Total Pageviews

Sunday 20 February 2011

DR.MAZHAR OSMAN BEY VE ESİRLER



O Kadar Gerçeksiniz ki Düşünceleriniz
Hayalleri Gerçeğe, Yalanları Tarihe Dönüştürmeye Yetiyor...

~John Donne (1572 –1631)

Ey, En-dor’ a giden yol en eski yoldur
ve en çılgın olanıdır yolların!
Doğrudan büyücünün evine varır,
aynen Saul’un saltanatında olduğu gibi.
ve hafızalardaki ızdırap hiç değişmedi
Aynen En-dor’a giden yolu aramak gibi!
(1919) End-or adlı şiir
Rudyard Kipling
(tercüme doğan şahin- Şiir)

Dünya savaşının bilinen yüzünün dışında, bir de cephe gerisinde yaşananlar vardır ki her birisi ayrı bir öykü olacak hadiseler görmek mümkün. Bu yaşantılara bir örnek ise Osmanlının eline esir düşen Müttefik askerlerinin hemen hiç bilinmeyen esaret günleridir. Savaş dönemi tıp dünyası ve hastanelerimizin çalışma düzenleri hakkında az da olsa bir bilgi kırıntısı veren “ The Road to En-dor” adlı kitap her iki anlamda da epey detaylı yazılmış bir kitap. Kitabın yazarı Elias Henry Jones adlı Hint Ordusunda görevli bir Teğmen. Welsh kökenli bu İngiliz subayı esir alındıktan sonra Yozgat “üsera garnizonuna “ getirilir. İngiliz “Kurnazlığı ve ırksal üstünlüğü” tavrının en bariz örneklerinden birisi olan, “ Oryantalist” okuyucuyu etkilemek üzere yazılmış olan kitap 1919 yılında yayınlanmış olup savaş edebiyatı içerisinde en çok okunanlardan birisidir ve yazarı esir olduğu Türkleri “ aptal, cahil” olarak göstermek için büyük çaba sarf eder. Bu subay 1917 yılı ile Ekim 1918 arasında diğerleriyle beraber Yozgat esir garnizonunda misafir edilmiş olup, “Ruhlarla” konuştuklarına hem kamptaki arkadaşlarını hem de Türk muhafızları ve bir Ermeni hazinesini arama sevdasına kapılmış olan kamp komutanı Binbaşı Kazım beyi inandırmış ve onları ”kandırıp” önce İstanbul’a Haydarpaşa hastanesine sevk edilmeyi ve sonra da buradan esir değişimiyle memleketlerine gönderilmeyi “başarmışlar”. Onlardan hemen birkaç ay sonra Yozgat’taki esirler de salıverilmiştir. Yazılanlar sanki “bir film senaryosu” gibi ve esirlerin ne gibi faaliyetlerle uğraştıklarını anlatması açısından dikkate değer. Örneğin, Yozgat kampında Kayak Kulübü, Avcılık Kulübü, Hokey Kulübü, Tiyatro Kulübü, Dil öğrenimi, Resim Kulübü kurulmuş, dağ yürüyüşleri, piknikler, karda kayma seansları, karla kaplı tepelerde kayak yarışmaları, bahisler, satışlar ve hepsinin üzerine de yarışma sonrası harika eğlenceler organize edilmiş, Kapalı alanlar eğlencesi adına da tiyatro oyunları yazılıp, neşeli ve ciddi melodramlar, komediler ve pantomimler oynanmış. Esirleri sanki “İngiltere’deymiş gibi hissettiren “Köy ortamı” resimleri yapan ressamlar, esarette yapılan müzik aletlerini kullanan orkestra, koro ve onlara müzik yapan besteciler “ varmış. “Sanatçılar, müzisyenler, şairler, tarihçiler, romancılar, aktörler, drama oyuncuları ve özellikle de eleştirmenler beynimizin paslanmaya karşı sağlıklı tutulmasına katkısı olanlardı. Kesinlikle okul yaşamına geri dönmüştük! İngiltere’den kitaplar gelmeye başlayınca da bir kütüphane kuruldu ve matematik, Fizik, Politik ekonomi, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Hintçe, Elektrik, teknikerlik, Ziraat ve karakalem resim kursları organize ettik. Adeta küçük bir Üniversite yaratmıştık.(…) İşte böylesine farklı insanlarla hayatımızın iki yılını geçirdik Yozgat’ta” diyor Teğmen Elias kitabında. Aslen bu faaliyetler izin verildiği gerçeği esirlerin rahat bir ortamda olduğunu göstermesi açısından ilginç. Görünen o ki dedikodular, asılsız haberler ve bilgiler de bolca işgal etmiş esirlikteki hayatlarını. Bittabi bu kitap bir roman tadında yazılmış. Kitabın bir diğer özelliği ise isminde gizli “The Road to En-dor” cümlesi. “Endor’ a Giden Yol” olarak çevrilebiliyor. Yazarın Yozgat’ta kaldığı düşünülünce Endor'dan kasıt Yozgat’tır denilebilir. “Endor” Yahudi Kutsal Kitabında adı geçen bir Filistin ( Kenan) köyü. Bu köyde yaşayan bir cadı var ve “Endor Cadısı” olarak bilinen bu efsanevi kişi Samuel ( İsmail a.s) Peygamber’in ölümünden ve Ramah kentinde gömülmesinden hemen sonra, İsrail Krallığına karşı birleşmiş olan Filistin halkına karşı neler yapacağına dair ne Tanrıdan ne de Urim ve Thummim’den beklediği cevabı alamayınca, peygamberin Ruh’unu çağırmak üzere İsrail Kralı Saul tarafından görevlendirilir ( Samuel İlk Kitap, 28:3-25) . Kralın emri üzerine Endor cadısı ölüler ülkesi Sheol’dan Samuel'in ruhunu çağırır. Ancak beklenen yardım buradan da gelmez. Uykusundan uyandırıldığına kızan “Ruh” tanrının emirlerine karşı gelen Saul’u azarlar ve Saul'un tahttan ineceğini, ordusunun dağılacağını ve Saul’un ve oğullarının da ölüler ülkesine gideceğini tahmin eder. Kral Saul şok olmuş ve korkmuştur. Ertesi gün İsrail ordusu savaşı kaybeder ve Kral Saul yaralandıktan sonra intihar eder. Yani Kılıcıyla tanrıya hizmet eden Saul tanrıya karşı çıktığı anda, aslen yasak olan bir takım büyülerden medet ummuştur. Samuel peygamber ise ona hiç bir yardımca bulunmayacak, aksine yok oluşunu işaret edecektir.

