle ne kadar kolay vaz geçebildiğine tanık oluyorum bu yaşlarda. Özgürlüğünü bu yaşamdan sonra ne olacağı sorusunu araştırma gibi yüce bir beşeri duyguda aramaktansa, var olan yaşamı somut biçimde yaşama zayıflığı gözüme çarpıyor. Bu Anglo Sakson kültüründe daha ağırlıklı. Bizler henüz “tüketim” i , tüketmek kelimesinin türkçe karşıtsızlığı” “var” kelimesinin getirdiği paylaşım güdüsünü yaşamayı tercih etmekteyiz, şansımızdan. Benim yaşıtlarımda, yada bana örnek olması gayet tabii olan benden önceki gençlikte o badireleri bi şekilde atlatmış ve erimemiş, yaşamın bi ucundan tutan değişimi görüyorum. Bi de insanın suratında bir maskeyle nasıl olup ta 24 saat rahat rahat dolaşabildiği beni şaşırtıyor. Bu tipleri bir tehdit olarak görüyorum.Yok edilmelidirler. Bunların hangi sistemi kullandıkları önemli değildir. Bunlar değişime ayak uydurmak değil de sıradan insanları bilgisiz bırakmayı yaşam kaynağı edinmiş sülüklerdir. Ancak bu arada Allah(cc) bunlara karşı “ sen de artık hakkını hukukunu müdafaa edebilirsin” demiş. Meşru mücadele bilgisizliği yenmektir. Hayatımı kitaplaştırırken neyi amaçladığım sorusunu saygı duyduğum bir Tiyatrocu abim de sormuştu. Ben de “bireyciliğin on planda olduğu bir toplumda, bir birey olarak, benden sonra gelecek ‘Pervane Böceklerine’ bir ilk örnek olarak sunmak için” demiştim. Şimdi bu vesileyle ekliyorum: Yazabiliyordum , onun için yazdım. İnsan eğer yazabildiğini iddia ediyorsa kendini neden anlatmasın ki? Bir tornacı yonttuğu şaft bilya yuvasında veya bir kilim dokuyucusu ilmiklerde kendini anlatmıyor da kimi anlatıyor? Bu benim zenaaatım. Yazı büyüsüne hasbel kader kapılan genç yeteneklere örnek olacaktır. İlktir Türk edebiyatı tarihinde. Aynı gelenek Dostovyevski de Gogol de zaten çok zaman önce uygulanmış. Bizde yenidir henüz kendini yazmak. Türkçe okuyan “entelijensiya”nın Avustralya da bizlere pek o kadar “diğerlerini” anlattığı da iddia edilemez. Bir kaç bilinen yazar dışında bırakın kendini anlatmayı, yan komşusunun kim olduğunu bilmeyenler var. Avustralyanın bu oluşturulmakta olan kültüründe , binlerce yıllık anadolu kültüründen süzülen “ben”im yaşamımı bir başkası yazsaydı, ki bu olasılık düşünmeye bile değmeyecek kadar küçüktür, daha da mı farklı şeyler kuracaktı? Belki de fantezilerine gezintiler yaptırabilecekti ancqk bu hiç bir zaman yazan birisi olarak kendi hissettiklerinin tadını vermeyecekti. Şimdi başkalarının yaşantılarını yazmaya da talibim. İnsanımızın burada şeceresinin tutulması lazım. Atalarımızın yaptığı hatalara düşmemeliyiz. Bakınız Osmanlı arşivleri kullanılmayınca seksen sone sonra ne hale geldik? Ben ateşin yakıcılığından kurtulan bir pervane böceğiyim. Bilinmeze yolculuk yapmadan önce, ülkemiz halkının bunları bilmesi gerek. Bu Almanya’da da boyle oldu, Hollanda da da. Şimdi Almanya’da ana kültürde kendisine yer açmıştır bu ilk girişimciler, ateşin yakıcı etkisinden kurtulanlar, yazarlar.

