Total Pageviews

Wednesday 10 March 2010

KIZIL ÖLÜM- EDGAR ALLAN POE

Binlerce insanın canını almıştı. Hiç bir salgın hastalık şimdiye değin böylesine korkunç boyutlara ulaşmamıştı. Kan onun tanrısı ve tek ayırıcı özelliğiydi. Önce korkunç ağrılar oluşuyor ve arkasından ani baygınlık ve çatlayan deriden korkunç kanamalar; ölüm yarım saat içerisinde geliyordu. Vücutta ve özellikle yüzde oluşan kırmızı noktalar, zavallı hastanın tüm yardım ve sempatiden uzaklaşmasına yetiyordu. Ve bu belirtiler oluşur oluşmaz bütün ümitler kayboluyordu…

Fakat Prens Prospere mutlu, cesaretli ve akıllı idi. Halkının yarısı kırılınca çevresindeki kendisine bağlı Lord ve Leydilerden en güçlü ve en sağlıklı olan bin tanesini toplayıp ülkenin en uzak bir kesimindeki kalesine göç etti. Bu muhteşem kale ve üzerine kurulu olduğu binlerce dönümlük arazi yüksek ve sağlam bir duvarla çevrili olup giriş kapısı ise demirden yapılmıştı. Soylular içeriye girdikten sonra demir kapının kilitlerini eritmiş ve böylelikle başkalarının kilidi açmasını engellemişlerdi. Artik ne girilebilen ne de terk edilebilen kale salgın tehlikesinden de uzaklaştırılmıştı. Dışarıdaki dünya kendi başının çaresine bakmalıydı. Dışarıyı düşünmek çok aptalca ve korku duymak yersizdi. Prens zevk ve sefadan oluşan bir hayat planlamıştı. Kale içinde müzisyenler, aktörler, güzellikler ve şarap vardı, kale dışında ise “ Kızıl Ölüm”.

Prens Prospere kaleye gelişlerinin beş veya altıncı ayında bin arkadaşını bir baloya davet ettiğinde, hastalık binlerce kişiyi oldurup en korkunç düzeyine gelmişti. Dışarıda yasam bir felaketten ibaretti. Prensin balosu yılın en görkemli olayı olup maske takmak zorunluydu.

Kaledeki odalardan en iyi yedisi bu olay için hazırlandı. Bu odalar rast gele seçilmişti ve kalenin bþir kösesinden karmaşık koridorlar üzerinde idiler ve her seferinde ancak bir odanın girişini görebilmek mümkündü. Her oda ayrı bir renge boyanmıştı. Doğu kısmındaki oda maviye boyanmış ve pencereleri de mavi camla kaplanmıştı. Üçüncü tamamen yeşil, dördüncü sarı, beşinci portakal rengi, altıncı beyaz olup en son oda siyaha boyanmış ve siyah eşyalarla donatılmıştı. Sadece camları farklı idi. Camlar kırmızı renkliydi -koyu kan rengi kızıl- odaların hiçbirisinde fener ya da ışık yoktu fakat her pencerenin hemen dışarısında ateşler yakılmıştı ve ateşlerden yayılan ışık renkli camlardan süzülüp içeriye yansıyor, ilginç yansımalar oluşturuyordu.

Fakat siyah odanın penceresinden sızan ışık korkunç ve ürkütücüydü. Orada bulunanlardan sadece birkaçı bu odaya girecek kadar cesurdu.

Bu yedinci odada siyah ağaçtan yapılma, bati duvarına asılmış bir çalar saat duruyordu. Ne zaman saat çalmaya başlasa o kadar derin, güçlü ve müzikal olup bir o kadar da tuhaf notalar ortaya çıkıyordu ki, tüm müzisyenler öylece durup saatin vuruşlarını dinliyorlardı. Tabii bu orada bulunan neşeli kalabalığın bir kaç dakika şaşkınlıkla susmasını sağlıyordu ve son vuruştan sonra gülmeler ve neşe çığlıkları yeniden baslardı. Müzisyenler kendi aptallıklarına gülüp bir sonraki vuruşlarda kesinlikle müziklerinin bölünmesine izin vermeyeceklerine söz verirlerdi. Fakat bir saat sonra yine ayni şaşkınlık, yine ayni sessizlik…

Bu ufak detaylara rağmen çok neşeli bir partiydi. Bayanların giysilerinde orijinallik ve güzellik, Lordların giysilerinde ise zenginlik ve düş gücü kendini gösteriyordu. Bazılarının giysileri çok kötü, bazıları ise iğrenç görünüyordu.