Kutsal kitaplarda adı geçen ve nerede olduğu tam bilinmeyen bu köy, büyücünün yaşadığı şehir olarak biliniyor ve işte yazar da Yozgat’ta geçirdiği günleri böyle bir büyüler şehrinde geçirmiş gibi bir mecaz ile aktarıyor. O yıllarda ise hem batıda hem de doğuda İspritizma- Ruhlarla Konuşma- Cin Çağırma olaylarına, günümüzde de olduğu üzere inananlar çok.
“Endor” kelimesine son yıllarda dünyayı kasıp kavuran “ Star Wars-Yıldız savaşları” kelimesinde de rastlanıyor. Endor uzayın sonsuz boşluğunda, üzerinde canlılar yaşayan bir gezegen olarak kurgulanmış.
Diğer taraftan kitabın farklı baskılarında ve söz konusu kelimenin çeşitli yerlerde yazılış biçimi kimi zaman “ Endor” iken, asıl nüshada bu kelime “ End-or “ şeklinde ayrılmış ki bu durumda kitabın tercümesi “ Sona giden yol ya da” şeklinde bir başka anlama bürünüyor. Yozgat sonları mı olacaktır, yoksa sihirli bir şekilde başka bir şey mi! ?
Kaynak oluşturabilecek bir kitaptan çok, okuyucuyu gıdıklamaya yönelik bir romantik çalışma yani. Görünen o ki yazar esaret yıllarından sonra yazdığı kitabı tamamlamadan evvel mazhar Osman bey’in kim olduğunu öğrenmiş ve yazdıklarını da buna uygun bir kapsama sokmuş. Nitekim birçok baskısı da yapılmış ve savaş, kaçış edebiyatı bağlamında iyi satmıştır. İngilizcesi epey ağır ve karmaşık bir dille yazılmış. Kitaptan konumuzla doğrudan ilgili olan kısımları alacağım. Kimi yerde doğrudan alıntı yaparken kimi yerde özet açıklamalarla yetineceğim.
Olaylar 1917 Şubat ayının sonlarına doğru İngiltere’den subaylardan birine yollanan kartpostalla beraber başlar. Bu subayların büyük çoğunluğu Kut El-Emare’de 11 binin üzerinde asker ve subayıyla Enver paşanın büyük amcası olup “Kut Ül Emare Kahramanı” olarak anılan Halil Kut paşaya 29 Nisan 1916 tarihinde teslim olan Townsend’in esir edilen askerleridir.
Bu basit görünen kartpostal tüm kampa bir yıl sürecek bir tartışma konusu sağlayacak ve süreç içerisinde iki esirin Türkiye’den çıkmasını sağlayacak olan “açıl susam açıl” kartıdır artık. Kartpostalı yollayan kişi esirlere boş vakitlerini geçirmek üzere bir faaliyet önerisi yapmıştır , “Ruh çağırma". Kartpostaldaki öneriyi ciddiye alan bir grup subay bir “ Ruh Çağırma Grubu” kurar. Hiçbirisi bu konu hakkında bir şey bilmemektedir ama kartpostalda açık ve net bir şekilde talimatlar yazılıdır. Öncelikle bir Ouija tahtası yapılır karton parçalarından. Bir süre başarısız ruh çağırma seanslarıyla geçer. Herkes bıkmış, ilgi kaybolmaya yüz tutmuştur. Ancak, arkadaşlarına şaka yapmak isteyen Teğmen Elias (yazar) gene bir seans sırasında kartları kendisi hareket ettirir ve arkadaşlarını gerçekten ruh geldiğine inandırır. Önceleri arkadaşlarını kandırdığı için kendine kızsa da, sonradan aslında kampın Türk idareci ve çalışanlarını da kandırabileceğini düşünüp oyununu oynamaya devam eder. Önce kampta görev yapan Yahudi asıllı Moiz adlı tercümana inandırır ruhlarla konuşabildiğini. Kendisi bir yerlere paslı bir tabanca gömüp, bunun “ruh aracılığıyla” Moiz tarafından bulunmasını sağlar. Tercüman oltaya takılmıştır.
“ Ama içimdeki şeytan beni dürttü " Yapma, hiçbir şey söyleme, bunlar sadece şakaydı. Söylemek istersen her an söyleyebilirsin ama bu gün dışarısı çok soğuk ve başın ağrıyor. Yataktan çıkma !"
" Ama şaka değildi. Ciddi olarak deniyorduk," dedim kendi kendime " İşte bu nedenle çok acımasız bir kandırmaca bu." ve yataktan çıktım.
" Olduğun yerde kal, sana söylüyorum" dedi içimdeki şeytan " Çok güzel zaman geçirmelerini sağladın ve bu devam edebilir" . Yeniden yatağa girdim. Evet, çok güzel bir gece geçirmiştik- bunu Doktor da söyledi. Konuyu biraz daha düşünmeliyim.(…) (Tabii kitapta geçen bu konuşma ya da diğer konuşmalar konuşulanların tamı tamına aynısı değil. Böyle bir konuşmayı tıpatıp ertesi gün bile anlatmak zor, iki yıl sonra ise daha da zor. Bu konuşmalar olan bitenin benim tarafımdan “canlandırılmış” gerçek aktarımları. Kitapta olduğu söylenen her olay ise gerçekten olmuştur)”
Bu satırların yazarının “küçük bir kandırmaca” olarak başladığı şey gittikçe gelişmiş ve artık esirler arasında kendisinin gerçekten medyum olduğuna inanılmaya başlanmıştır. Tabii olan bitenden kısa süre sonra esirlerden sorumlu askerlerin de haberi olmuştur. Ancak bu yalanda yalnız olmadığı için itiraf etmesi durumunda, kendisi ile işbirliği içerisinde olan diğerlerini de açıklamak zorunda kalacaktır. Zaten açıklamayı da pek istememektedir. Esirin kaçma girişimi planları ise bu olaylardan sonra iyice şekillenmeye başlayacaktır. Beklide özgürlüğe açılan bir kapı olacaktı bu durum.
Seansları ise ana koridorda yapmaya başlarlar.
“Ana koridorda Worchester Yeomanry birliğinden beş subay birlikte, yan yana yatıyorlardı. Burası onların yatak odasıydı.”
Bu subayların neden sadece 5 kişi ve hep beraber, yan yana yattıkları ise incelemeye değer.
Bu durum kendilerine “Süvariler Kulübü” denilen bu şahısların başka bir yere taşınmasına kadar sürer. İki bina arasında koridor olan burası gizlilik için uygundur ve birçok faaliyet için ise en uygun yerdir de. Yine bu koridorda “The Fair Maid of Yozgat” adıyla yazılan pantomim gösterileri yapılacak ve Türklerin bu “ onurlu misafirleri” kendilerini esir edenlere olan duygularını gece yarısından sonra ifade edeceklerdir.

“ Tabii ki bunu Türk gardiyanlarının önünde yapmaya cesaret edemezdi kimse. Bu koridor esirlerin kendi yaptıkları müzik aletleriyle pratik yaptıkları, Avustralya denizaltısı AE2 komutanının " Little, Stoker & Co." şirketi adıyla içki damıtmaya çalıştıkları koridordur ve burası “Ruh” un yaşadığı yerdir. “ diyor yazar.
Belki de özgürlüğe açılan bir kapı olacaktı bu durum. Ve devam ediyor yazar:
“ Olan biteni Kamp Komutanı Binbaşı Kazım Bey de duymuş olmalı ki bir gün beni yanına çağırdı.
Komutan odasına vardığımda Kazım Bey kibarca ve ciddiyetle selamımı aldı, beni selamladı. Öncelikle aramızda geçecek konuşmaların hiç kimse tarafından bilinmemesi gerektiğini ifade etmişti ki neler söyleyeceğini bildiğimi belirttim.
- O zaman söyleyeyim, ölmüş bir Yozgat Ermeni’sinin definesini bulmamı isteyeceksiniz. Bunu Ruh’ların yardımıyla yapmamı isteyeceksiniz ve bana bir ödül vermeye hazırsınız.

- Komutan şaşırmış görünerek sandalyesinde geriye yaslandı, gözlerini bana dikti.
- Doğru mu söyledim Komutan?
Kafasını eğdi ve tek kelime etmedi. O kalemiyle oynarken ve ben de ilgisiz görünmeye çalışıp ve hafiften gülümserken sessizce bir süre durduk. Bu durumda gülümsemek ne demek, yüreğim sevinçten küt küt atıyordu.

- Korkarım ki, esirlerimden birisiyle bir anlaşma yaptığım Savaş bakanlığı tarafından duyulursa benim için iyi olmaz.”

Bir bu durum çeşitli gelişmelerle devam ederken, beklenmeyen bir şey olur. Kendisinin de medyum olduğunu iddia eden ve Afyona yollanacak olan esirlerden birisi söylenenleri yalan çıkararak Kazım beyin planı uygulamaktan vaz geçmesine neden olur. Artık yapılacak tek şey gerçekten deli numarası yapmak, esir değişiminden yararlanarak esaretten kurtulmaktır. Ancak “Ruh”un yardımıyla yeniden Kazım bey’in güvenini kazanır. Ruh yapılacak her şeyi tek tek anlatır Kazım bey’e: esirlerin Doktora sevk edilmesini isteyecek ve aynen şunları söylemesi istenir:

" Esirlerden iki tanesi konusunda endişeliyim. Profesyonel düşüncelerinizi alarak ona göre hareket etmek istiyorum. Bu esirlerin akıl sağlığı olduğunu düşünüyorum. İngiliz doktor bu ikisinin hastalığını saklamak amacında. Jones ve Hill ile bazı esirler uzun süredir ruh çağırma ve telepati işleriyle uğraşıyor. Zaten bu nedenle hücre cezası aldılar ve dışarıdan esirlerle konuşmaları yasaklandı. Hücre cezası sırasında neler yaptıklarına dair tercüman Moiz ve Aşçı ile konuşmanızı salık veririm. Akıl hastalığı var ise kötü bir şeyler yapacaklarından çekindiğim için İstanbul’a yollanmalarını ve orada tedavi olmalarını ya da onlar için ne gerekliyse yapılmasını tavsiye ediyorum.
İşte Yozgat’ta görevli Doktorlar Yüzbaşı Osman ve Yüzbaşı Suphi Beye 13 Nisan 1918 sabahı hapishanenin resmi ağızları tarafından bunlar söylenir. Fiziksel durumları da buna güzel örnektir; günlerdir yıkanmamış tıraş olmamış ve sadece kuru ekmek yiyerek kilo vermişlerdir. Nabızlarını düşürmek içinse çok miktarda "phenacetin" ilacı almaktadırlar. Odaları ise karmakarışık, her taraf pislik içindedir. Esirleri bu ortamda ziyaret eden doktorlara esirler İngiltere’den nefret ettiklerini, İngilizlerin kendilerini öldürmek istediklerini söylerler. İngiltere’yi bölmek için bir planları vardır!
Ve her iki esirin İstanbul'da tedavi edilmelerine dair tavsiye mektubu her iki doktor tarafından imzalanır…
Komutan kazım beyin İstanbul’a yazdığı raporlara doktor raporları da eklenir ve 15 Nisanda İstanbul’a telgraf çekilir. 16 Nisanda Yozgat kamp komutanına İstanbul’dan bir telgraf gelir.

"Sayı 887. 15th Nisan. Acildir. Çok Önemli. 77 Numaralı telgrafınıza cevaptır. Teklif ettiğiniz üzere iki İngiliz subayının gözlem altında tutulmak üzere haydar paşa hastanesine gönderilmesine. Konu ile ilgili Çankırı Komutanı ile bağlantı kurunuz.-KEMAL."