Çviri konusunda şunları söyleyebilirim : Çeviri işinin en önemli ve ilginç yanı bir kültürün ifadesini bir başka kültürün anlayacağı sembollerle ifade edebilmedir, keyiflidir. Dolayısıyla, seslerin sembolü olan harfleri, harflerin sembolü sesleri sevmeniz gerekir. Harflerin bir araya gelip farklı anlamlar, ifadeler, sesler oluşturması size keyif verebilmeli. Harflerin büyüsünü sevmeniz gerekli. İlginç olan yanı hemen her konuda bir seyler öğreniyorsunuz, süreç içerisinde. Söyleyecek bir kaç sözünüz olabiliyor, söyleyecek sözü olanların ifadelerini yada yanlış ifadelerini fark ediyorsunuz. Bir çok kelimeyi bir araya getirip bir sözlü yada yazılı metin oluşturmanın iletişim olmayabileceğini, laf kalabalığı olabileceğini öğreniyorsunuz. Avustralya ayağında ise; tabii buraya çeşitli nedenlerle gelip kalabilmek için gösterilen akıl almaz çabalar ve vakaları görüyor, dinliyor, ve eğer düşünen biriyseniz, öğreniyorsunuz. Şunu da eklemek isterim, tarih boyunca her sarayda ve her yönetimde yöneticiler arasında “Terceman” ların önemi büyük olmuştur. Örneğin Bizans ve Roma kültürü yanı sıra daha eski kavimlerin ürettikleri yazılar Arap medeniyetinin altın çağlarında, Orta çağda 11.12. yy da , Arapçaya çevrilirken bu bilimleri Arapçadan kendi dillerine çeviren Anglo Sakson ırklar günümüzde ne durumdalar? ve Avustralya örneğinde çıplak bir şekilde görüldüğü üzere, tercümeye ne kadar önem veriyorlar? Bir toplum hizmeti olup olmadığına ise ürettiğiniz işin kalitesini değerlendirebilecek halk karar verecektir. Ben sadece işimi en iyi yapmaya çalışmakla yükümlüyüm.

Avustralya kültürüne gelince, Avustralya’da kültür hayatı Avrupadan en az 30 yıl geridedir. Ben kendi kültürümün meşru müdafaaası perspektifinden baktıgımda, Anadolu kültüründen çok çok gerilerdedir. Medeniyeti eline geçiren Hristiyan batı önce bilinçli olarak kaybettirdiği, tüketemediği, manevi değerleri şimdilerde yeniden aşılamaya çabalamakta iken Avustralya entellektüelleri ABD ve İngiliz etkisindedirler. Bir hazine degerinde olan KOORI kültürü alkolde bogulmustur. Anglo Sakson kültürünü canlı tutanlar temelde münafıktır. Koloni anlayışının halkları nasıl “hizmetkar ruhlu” hale getirdiği açıktır.

Binaenaleyh, bizlerin Anadolu’dan taşıdığımız ve döllerimize aktarmakla yükümlü oldugumuz ağır kültür mirasının getirdigi borçlanmayı anlayabilmeleri mümkün değildir. Sadece aydınlanma ve takibeden rönesans dönemlerinden beridir her Hz. Meryem, Hz.Isa vs. yağlıboyasına bir “oryantal” kilim deseni eklemek kadar anlayabilmişlerdir ve bundan öteye gidememiş, tıkanmışlardır. İlk başlangıçtan itibaren bize bakış açıları şimdilerde yeniden pompalanan “ Post oryantalist” yaklaşımdır. Bu perspektiften bakıldığında bize ulaşabilmeleri mümkün değil. Karekök kapı bizde. Ancak bizlerin de kültürümüzü tebliğ etme ve ifade etme gibi yükümlülüklerimiz vardır. Dar açıdan bakıldığında, Avustralya’da yoğun olarak bulunan kırsal bölge insanım kültürün çeşitli ifadelerine maalesef katkıda bulunamamakta. Ana kültür onları kabul etmiyor. Bana dokunmayan yılan diyor. Egemen kültür bunu dikte ediyor.

Bir tiyatroyu benimseyememekte. Ama bir kilim dokuma kursu olsaydı eminim çok daha fazla kişi ilgi duyardı. Birde şehrin “kültür” odaklarından uzakta endüstrinin yoğun olduğu dar bir alanda yaşıyoruz. Ana kültüre karışmış çocuklar ise epey fazla. Kimin ne kadar kültürlü olduğu tespit edilemez sanırım. Sanatçılarımızın canla başla ürettikleri de aşikardır. Bir Gundoğdu Genceri, bir Mustafa Oruçoğlu’nu, Yusuf hocayı, Hasan Baydar’ı, Ressamlarımızı, Heykelcilerimizi, Gazetecilerimizi ve “kültür” üreten nice diğer emektarımızın ürettiklerini inkar edemeyiz sanırım. İnsanlara sadece bu gösterilere gitmek ve keyfine bakmak kalıyor. Bence yapılması gerekenlerin başında konuştuğumuz ortak dilin vurgulanması, yeniden zihinlerimize nakşedilmesi var, bir de islam ve zerdüştlerle, şaman ve maronitlerle, ermeni ve rum ortodokslarla , yezidilerle ve nice diger beşer inanışlarla yogrulup, süzülmus, emılmıs bır Anadolu yıgıtlık anlayısı var. Yani, o munafık dediğimiz sistemin suni olarak dayattığı “farklılıklar” değil de, Anadolu kültürünün “ ortak” değerlerine sarılmalıyız. Bunu yaparken bir donem hakim “ben en iyiyi bilirim herkles bana katılsın” gıbı ukelalık yapmak ıstemıyorum. Hepımız en ıyıyı bılıyoruz. Ben bunu yazıyla yapmaya çalışıyorum.

No comments:

Post a Comment

Thank You...Teşekkürler