Maskeli dansçılar odalara girip çıkarken rüya âlemindeymiş izlenimini veriyorlardı, müzikle beraber hareket ediyorlar, odadan odaya geçtikçe camlardan sızan ışığın etkisiyle renkten renge bürünüyorlardı. Gecenin ilerleyen saatlerinde siyah odaya gittikçe daha az kişinin girip çıktığı fark ediliyordu.-yedinci odaya, kan kırmızı ışıkların sızdığı odaya. Sonunda, geceyarısını bildiren vuruşlar başladığında, daha evvel de dediğim gibi, müzisyenler durdular ve misafirler sessizliğe büründüler. On iki vuruştan en sonuncusuna gelirken, dansçılardan bazıları misafirlerin arasında gezinen ve kimsenin daha evvel görmediği maskeli bir kişiyi fark ettiler. Bu kişi fark edilince önce fısıltılar başladı ve bu şaşkınlık daha sonra korku ve iğrenmeye dönüştü.

Bu kişi uzun boylu ve ince yapılı olup üzerinde mezara konulan ölülerin giydirildiði kıyafet vardı, maske ise bir ölünün yüzüne benzetilmişti, yakından bakılmasa gerçekten bir ölünün yüzü olduğu anlaşılamazdı ama davetliler yine de onu uyaracak hiç bir şey söylemediler. Davetlilerin hoşnutsuzluğu bu kişinin “kızıl ölüm” ü taklit ederek giyinmesinden kaynaklanıyordu. Üzerindeki giysilerde kan izleri ve özellikle yüzündeyse kırmızı noktacıklar vardı.

Prens Prospere ziyaretçiler arasında yavaş ve törensel hareketlerle dolasan bu kimseyi fark edince kızgınlıktan küplere bindi. “Nasıl olur” diye bağırdı yanındaki soylulara “ Kim bize bu şekilde hakaret edecek cesarete sahiptir.” Çabuk onu yakalayın ve maskesini açın, açın ki güneş doğarken kimi asacağımızı görelim.” Prens bu sözleri sarf ettiğinde doğudaki-ya da mavi- odada bulunuyordu. İlk önce grup bu kişiye doğru hareket etti. Fakat kimse elini uzatıp ona dokunmayı denemedi. O ise prensin ve yakin arkadaş grubunun arasından sakince yürüyüp mavi

Odadan mor odaya, oradan yeşil odaya, oradan sarıya, sonra portakal rengi odaya ve oradan da beyaz odaya geçene kadar kimse onu durdurmak için bir hamlede bulunmadı. Bu şaşkınlık ve kendi korkaklığına sinirlenen Prens kılıcını sıyırarak altı odayı geçti. Maskeli kişi prense doğru döndüğünde yedinci odanın Bati duvarına-siyah odaya- erişmişti. Ayni anda keskin bir çığlık duyuldu ve Prens Prospere'nin kılıcı elinden düştü, kendisi de yani basına-cansız…

Ve çaresizligin verdiği kör bir cesaretle, etraftaki tüm soylular odanın ortasında siyah çalar satin gölgesinde öylece durmakta olan kişinin üzerine çullandılar. Kan izleriyle dolu olan ölüm maskesini vahşice yırttılar ve… Korkuyla geri çekildiler. Giysilerin altında insana benzeyen bir şey veya vücut yoktu. Maske ve giysilerin içi boştu.

Ve simdi ziyaretçilerinin “Kızıl Ölüm” olduğunu anladılar. Bir hırsız gibi gece yarısı gelmişti. Ve dansçılar birer birer o zevk koridorlarında cansız yere serildiler. Siyah saat bir kez çaldı ve durdu. Ateşlerin alevleri söndü ve karanlık ve kokuşmuşluk ve kızıl ölüm hepsinden güçlü çıktı.

EDGAR ALLEN POE

1809 yılında doğan yazar 1849 da yoksulluk içerisinde öldü. Eğitiminin bir kısmını İngiltere’de tamamlayan yazar birçok şiir yazdı ve bir edebiyat eleştirmeni olarak ta bilinirdi Birçok farklı edebi dergide çalışırken yazdığı kısa öykülerle bilinir. Poe doğa dışı şeylere ilgi duyar ve hikâyelerinde de o veya bu şekilde bu tuhaflıkları islerdi. Harikulade bir zekâya sahip olan yazar yeni bir hikâye türünü yarattı. Suçların ve kanunsuzlukların basarıyla çözümlendiği hikâyeler. 1841yazinda yazdığı –Ru morgunda cinayetler- adli eser o zamandan b yana binlerce hikâyeye model olusturmustur. Anne ve babasının aktör olmalarına rağmen Poe tiyatroya yabancıydı ama buna ragmen iyi bir tiyatroya dönüştürülebilecek olan eserler yazmıştır. Okuduğunuz hikâye – tales of Mystery and imagination- adli Poe koleksiyonundan çevrilen orijinal adi –The Red Death – olan eserdir.


TERCÜME- DOĞAN ŞAHİN–1997

No comments:

Post a Comment

Thank You...Teşekkürler