Şöyle devam etmiş yazar “ 8 Mayıs sabah saat 10 sıralarında İstanbul'a giriyorduk. Dünya kaynayan bir kazan gibiydi. Rusya sonsuza kadar kırılmıştı. Türkiye'nin sonu belliydi. İngiltere, Almanya, Avusturya, Romanya, Sırbistan, İtalya, Fransa çok kan kaybetmişti ve bu aşamadan sonra evvelki güçlerine asla bir daha erişemezlerdi. Güç ve Gurur günleri geride kalmıştı.(…). Böyle şeyler daha evvelde olmuştu; Çin medeniyeti, Meksika medeniyetleri, Hint ve Asurlular, Persler, Mısır, Yunanlılar ve Romalılar da böyle çökmemiş miydi? Şimdi ise sıra Avrupa’ya gelmişti. Yerküre tarihinde bir başka gün kararmaktaydı. Ama küllerden yepyeni bir dönem doğacaktı. Medeniyetler, bilim ve bilginin ışığı küllerden canlandırılmalıydı (…) Ama bu ateşi kim canlandıracaktı?
İstasyondan bize yarım mil kadar uzakta tepedeki Haydarpaşa hastanesine yürüdük. Son on gündür düzenli olarak phenacetin ilacı alıyorduk ve yemek yemediğimizden dolayı iyice yorulmuş olan bedenlerimiz yarı yolda koyuverdi ve dinlenmek zorunda kaldık.(..) Uyandıktan sonra, gece karanlığında formaliteler halledildi.
Hastabakıcının bizi götürdüğü odada on yatak vardı. Beş bir yanda beş diğer yanda. Beni kapının yanındaki 10 numaralı yatağa yatırdılar. Yanımda 9 numaralı yatakta bir Türk subay yatmaktaydı. 8 numaralı yatağı da Hill’e verdiler. Koridor kapkaranlıktı. Sabaha kadar uyumamamız gerekiyordu çünkü Doktor O’farrel, gözlerimizde deli bakışı olması için yapılacak en iyi şey uykusuz kalmaktı. Hastaneye gelir gelmez doktorların bizi göreceğini düşünmüştük ve bu nedenle bir önceki gece de uyumamıştık. Yataklarımız rahattı (daha haşere mevsimi gelmemişti” . Sabaha kadar arada bir dalıp hemen uyanarak böylece bekledik.
Haydarpaşa’da Türk doktorların genel anlamda insancıl ve eğitimli beyler olduğunu burada belirtmeliyim. (…)Sabah olduğunda ise Hill gene elindeki incili okuyup her dinden dualar etmeye ve namaz kılmaya başladı. Uykusuzluktan ölüyorduk. Koridorun yavaş yavaş aydınlığa dönüşmesiyle birinin beni sarstığını hissettim:
Hastabakıcı " Çorba, Çorba! "diye sesleniyordu. İçinde birkaç mercimek yüzen bir çorbaydı bu.
Saat yediydi ve ben son iki saattir uykuya dalmışım. Aramızdaki subay uyuyordu. Yedi numarada a yatan yakışıklı bir genç subay büyük bir dikkatle Hill’in ne yaptığına bakıyordu. Daha sonra bu adamı daha da iyi tanıyacaktım. Bu subay bir Kürt beyinin oğlu ve yiğit bir savaşçı olan Süleyman Sırrı idi. Aklı tamamen yerindeydi ama bacaklarını onun bir sinir kliniğine yatırılmasını haklı çıkaracak bir sinir hastalığı nedeniyle kullanamıyordu ve belki de sonunda bir akıl hastanesine görülecekti. Bu subay zamanının çoğunu bizi gözleyerek geçirirdi ve diğer hastabakıcıların tamamından daha tehlikeliydi. Çünkü çok mantıklı ve keskin bir zekâsı vardı, yani her sporcu gibi o da her detayı görebiliyordu. Süleyman Sırrı her gördüğünü doktorlara anlatırdı. Bir Türk subayı olarak yaptığını görevi olduğunun farkındayız ve söylediklerinde ne bir fazla ne bir eksik vardı. Aslen bizim için hastanede yaptığı küçük iyiliklere minnettarız; örneğin diğer hastaların bizlere de kardeş subaylara davrandıkları gibi davranmaları konusunda ısrarcıydı. Süleyman Sırrı Diyarbakırlıydı. “Batı” kültürüyle hiç alış veriş yapmamıştı ama doğal olarak bir centilmendi. Kibar, cesaretli ve müthiş vatanseverdi; herhangi bir ülkenin evladı sayabileceği yapıda bir adamdı ve eğer Türkiye’de onun gibileri çoksa, bu ülkenin geleceği umut vaat ediyordu.(…).

“....Beni ilk muayene eden doktorlar üzerinde deliliğime dair umduğum etki oluşmuştu. Daha sonra tıp literatürüne mi baktıklarını yoksa ki büyük ihtimalle böyleydi, onun adını zaten biliyorlar mıydı bunu bilemem. Ama birkaç gün sonra Başhekim mazhar Osman Bey bana " Glasgow'dan Doktor M…” hakkında sorular sorup, arkadaşımı tanıdıklarını gösterdiler; bu durumda olabildiğince kurnaz bir tavır takınarak bu ismi daha evvel duymadığımı söyledim. Başhekim kendi kendine gülümsedi ve gitti. )

Tıp Heyetini Kandırmak
Daha sonra doktorlar revirden çıktılar.
Bir saat kadar sonra bir hastabakıcının anonsu duyuldu “ Doktor Bey geldi”. Hill dışında revirdeki tüm hastalar saygıyla silkindiler. Mazhar Osman Bey olmak üzere bir grup doktor içeri girdi. Hemen arkasından İhsan ve Talha ve arkalarında öğrenciler ve hastabakıcılardan oluşan bir grup. Öğrenciler bu büyük Doktorun kullanabileceği bir takım aletleri tepsilerle taşıyorlardı.
Mazhar Osman tıknaz, iyi giyimli, sağlam ve 40 yaşlarında bir adamdı. Yüzü neşeli ve en önemlisi zekâ fışkırıyordu. Almanca ve Fransızcayı Türkçeyi konuştuğu kadar rahat konuşuyordu ve her yönüyle çok iyi eğitimli ve başarılı bir insandı. Kendi alanında, Doğu Avrupa’daki en iyi akıl hastalıkları uzmanı olarak biliniyordu. Daha sonra da keşfettiğimiz gibi, Berlin’de, Paris’te ve Viyana’da eğitim görmüş ve bu konuda birkaç kitap yazmıştı. Bu kitapların bir kısmı Almancaya tercüme edilmişti ve temel kitap olarak kabul ediliyordu. [Daha sonra onun favori hastası olduğumda kendi yazdığı “İspritizma Aleyhinde” adlı bir kitabını imzalamış ve hediye etmişti. Anlayabildiğim kadarıyla (çok teknik dilde yazılmıştı), ruh çağıranların olması gereken yerin özel akıl hastaneleri olduğunu ve otomatik yazma, masaya parmaklarıyla vurma, gibi fenomenlere vs. gibi “bilinçsizce” olduğu söylenen reaksiyonların ruhlarla konuşma yaptığını söyleyenler yanı sıra sinir buhranı hastalarında da görülen Akıl hastalığında Genel Felç (G.P.I) olduğunu ispat etmeye çalışıyordu. Yazdığı kitaba karşı İspritizma bakış açısını anlatan bir kitap yazmam için meydan okudu. (umarım bu kitap o işlevi görür). Tabii sıradan bir insanın onun profesyonel becerilerini değerlendirmesi düşünülemez, ancak Hill ve ben şunu söyleyebiliriz: İstanbul’da kaldığımız süre içerisinde Türk, Alman, Avusturyalı, Hollandalı, Yunan, Ermeni ve İngiliz iki düzine kadar doktor bizi muayene etti. Akla gelebilecek fer türlü test, tuzak, sorgulamada geçirildik. Şüphesiz, onların birçoğu, “tıbbi tarihçeyi” okumadıkları için şüpheleniyorlardı ama Mazhar Osman kadar bizi yakalanma korkusuna iten ya da olup bitenin tamamını bildiğini düşündüğümüz bir başka doktorla tanışmadık.
Kontrolünü yaparken sanki Hill’e bakmadı bile.
Daha sonra öğrendiğimize göre en meşhur oyunu hastaları birkaç gün kendi başlarına bırakmakmış- ama benim yatağımın yanına geldiğinde durdu ve sessizce birkaç dakika bana baktı. Sonra elini kalbimin üzerine koydu. Kalbim normaldi.
Sıkıntılı bir sesle " Sanırım sen de kap uzmanı olmalısın."
Moiz tercüme etti ve Mazhar Osman benim uzmanlar hakkında söylediklerimi biliyor olacak ki, gülmeye başladı ve neden böyle kızgın göründüğümü sordu. İhsan beyin bana deli dediğini ve beni burada arzum dışında tuttuğunu söyleyerek şikâyet ettim.
" İhsan Bey seni anlamaz, Türkçe konuşman lazım" diye yanıtladı Doktor.
" Konuşurum, bir ayda öğrenirim" (ve öğrendim!) " Dünyadaki tüm dilleri de öğreneceğim" Mazhar Osman Bey'in Türkçe öğrenmem için verdiği tavsiye o kadar etkileyiciydi ki “Türkçe lisanını anlatan 100” kitap talep edip bana bir tane kitap gelene kadar talebimi yineledim (parasını da ben verdim tabi). Hagopian tarafından yazılmış Konuşma Dili Kitabı, harika bir kitap. Çevrede bir sürü öğretmen vardı, yani hastanedeki tüm Türkler ve en önemlisi de her sorduğumda bana ders veren Doktorlar. Türkçeyi öğrenmekteki hızım Mazhar Osman Bey’i memnun etmişti. Şunu itiraf etmeliyim ki böylesine akıllı bir meşguliyet benim için çok önemliydi ve tek pişman olduğum şey, bir deli olarak, bu çok ilginç dili düzensiz ve aklıma estiğinde çalışıyordum. Gene de “ünlü” bir hasta olabilmek için yeterince dil öğrenmiştim. Temmuz ayında bir kısım tıp görevlisiyle bizi ziyarete gelen Hollanda elçiliğinden de beklemediğim ve aslen çok hoş “beyanatı” aldım. Bu beyanat Elçilik tarafından bir “rapor” halinde gönderilmiş ve Hindistan Bürosu vasıtasıyla aileme iletilmişti. :- " Haydar Paşa Hastanesi.- Bu hastanede Topçu Birliğinden (Gönüllü) teğmen Henry Elias Jones’u ziyaret ettik.10 Mayıs 1918 tarihinde Akıl hastalığı teşhisiyle Yozgat’tan havale edilmiş. Kendisi mutlu görünüyordu ve uzunca bir süre konuştuk. Kendisi bir Türk olmak ister ve İngilizlere güvenmiyor, ailesinden ya da İngiltere’den gelen hiçbir şeye el sürmüyor. Kendisine bir Türk üniforması verilmesini ve Türkiye’de yerleşmeyi istiyor. Akıllı birisi olduğundan çok kısa bir sürede ve çok güzel bir aksanla Türkçe konuşmayı öğrendi. İlk esir değişiminde büyük ihtimalle memleketine yollanacaktır"
Mazhar Osman yeniden gülümsedi ve gittikçe büyüyen öğrenci kalabalığına dönerek Türkçe bir şeyler söyledi. Sonra reflekslerimi kontrol edip, asistanlarına talimat verdi ve reviri terk etti.
Kısa süre sonra bu talimatın ne olduğunu öğrendim. İhsan ve Talha gelip kan örneği ve omurga suyu örneği alacaklarını söylediler. Bu tahlilleri yapmamalarını umuyordum çünkü frengi hastalığım olmadığını kesin olarak tespit edeceklerdi. Yalanımın ortaya çıkmasının ilk adımı olabilirdi bu.
Ama doktorlar hiçbir şeyi şansa bırakmıyorlardı. Frengi hastalığı geçirdiğimden emindiler, bunu ispat etmeleri gerekiyordu ve bunu kendileri söyledi. Eğer frengi hastalığı geçirdiğimi itiraf etmezsem, tahliller yapılmalıydı.
Böyle bir şeyi kabul etmek de çok tehlikeliydi çünkü bu kez, itirafa rağmen tahlilleri yapmak isteyebilirlerdi. Bu da benim yalancı olduğumu ispat edecekti. Benim amacım ise gerçeği öyle bir şekilde anlatmaktı ki onlar bunun bir yalan olduğunu düşünsün.
" Protesto ediyorum, ben hiç frengi geçirmedim."
" Kanın ve Omurga suyu kimin doğru olduğunu gösterecek," İhsan gülümsüyordu.
" İkisinde de bir problem yok" . Bu ana kadar doğruyu söylemiştim. Şimdi öyle bir yalan eklemeliydim ki onları şaşırtsın, kafaları karışsın " Her ikisini de İngiltere’de M…yaptı. Biliyorum. Ama çok eminsen, benimle bahse girer misin? "
" Kesinlikle" dedi Talha- herhalde biraz para kazanmak istiyordu!-" Kaç paraya bahse girelim? "
" Yüz bin pound diyelim," .
Talha rakamı yüz punda indirdi. Neşe içinde örnek alınmasına izin verdim. Onlar örnek alırken de nasıl paralarını alacağımı, M.. den de bu şekilde para kazandığımı anlatıp duruyordum.
(….)
Şüphesiz, bakteriyologun raporu her şeyin sağlıklı ve yerinde olduğunu gösterdi. Neşem yerine gelmiş gibi davranıyor, Ihsan ve Talha’yı kızdırmaya çalışıyor, her gün paramı istedim diye yaygarayı basıyor Enver paşayı görmek istediğimi söylüyordum. İhsan ve Talha ise kafa kaşıma konusunda birbirleriyle yarışmaktaydılar. İki insanı bu kadar ilgili bu kadar şaşkın olabileceğini daha evvel görmemiştim. Bu arada Hill'e dokunulmuyor, yalnız başına bırakılıyordu. Yine bu da sahtekârlığın ortaya çıkarılabilmesi için bana yapıla uygulamalara benzer bir uygulamaydı. Hill, kimsenin kendisine yanaşmamasına rağmen, 24 saat sürekli olarak gözlem altında tutulduğunu çok iyi biliyordu.
Hastaneye yatırılışımızdan beş gün sonra, 13 Mayıs tarihinde bizimle ilgili bir Kurul toplandı. Yine ilk sefere benzer şekilde beni muayene ettiler ve özellikle kendimi asma girişimi hakkında epey yoğunlaştılar. Ben de böyle bir şey olduğunu inkâr etmeye devam ettim tabii. Keza, Hill hakkında da bana sorular soruyorlardı. Çantalarımızın içinde ( onların bulması için bilerek koyduğumuz) 1 Haziran 1916 tarihli Hilal gazetesinden kestiğimiz kupürü bulmuşlardı. Gazete kupüründe şöyle diyordu:
" Un aviateur Anglais a Damas.
Le journal 'El Chark' de Damas ecrit : L'aviateur Australien Hol faisant son service dans l'armee anglais, a pris son vol de Kantara pres du Canal, et a survole le desert pour faire des reconnaissances. Une panne survenue en cours de route l'obligea a atterir.
Quelques habitants du desert ont accouru sur les lieux pour le capturer, mais il opposa une resistance acharnee qui a dure six heures. Finalement il a du se rendre. Cet aviateur a ete amene a Damas."

Mazhar Osman Beyin beni Hill'in kaçışı ile ilgili sorgulamasından, gazete kupürünü bulduklarını ve ilgilerini çektiğini anladım. Bizim istediğimizde zaten buydu. Bu konuda tek bildiğim şey ise Arapların Hill’in kafasına vurduğu ve bayıldığıydı. (Ki bu doğru değildi, çünkü Araplar Hill’e hiç zarar vermemişlerdi ama Doktor O’Farrel kafadaki bir yarığın Hill'in “ Tıbbi geçmişi” konusunda artı puan olacağını söylemişti. Hill'in kafasındaki yarığın Doktorları bir şekilde etkilediğini söylemek gerek çünkü bir süre kendi aralarında fısıldaştılar).
Daha sonra Mazhar Osman Bey Hill için ne düşündüğümü sordu- sanırım onun deli olduğunu söylememi ummuştu. Ben ise Hill'in benim mühendisim olduğunu ve benim için aynı anda 10 bin adam taşıyacak bir uçak üzerinde çalıştığını, bu uçaklardan 3000 tane yapıp 30 milyon adamla İngiltere’yi işgal edeceğimi vs. zırvalar anlattım. Lafımı kesip gitmemi söylediler ama ben Enver paşayı görmek istediğimi tekrarlayıp kan testlerinin benim akıllı olduğumu ortaya koyduğu nedeniyle ve sair nedenlerle Türk subayı yapılmam gerektiğini söylemeden gitmedim.
Daha sonra Hill çağrıldı ve muayenenin şu şekilde devam ettiğini anlatır:
" Jones odadan çıktıktan sonra beni içeri aldılar. Oda küçüktü ve içerisi doktordan geçilmiyordu. Başhekim Mazhar beyin önünde bir tabureye oturmam istendi. Mazhar bey benimle yanımda oturan tercüman aracılığıyla konuşuyordu.
Çok gergindim çünkü ilk beş günde sinirlerim yıpranmıştı, ama bu kadar yabancı arasında korkmuş biri gibi davrandım. Durmadan incili karıştırıyor, bakıp kapatıyordum. Sonra aşağıda anlattıklarıma benzer bir konuşma başladı:

DOKTOR. " Durmadan okuduğun o kitap ne? "
HILL. " İncil."
DOKTOR. " Niye bu kadar çok okuyorsun? "
HILL. " Bu günahkâr dünyada tek umut o. Sen okumaz mısın İncili? "
DOKTOR. " Bu dünyaya nasıl günahkâr dersin, sen bir papaz mısın? "
HILL. " Hayır."
DOKTOR. " Dini inancın ne?"
HILL. " Tüm dinlere inanırım. Allah birdir."
DOKTOR." Akrabalarının arasında akıl sağlığı sorunu olanlar var mıydı? "
HILL. " Hayır." (Moiz’e dönerek) " Niye bana bunu soruyor? "
MOIZ. " Senin iyiliğin için."
DOKTOR. " Ne gibi hastalıklar geçirdin? "
HILL. " Tifo geçirdim."
DOKTOR. " Başka bir şey? "
HILL. " Gençken havale nöbetleri geçirirmişim. Ailem öyle söylerdi ama bence havale değildi. " (Tabii ki bu da O’Farrel’in öğrettiği yalanlardan birisiydi.)
DOKTOR. " Nasıl bir şeymiş bu? "
HILL. " Aniden yere düşerdim. Gerisini de hatırlamıyorum."
DOKTOR. " Niye kendini asmak istedin? "
HILL. " Öyle bir şey yok! "
DOKTOR. " Ama Moiz görmüş seni!"
HILL. " Hayır, yapmadım! "
DOKTOR. " Bu makine çizimini Jones için yapmışsın? "
[devasa bir makineyi betimleyen bu çizimi Doktorların bulması için çantama kendim koymuştum. Makinenin işlevi tepeleri düzleştirmek, körfezleri doldurmak ve tüm adaları kökünden sökerek denizi seyahat için dümdüz hale getirmekte kullanılacaktı! Makine için enerji ihtiyacını ise Mısırdan sökülen Büyük Piramitten alacaktı. Piramit 500 ayak uzunluğunda bir platforma oturtulacak, platform dalgaların hareketiyle oynayınca enerji sağlanıp dev gibi bir bıçakla adaları, burunları vs. kesecekti. Makinenin bir diğer görevi ise Britanya adalarını doğramaktı. Daha sonra adaları ters yüz edip yeni Britanya’da güzel bir hayat kuracaktık.]
HILL. " Evet, ama çok anlamsız bir çizim o, garip bir şey"
DOKTOR. " Peki, neden çizdin? "
HILL. " Çünkü Jones çizmemi istedi."
DOKTOR. " Jones’un dediklerini niye yapıyorsun ki? "
HILL. " Ahlaksız adamın biridir ve ben onu imana çağırıyorum. İstediklerini yaparsam imana geleceğine söz verdi"
(…)
DOKTOR. " Jones’u savaş öncesi tanır mıydın, ne iş yapardı? "
HILL. " Tanımazdım. Sanırım Burmada Hakim’di"
DOKTOR. " Buranın neresi olduğunu biliyor musun? "
HILL. " Sanırım burası bir hastane."
DOKTOR. " Pek bu insanlar kimler biliyor musun? "
HILL. " Sanırım hepsi doktor."
DOKTOR. " Hastalığının ne olduğunu biliyor musun? "
HILL. "Hastalığım yok benim. Bir problemim yok." (Doktorlar kendi aralarında bir şeyler mırıldandılar.)
DOKTOR. " Neden intihar etmek istedin ?"
HILL. " Öyle bir şey yok! "
DOKTOR. " Ama Moiz seni görmüş."
HILL. " Yapmadım. Ahlaksızlık bu."
DOKTOR. " Yalan söylemek de ahlaksızlıktır."
HILL (utanmış görünerek). " Evet."
DOKTOR. " İntihar etmeye çalışmak aptallıktır ama bazen insanlar artık daha fazla yaşamak istemediklerini düşünebiliyorlar. "
(Hill, sinirli bir şekilde kıpırdanıyor ve çok utanmış görünüyordu, başını salladı) " kendini asmaya çalıştın, öyle değil mi? Dindar bir insan olduğunu biliyorum ve bana doğruyu söyleyeceğinden eminim. "
HILL " Evet."
DOKTOR. " Neden? "
HILL (ağlıyordu). " Jones kendini öldürecekti, ben de Jones’tan ayrılmak istemedim. "
MOIZ. " Doktor sana teşekkür ediyor. Hepsi bu. "
............................
Temmuz ayına kadar altı hafta boyunca kendimizi oyunumuza verdik. Bu aşamada başarımızın nedenleri konusunda kuruntulu değildik. Kuşkusuz, iyi rol oynamıştık ama tek başına bunun da yeterli olmadığının farkındaydık. Doktorların verdikleri karar ellerinde bulunan “ Tıbbi geçmiş” dosyalarımıza dayanarak verilmişti. (…) Bu öykümüzle Mazhar Osman beyin gerçekten hak ettiği şanına leke sürmek amacında değiliz. Böyle bir şey algılanması bizleri gerçekten üzerdi ve kesinlikle bizlere onun ve Haydarpaşa Hastanesinin diğer personelinin gösterdiği centilmence ilgi ve şefkate verilecek bir karşılık değildir. Bizler onlar için düşman değildik ve Türk Subaylarına nasıl davrandılarsa bizlere de öyle davrandılar.

Başarımızı Doktor O’farrelin öğrettiklerini, Ruh aracılığıyla oynama yeteneğimize bağlı olduğunu ifade etmeliyim.
Osman beyin elindeki dosyada şunlar vardı:
1.-Yozgat kampından Binbaşı Osman ve Yüzbaşı Suphi Fahri raporu.
2.- Yozgat kamp komutanı Kazım Bey tarafından yollanmış (Ruh tarafından dikte edilmiş) telgraflar ve raporlar. Bu raporda son iki yıldır davranışlarımızın diğer esirler tarafından “eksantrik” olarak görüldüğü ve hastalığımızın esaret süresince gittikçe kötüleştiği.
3.-Ruh çağırma ve telepati çalışmalarımıza dair raporlar
4.-Mardin de kendimizi asma girişimimiz. Ki bu gerçek kasaba hâkimi, muhafızlar ve Moiz tarafından da teyit edilmiş ancak tarafımdan ret edilmiş, Hill ise kısmen kabul etmişti.
5.- Sivilce Moiz’in hakkımızda tuttuğu günlük. Doktorlara sunulmak üzere Kazım bey tarafından emredilmişti ama aslında Ruh tarafından yönlendirilen rollerimizin kaydıydı.
6.-Sivilceye sorulan sorulara verdiği cevaplar. Doktor O’farrelin yönlendirmesiyle, ne gibi sorular sorulabileceği ve cevapları daha evvel Sivilceye iyice ezberletilmişti.
7.-Osmanlı Sultanına, Enver paşaya yazdığımız zırva mektuplar, Ada sökücü makine ve dev uçak projeleri çizimleri ve bizlerin deli olduğunu işarete eden sair belgeler çantalarımızda (saklanmış) bulunmuştu.

Tüm bu kanıtlar aslında bizlerin deli olduğunu ispat etme gibi bir derdi olmayan Türk yetkilileri tarafından oluşturulmuştu. Mazhar Osman Bey’e Yozgat’taki İngiliz Doktor O’farrel’in bizim İstanbula getirilmemize karşı çıktığı ve aslında hafif nevrasteni dışında bir rahatsızlığımız olmadığını düşündüğü söylenmişti. Bu durum tabii bizler ve kendi memleketimizden bir doktor ile aramızda herhangi bir dayanışma olmadığının kanıtıydı. Kendimizi asma girişimlerini ret etmemiz doktorları kesinlikle etkilemişti. Benim, daha evvel M.. tarafından akıl hastanesinde bir süre tutulduğumu istemeden itiraf etmem ve ama sonra da bunu inkâr etmem de etkili olmuştu.
Mazhar Osman Bey’in gördüğü kadarıyla ve dosyalardan anlaşıldığı üzere Türk yetkililer bizlerin deli olduğunu ispat etmeye çalışırken bizler de deli olmadığımızı ispat etmeye çabalıyorduk. Doktor Mazhar Osman bey’in Sivilce ve Yozgat Türk yetkililerinin verdiği beyanatların doğru olmadığını düşünmesi için herhangi bir geçerli neden yoktu.(…)
Türklerin sunduğu kanıtlar ve ilk muayenede aldığı cevapların Mazhar Osman beyin bizim hakkımızda deli olduğumuza dair öngörüsünün haklı nedenleri olup olamayacağına sadece bir tıp adamı karar verebilir. O zaman ve şimdi de inancımıza göre, Doktor OFarrelin bize öğrettiklerini yaparsak, bize kurulan tuzaklara düşmezsek, bizlerin sahtekâr olduğunu dünyada hiçbir doktor tespit edemezdi. Diğer taraftan şanslıydık, çünkü Mazhar Osman o kadar meşgul bir insandı ki bizi gözleyecek hiç mi hiç vakti yoktu. (…) sabah seanslarında kısa bir süre dışında bizi göremezdi. Tüm diğer işlemler kıdemsiz doktorlar tarafından yürütülüyordu. Aksi olsaydı, sanırım kesinlikle “yakalanırdık” ve Mazhar Osman bize deli dediyse, kıdemsiz doktorlar bu yargının üzerinden hareket ediyorlardı. Sanırım bu inanış onların hüküm verme ve gözlem güçlerini etkilemişti. Görevimiz değişimle bizi götürecek olan gemi gelene kadar ”role devam” etmekti. Gece gündüz gözlem altındaydık. Her ikimiz için de zor zamanlardı bunlar. Tek bir hata yalanımızı ortaya çıkarabilirdi. Kıdemsiz doktorlar bizlere (şüphesiz Mazhar Osman Bey’in talimatıyla) çeşitli tuzaklar kuruyor, çeşitli şekillerde bizi deniyorlar ve sonuçları da rapor ediyorlardı. (….)
Ama biz deli ve maceracılar, delilik maskesi altında vakarlı ve neşeli vakit geçiren insanlar savaş bitmeden bir gün İngiltere’ye döneceğimizi ve kullanabileceğimizi düşünerek politik ve askeri bilgiler toplamaya devam ediyorduk. Bu ve Türk karakteri hakkında tespitlerimiz ise başlı başına ayrı bir öykü.

(…) Salıverildikten sonra öğrendik ki Yozgat kampından “Büyük Firar” 7 Ağustos 1918 tarihinde gerçekleşmiş. (Cochrane, Sweet (öldü), Stoker, Matthews, vs). Bazıları sonradan yakalandı. Ayrıca, bizim ayrıldığımız Nisan ayından beri Yozgat kampında 12 esir ölmüş. Bunlarsın arasında ise sonsuza kadar unutmayacağımız ve bize çok yardımcı olan Britanya Deniz Kuvvetlerinden Teğmen E. J. Price da vardı; o sonsuzluk problemini çözmüştü artık.
Kazım bey firar sonrası tüm ayrıcalıkları hemen kaldırmış ve sıkıyönetime gitmiş. Ankara’dan bir inceleme heyeti firar nedeniyle kampa gelmiş. İnceleme heyeti ile kamp sakinleri arsında iletişimi ise tercüman görevini üstlenen Fransız Yüzbaşı Shakeshaft gerçekleştirmiş. Kamp sakinleri Kazım beyi suçlamak için ellerinden geleni yapmışlar; sahtekârlık, para ve paketlerin çalınması, kötü davranış gibi şikâyetler iletmişler. Bu suçlamalar ciddi suçlamalar ancak kazım bey de şark kurnazı bir inandı ve olayları örtbas etmeyi çok iyi biliyordu. Daha sonra Kazımın ben ve Hill ile yaptığı anlaşma ortaya çıkmış; define avında çekilen fotoğrafın negatifi bunu ispat etmeye yetmiş. Bu durumda, ruh çağırma seansları yetkililere anlatılmış ve Kazım bey divanı harbe verilip tutuklanmış Böylece de kamp sakinleri ayrıcalıklarını ellerinden alan kazım beyden öç almış oluyorlardı. Tabi bunun üzerine yetkililer Haydarpaşa hastanesine yazı yazıp durumumuz hakkında bilgi istemişler. Hala yetkilileri durumumuza inandırıyor olmamızı ise o aşamada doktorların bizlere kesinlikle deli gözüyle baktıklarına yoruyorum. Birçok ünlü doktordan oluşturulmuş tıp heyeti hakkımızda kararını vermiş durumdaydı ve bunu değiştirmeye niyetleri yoktu.(…)
Hill 10 Ekim tarihinde İzmir’de bekleyen hastane gemisine binmek üzere yola çıktı. Ben ise- İngilizlerin olduğu gemiye binmem – diyerek ilk gemiyi kaçırdım ama birkaç gün sonra ikinci gemiyi yakaladım. Daha sonra onunla Şam’da otelde buluştuk. Bu arada da Mütareke imzalandı. “Sağlıklı” esirlerden belki de sadece on beş gün önce Britanya topraklarına vardık. ".
Savaş sonrası İngiliz hükümeti birçok kamp komutanını mahkemeye verecektir ama aralarında Kazım Bey yoktur. Konuyla ilgili birçok esirin yazıları gazetelerde yayınlandı. Bunların arasında Yüzbaşı Forbes’un Glasgow Sunday Post gazetesinde çıkan yazıda Kazım beye yardım eden Ruh’un Fatih Sultan Mehmet’in ruhu, bizim asıl Ruh’un ise Napolyon’un ruhu olduğu yazıyor. Ve hayal gücü çok genişmiş!”
DOGAN SAHİN 2009

ANADOLU'DA MİSAFİR EDİLEN ESİRLER (Anadolu Ajansı Haberi)

--TÜRK İNSANANIN YÜZ YILLARDIR BİLENEN VE EN ÖNEMLİ
ÖZELLİKLERİ ARASINDA YER ALAN MİSAFİRPERVERLİK ÇANAKKALE
SAVAŞLARI'NDA DORUĞA ÇIKTI
-ÖZELLİKLE ÇANAKKALE KARA SAVAŞLARI SIRASINDA DENİZDE
YA DA KARADA TÜRK ASKERLERİ TARAFINDAN ESİR ALINAN BİNLERCE
İNGİLİZ, FRANSIZ, AVUSTRALYA VE YENİ ZELANDALI ASKERLER
MEMLEKETLERİNDEN BİNLERCE KİLOMETRE UZAKLIKTA EN KANLI SAVAŞ
ORTAMINDA BİLE TÜRK İNSANININ MİSAFİRPERVERLİĞİNİ TANIDI
-ESİRLERİN BİR KISMININ GEÇMİŞTEN GELEN MESLEKİ BECERİLERİ
KULLANILMIŞ, TOROS TÜNELLERİ ÇOK SAYIDA ESİR TARAFINDAN
KAZILMIŞ

(FOTOĞRAFLI)

ÇANAKKALE (A.A) - - Mehmet Bayer - Çanakkale Savaşları, 95 yıl sonra bile, Türk'ün cephedeki mertliği, vatan sevgisi, misafirperverliğinin konuşulması açısından da dünya savaş tarihindeki yerini aldı.
Türk askeri, vatanını, namusunu ve geleceğini korumak için Gelibolu Yarımadası'nda önüne çıkan düşmanına karşı bile beslediği duygu, düşünce ve davranışlarıyla hala dünyanın en önemli askerleri arasında bulunuyor.
Bu duygu ve düşünceler, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen sadece Türk değil, Avustralya kaynaklarında da yer aldı.
Türk insananın yüz yıllardır bilenen ve en önemli özellikleri arasında yer alan misafirperverlik Çanakkale Savaşları'nda doruğa çıktı. Özellikle Çanakkale Kara Savaşları sırasında denizde ya da karada Türk askerleri tarafından esir alınan binlerce İngiliz, Fransız, Avustralya ve Yeni Zelandalı askerler, memleketlerinden binlerce kilometre uzaklıkta en kanlı savaş ortamında dahi Türk insanının misafirperverliğini tanıdı.
Uzun yıllar, Avustralya'da savaş kaynaklar üzerinde çalışma yapan tarihçi ve yeminli mütercim Doğan Şahin, AA muhabirine yaptığı açıklamada, savaşların üzerinden geçen 95 yıla rağmen siper hatıratlarının tarihi kaynakça açısından önem taşıdığını vurguladı.
Şahin, Çanakkale Savaşları'nın sürdüğü dönemde düzenli olarak esir askerlerin Afyonkarahisar'daki esir kamplarına getirildiğini belirterek, ''1914 tarihinden itibaren Anadolu'da esirler tutulmaya başlanmış, ancak 1916 yılına kadar her rütbeden asker geçiş yolundaki Afyonkarahisar'a getirilirken, 1916'dan itibaren burada çoğunlukla subaylar tutulup er ve erbaşlar ülkenin çeşitli noktalarında çalışmaya götürülmüşlerdir'' dedi.
Savaş sırasında her türlü davranışın bazı kesimlerce ''mübah'' kabul edildiği, her iki taraftan da esirlere kötü davranıldığına dair anıların ve raporların mevcut olduğunu dile getiren Şahin, ancak resmi raporlara girilmediği sürece bunların birer iddia olmaktan öteye gidemeyeceğini bildirdi.
Şahin, Türk halkının esirlere birer asker değil, misafir muamelesi yaptığını, ''savaşmıyorsan misafirsin'' anlayışıyla esir askerlere yaklaştığına işaret ederek, ''Kötü davranan çok az bir kısım asker ise tespit edilip, gerekli cezaları almışlardır'' diye konuştu.
Esirlerin bir kısmının geçmişten gelen mesleki becerilerinin kullanıldığını, Toros tünellerinin çok sayıda esir tarafından kazıldığını anlatan Şahin, Avustralya'ya ait AE-2 denizaltısından esir alınan makine dairesi astsubaylarından Peter Fawns'ın bu katkıyı yapanlar arasında yer aldığını aktardı.
Şahin, Fawns'ın önce Afyonkarahisar'a getirildiğini, mesleğinin öğrenilmesinin ardından Çankırı bölgesine sevk edilip, burada ekimi yapılan buğday toplanmasında kullanılan zirai makineleri tamir ettiğini belirtti.
Daha sonra, Belemedik tünellerinde çalışmaya yollanan Fawns'ın ateşçi mühendislik geçmişinden dolayı Alman inşaat şirketinin önemli elemanlarından birisi olduğunu söyleyen Şahin, yaptığı iş için kendisine maaş da bağlandığını dile getirdi.
Şahin, Fawns'ın 1918 yılının aralık ayı sonunda Londra'ya geri döndüğünü ve 1949 yılında 75 yaşında hayatını kaybettiğini kaydetti.

-BAZI ESİRLERİN ANILARI-

Yakalandıktan sonra İstanbul'a getirilen AE 2 denizaltısı mürettebatından Charles Suckling el yazısıyla günlüğüne şu bilgileri yazmış:
''Gemiden indikten sonra tek sıra halinde yürüyerek askeri barakalar olduğunu düşündüğüm bir yere getirildik. Yolda yürürken sanki İstanbul halkının hepsi bizleri görmek için yol kenarına dizilmişti.
Halktan herhangi bir düşmanlık gösterisi olmadı. Askeri barakalara geldiğimizde Türk bahriyeli elbisesi ve paltolar, terlik ve fesler dağıtıldı. Daha sonra üzerimizden alınan kıyafetler götürüldü ve içtima edilip fotoğraflarımız çekildi. Bir tercüman aracılığıyla bize hitap eden Türk komutan kendimizi birer esir değil, Türk devletinin onurlu misafirleri olarak kabul etmemizi söyledi. Ne istersek kendisine söyleyecektik ve o da elinden geleni yapacaktı. Türk komutanlar bizi sükunetle ve kibarca dinliyorlardı.''
Bir başka savaş esiri Teğmen John Pitt Cary'nin ise esaretle ilgili anıları şöyle:
''Diğer subaylarla aynı evi paylaştım. Afyonkarahisar'da kaldığım süre kara kalem çizimler ve yağlı boya tablolar yaptım. Bahçede bulduğum bir kaplumbağayı evcil hayvan gibi besledim ve bahis oyunları düzenleyip, onu yarıştırmaktan büyük keyif aldım.''
Astsubay Harry Abbot ise önce Afyonkarahisar'a daha sonra ise Belemedik tren yolu inşasına yollanmış. Burada mutemetlik görevi üstlenen Abbot, Londra'dan kendilerine yollanan paraları askerlere dağıtmakla yükümlü oldu. Abbot 1918 yılında salıverildi ve Mısır üzerinden Londra'ya geri döndü.
Bir başka esir S.T Bell, yazdığı kısa raporda denizaltının batışından sonra kendilerini vuran Sultanhisar torpido gemisine alındıklarını, buradan önce Çanak bölgesine götürülüp, yine aynı gemiyle İstanbul getirildiklerinden bahseder.
Kendilerine kuru elbiseler ve tütün verildiğini anlatan Bell, anılarında, ''Bizlere iyi davranıldı, ancak denizaltımızın hareketleri ve daha başka denizaltının olup olmadığını sorgularken bir kaçımıza sert davranıldı'' diye yazmış.
(BYR-
ANADOLU AJANSI HABERİ-DOGAN SAHİN 2010

1. DÜNYA SAVAŞINDA OSMANLININ ELİNDEKİ ESİRLER VE "ÜSERA GARNİZONLARI"

1. DÜNYA SAVAŞINDA OSMANLININ ELİNDEKİ ESİRLER

Antik dönemlerden beri birçok seyyah, araştırmacı, kâşif, maceracı, yazar, ressam ve tüccarın geçit yolu olan Toroslar bunlardan bazılarına yurt, bazılarına sonsuza kadar kalacağı bir mezar olmuş, diğerleri ise tecrübelerini eserlerine yansıtmışlardır.
Çukurova ile Anadolu bozkırları arasına bir bıçak gibi sokulan dağ silsilelerinden yol veren en ünlü geçit Toros Geçididir. İncil'de Lucas'ın metninde: ben Kilikya'nın Tarsus kentindenim” ( Elçiler Kitabı 21: 39) şeklinde kendini tanıtan Aziz Paul ve Dünyayı fethetmeye yola çıkan Makedonyalı Büyük İskender en ünlüleri olmakla, birçok insanın Anadolu bozkırlarına ulaşmak için geçtiği bu muhteşem ve bir o kadar vahşi doğa harikasının en ilgi çekici güzelliklere ve tarihi öneme sahip noktası, Toros dağ silsilesinin eteklerinde, Çakıt nehriyle iki parçaya ayrılmış olan Belemedik yaylasıdır.
Doğal güzelliklerinin yanı sıra Belemedik ve hemen komşu köy Hacıkırı 19. yüzyılın başlarına kadar durağan ve Anadolu’nun birçok insan için uzak bir noktasıdır, ta ki Osmanlı İmparatorluğu Alman’lara Bağdat demiryolu hattının inşasına izin verene kadar.
Bu kez farklı bir amaçla geliyorlardı.
1. Dünya savaşı başladığında, Mezopotamya bereketli topraklarına ulaşmak için günün teknolojisi adına en stratejik araç trenlerdi. Bağdat demiryolu inşaatı Dünya savaşının hemen öncesinde başlamıştı. Tren hattının inşası için dağlardan oldukça dik inen Antik güzergâh takip edilmemiş, dağların bu en dolambaçlı noktasında, Pozantı’nın güneyinden başlamak üzere, antik yolun 10 km doğusunda bir hat seçilmiştir. Görüntü kasvet ve hüzün’ü bir arada tutan ihtişamlı bir geçmişi anlatır günümüz ziyaretçilerine.
Böyle olunca dağları delip tüneller açılmak zorunda kalınmış ve insanın tüylerini diken diken eden vadi yamaçları ve yüzlerce metre derinlikte, güneşin bile ulaşamadığı uçurum kenarlarından bir yılan gibi kıvrılan demiryolu inşası başlamıştır.
1. Dünya savaşı sırasında Osmanlıya esir olmuş işgal askerlerinin günlüklerinde ve konuyla ilgili kitaplarda sık sık adı geçer Torosların kucağındaki bu küçük köyün.
19. yüzyıl başları ve 18.yy sonlarına doğru Anadolu’yu geçmek tam bir zulüm iken, günümüzde var olan tren hatları Avrupa’nın herhangi bir hattını artmayacak rahatlıkta ve güzelliktedir. Torosların bu parçasında birçok insanın bilmediği bir 1. dünya savaşı tecrübesi yatmaktadır ki “Toros Ekspresi” ile seyahat edilmeden insanoğlu üzerinde bıraktığı benzersiz iz anlaşılamaz.
“Toros Tünellerini” geçen birisi geçmişin büyüsüne kapıldığının farkına bile varmayacaktır.
BAĞDAT DEMİRYOLU ÖYKÜSÜ
Anadolu’da demiryolları tarihi, taşıma teknolojisinin geliştirilme tarihinde en ilginç süreçlerden birisi olarak bilinir. Anadolu’da bir demiryolları ağı kurma fikri ilk olarak 1836 yılında İngiliz Albay Chesney tarafından ortaya konulmuştur. İngiliz imparatorluğu denizlere hâkimdir, ancak buharlı gemiler henüz tam olarak kullanılamamaktadır. Asya ile ilgili yüzyıllardır planları olan Büyük Britanya’nın Anadolu’da “Bağdat Demiryolları” projesiyle ana hedefi Akdeniz’den Bağdat üzerinden İran Körfezine uzanarak, karadan Hindistan’a bağlanmaktır. 1836’dan sonraki süreçte buharlı gemiler geliştirilince Büyük Britanya’nın Bağdat demiryolu projesi rafa kaldırılır.

Albay Chesney projesine o kadar inanmaktadır ki, 1850 yılında projesini kamu ortaklığına açar ve epey de ilgi çeker ancak 1854-1856 Kırım savaşı bir süre sonra Avrupa’yı sarsmaya başlayınca, proje yeniden uykuya yatırılır.
Bu aşamada Osmanlı devletinin demiryolları inşası konusunda gelişmiş bir vizyonu yoktur ve Osmanlıdaki takip eden demiryolları inşası sürecini iki kategoriye ayırmak mümkündür
• Devlet tarafından finanse edilenler ( Hicaz demiryolu, Bağdat demiryolu .).
• Taşıma hatlarının önem taşıdığı yerlerde özel teşebbüs projeleri.

Kırım savaşı sonrası Osmanlı imparatorluğu yapılanma sürecine girer ve 1856 yılında Anadolu’nun ilk demiryolu inşası projesi “ İzmir-Aydın Osmanlı demiryolu” adlı bir İngiliz şirkete verilir. İngilizlerin “Bağdat demiryolu” projesi yeniden filizlenir ancak Hindistan ile bağlantının güçlenmesini sağlayan Kahire- Süveyş demiryolunun tamamlanmasıyla, bir kez daha rafa kalkar.
1871 yılına gelindiğinde (Sultan Abdülaziz dönemi) Osmanlı hükümeti Anadolu içlerine demiryolları projesini ele alır ve Bağdat demiryolları projesinin gerçekleştirilmesine yönelik ilk adım atılmış olur. İstanbul’dan Anadolu’ya akacak olan hat Kadıköy -Pendik arasına uzanacak ve Gebze üzerinden İzmit’e varacaktır.
1871 yılı Ağustos ayında ilk kazısı yapılan Haydarpaşa-Bağdat arasındaki demiryolu hattı İmparatorluğun Anadolu parçasında ilk demiryolu olacaktır.
Bağdat projesi bir kez daha masaya gelir ve Britanya hükümeti 1872 yılında bir komite kurup konunun detaylı incelenmesini ister. Sir Stafford Northcote başkanlığındaki bu komisyon 27 Temmuz 1872 tarihinde ilk raporunu sunar ve Süveyş kanalı yanı sıra böyle bir demiryolu hattının mutlaka hayata geçirilmesi gerektiğini tavsiye eder.
1873 yılında ise İzmit’e kadar olan ilk bölüm tamamlanmıştır.
Bağdat demiryolu komisyonunu kuran Britanya iki yıl boyunca herhangi bir işlem yapmamıştır ve Süveyş kanalı hattı hisselerinin kontrolünü alınca Bağdat Demiryolları projesine ilgisini bir kez daha kaybeder.
İmparatorlukta bunlar olurken, Osmanlı ise Anadolu’da demiryolları projesine daha da ilgiyle eğilmektedirler. 1880 yılında Sultan’a sunulan bayındırlık raporunda Bağdat demiryolları projesi ilk sırayı almaktadır.
1886 yılında, Süveyş kanalının genişletilmesini takiben Büyük Britanya artık Bağdat demiryolları projesine ilgisini tamamen kaybetmiştir ancak, bu aşamada Fransa’nın Türkiye’de olan ticari ve sosyal ilişkisi genişlemiştir ve Anadolu’da yerel demiryolları hatlarının inşasını almayı hedeflemektedir.
1888 Ekim ayında Osmanlı Sultanının İzmit- Eskişehir-Ankara demiryolları hattı inşası işini Almanlara bahşettiği haberi Avrupa’da şok etkisi yaratacaktır ancak gerçek şudur ki, Bağdat demiryolları projesinin ikinci ayağı artık kesinkes inşa edilecektir.
İzmit Ankara hattı finansmanı Britanyalı yatırımcıya zor gelince, Osmanlı Düyunu Umumiyesi başkanı Sir Vincent Caillard liderliğinde bir Anglo-Amerikan şirketi kurulur ancak onlarda gerekli sermayeyi derleyemezler. İşte bu aşamada, yeni bir imparatorluk kuran Almanlar demiryolları inşası projesinde yeni oyuncu olarak ortaya çıkarlar. Alman imparatorunun Sultan üzerindeki nüfuzu arttıkça, Fransız ve İngiliz etkisi güç kaybetmektedir. Deutsche Bank Yöneticisi Dr George Von Siemens söz konusu projeden haberdar olunca, 8 Ekim 1888 tarihi itibariyle İzmit-Ankara hattını inşa hakkını elde eder. Bu hakkın tam 99 yıl boyunca sürmesi planlanırken Bağdat demiryolu hattının da devreye girmesiyle süre 114 yıla çıkacaktır.
Takip eden beş yıl içerisinde Anadolu’da 4820 kilometre demiryolu inşa işi büyük oranda Fransız ve Alman sermayedarlara verilir. Fransa’nın Türkiyeye soktuğu 80 milyon pound altın sermayenin yaklaşık 20 milyonu demiryollarına ayrılmış olup hemen hemen kontrolü elde tutacak kadar hisseleri vardır (Fransız Osmanlı bankası gerçekte merkez bankası işlevi görmektedir).
Yavaş yavaş Sultanın beğenisini kazanan Alman Deutsche bank ise ağır ve emin adımlarla büyümektedir.
Deutsche Bank "Bank für Orientalischen Eisenbahnen" adı ile merkezi İsviçre’nin Zürih kenti olan bir yan firma kurar. Bu firmanın hisseleri borsada geçerli olup buradan elde edilen gelir Société du Chemin de fer Ottoman d'Anatolie (CFOA) adı ile 4 Ekim 1888 tarihinde gene İsviçre’de kurulu ve İzmit Ankara inşasını yürütecek bir başka alt firmanın finansmanında kullanılacaktır. Bu firmanın hissedarları arasında The Deutsche Bank yanı sıra İngiliz ve Fransızlar da vardır. Deutsche Bank tek başına altına giremeyeceği bu finansal riski hafifletmek adına uluslararası sermayeye yüzünü döner.
Buna karşın CFOA hat inşası işinin büyük kısmını Frankfurt-am-Main merkezli Philipp Holzmann ana şirketine verir ve Holzmann Mayıs 1889 tarihinde inşaata başlar.
Anlaşmalardan kaynaklanan hakkını kullanan Osmanlı hükümeti İzmit hattı işini Ocak 1889 da İngilizlerden devralıp CFOA’ YA verir ve bunun karşılığı olarak 6 milyon İsviçre Frangı alır.
Alman büyük ortaklı CFOA sadece demiryolları değil Limanlardan da yaralanmak istemektedir ve İstanbul bu limanların en önemlisidir. Demiryolları inşasının getirdiği ağır çalışma koşullarından dolayı Haydarpaşa Limanı bir süre sonra kapasitesini aşmıştır ve hattı Haydarpaşa’ya kadar uzatma talepleri reddedilen CFOA İzmit Derinceye yeni bir liman inşa eder. Liman ve tahıl silolarından oluşan inşaat işi gene Philipp Holzmann şirketine verilir. Derince limanı Haydarpaşa’nın yükünü azaltsa da, sonunda 1889 yılında hat Haydarpaşa’ya kadar uzatılır. Bu aşamada CFOA, gümrük harçları da dâhil tüm liman gelirlerinin sahibi olmuştur.
ALMANYANIN POLİTİK GELİŞİMİ
Prusya ve bazı küçük Alman devletçikleri Alman İmparatorluğu tuğrası altında birleşme konusunda ikna olmuşlardır. Danimarka ile girilen savaşlarda büyük arazilerin sahibi olmuşlar ve Fransızlarla yapılan savaşlarda çok daha değerli alanların yanı sıra bir milyar dolar elde etmişlerdir. Ek olarak, Frank-Prusya savaşı Almanların parçalı politik unsurlarını bir araya getirmiş ve 1871 yılında adına “Alman İmparatorluğu” denilen yepyeni bir ulus yaratılmıştır. Bu yeni ulus savaşlarda başarı kazanmakla kalmamış, aynı zamanda bir kaç ay gibi kısa süren bu savaşlar sonucunda zengin de olmuştur.
İmparatorluğun kuruluşunu takiben Bismark uzun yıllar boyu şansölye olarak kalmıştır. Elindeki gücün farkında olan Bismark, aynen Prusya zaferinde olduğu gibi, Almanların Avrupa üzerinde de otorite sağlayacağına inanmaktaydı. Buna yönelik olarak Almanlar tarafından politik amaçlı üretilen projelerden en önemlisi de "Mittel-Europa" yani "Orta Avrupa” nın idaresi düşüdür.
Bu proje tıpkı günümüz AT projesi gibi, Orta Avrupa’da olabildiğince fazla ülkeyi tek şemsiye altında toplamayı amaçlamaktadır. Ticaret ve savunma alanlarında birbirlerini destekleyecek olan bu bağımsız idareler topluluğu askeri ve ekonomik alanda işbirliğine gidecektir.
En güçlüleri ve şüphesiz lideri Almanya olan bu topluluğa Avusturya-Macaristan, bazı Balkan ülkeleri ile bir ayağı Avrupa’da olan Türkiye’yi dâhil etmeyi düşünürken Norveç, İsveç, Danimarka, Hollanda ve İtalya’nın da katılması umut ediliyordu. Bu projenin en önemli parçalarından birisi olarak gelişen bir diğer proje ise “Berlin - Bağdat Planıdır” ve zaman içerisinde bu iki proje birlikte yürütülmeye başlanır.

Planlara göre Orta-Avrupa projesi Güney doğu Asya, Karadeniz’in Güneyi ve daha da güneyde bulunan bir kaç İslam devletçiklerini de kapsayacaktı. Osmanlı ile sağlam bağlantıları bulunan Almanya bu bölgelerde koloniler oluşturmak, ticaret geliştirmek ve demiryolları inşası gibi imtiyazlı haklara sahip olmuştu. Planların önemli bir ayağı olan İstanbul- Bağdat demiryolu inşası ile Mezopotamya’nın verimli topraklarına ulaşılacaktı. Mezopotamya eski çağlarda, İncil’de de yazdığı gibi verimlidir ve sulamanın geliştirilmesiyle yeniden eski haline getirilebilirdi. Değerli yeraltı zenginlikleri ile de Almanya’nın kurmak istediği koloniler için çok değerli bir seçenek olacaktı. Bu durumda Hindistan ve Doğu Asya ülkeleri ile yapılan ticaretin kolaylaşması demiryolları ile sağlanacaktı.
Savaş zamanında ise demiryolları özellikle Rusya ve Britanya gibi güçlü düşmanlar karşısında Almanlara avantaj sağlayacaktı. İstanbul’u kontrol etmekle Almanlar Karadeniz’den Akdeniz’e geçen yolu da tutmuş oluyorlardı. Bu demiryolu Britanya imparatorluğunun en kıymetli sömürgesi olan Hindistan'a kadar uzanabilecekti de. Ve tabii ki hat üzerinde bulunan tüm ülkelerde Alman ya da müttefiklerinin kontrolü oluşabilecekti.
Yine bu sıralarda Rusya kendi demiryollarını Bağdada ve Tebriz üzerinden Basra körfezine bağlayan iki ana hat içeren kendi planlarını devreye soktular, ancak bu projeler ya finansal açıdan uygun değil ya da politik açıdan şüpheliydi.
Alman Kayser ‘i Wilhelm 1898 yılında Şam’da yaptığı bir konuşmada " Yeryüzünde dağınık yaşayan 300 milyon Müslüman unutmasın ki Alman imparatoru her zaman onların dostu kalacaktır” diyerek projeye inancının ne kadar yüksek olduğunu ifade etmiştir.

1. Dünya Savaşı Öncesi Anadolu’da Özel Şirketler
Aşağıdaki tabloda Osmanlı döneminde Anadolu’da demiryolları inşası işi yapan yabancı firmaların listesi gösterilmiştir.
Kısa Adı Tam Firma Adı Hat Başlama tarihi Devir
CO
Société Générale pour l'Exploitation des Chemins de Fer Orientaux Istanbul Bulgaristan Yunanistan 1874 TCDD 1 Ocak 1937
ORC
İzmir Aydın Osmanlı Demiryolları İzmir den Bucaya, Aydın, Sarayköy, Dinar, Eğridir 1866 TCDD 1 Haziran 1935
SCP
İzmir Kasaba Demiryolları Chemins de fer Smyrne Cassaba et Prolongements olarak adı değişti İzmir den Turgutlu, Alaşehir, Uşak, Afyon ve İzmir den Bandırma, 1869 TCDD 1 Haziran 1934
CFOA
Société de Chemins de Fer Ottomans d'Anatolie Istanbul, Izmit, Adapazarı, Eskişehir, Ankara, Konya 1873 C.F. Anatolie Bahgdad 1 Haziran 1927
CIOB - CFIO Baghdad
Société Impériale Ottomane du Chemins de Fer de Baghdad or Chemins du Fer Impérial Ottomans de Bagdad Konya, Adana, Toprakkale, Iskenderun, İslâhiye, Meydanekbez, Nusaybin Baghdad 1904 C.F. Anatolie Bahgdad 1 Haziran 1927
MTA
Mersin – Adana Mersin, Tarsus, Yenice, Adana 1886 TCDD 1 Ocak 1929
CFMB
Chemins de fer de Moudiana à Brousse Mudanya Bursa 1892 TCDD 1 Haziran 1931
--- Transkafkas demiryolları
Sarıkamış, Kars sınırı ve Erzurum hattı 1899 C.F. Anatolie Bahgdad 1 Haziran 1927
1. DÜNYA SAVAŞLI YILLARI VE ANADOLUDA BİR ALMAN KÖYÜ
Savaş başladığı anda ise Adana’ya geçit olacak Hacıkırı-Belemedik bölgesinde tünel kazıları başlamış durumdaydı.1830 tarihinde Amerika ile bir “Ticaret ve Seyrüsefer Antlaşması “ imzaladıktan sonra İngilizlerle Gümrük Birliği benzeri 1838 Balta Limanı Anlaşması imzalayarak yarı sömürgeleşme sürecine girmiş olan ve 1839 Tanzimat Fermanıyla çürümesi hızlanmış olup, 1854 de yabancı devletlerden borç almaya başlayarak ve Kırım savaşıyla beraber çözülmeyi hızlandırmış olan Osmanlı idaresi II. Abdülhamit dönemine gelindiğinde o güne kadar ittifak içinde olduğu İngiliz- Fransızlar tarafından terk edilmiş ve Almanlarla yakınlaşmaya başlamıştır.

Endüstriyel yayılma ve gelişmeye İngiliz ve Fransızlardan daha geç başlayan Almanya’nın İmparatoru Wilhelm’in dış Pazar ve hammadde bulma hedefi içinse Ortadoğu olmazsa olmaz bir geçit noktasıdır. Almanların ilk yapacağı şey Osmanlı topraklarında Alman etkisini yaymaktır. İmparator 1889 yılında kendi adını taşıyan bir gemiyle İstanbul’a gelir. Amaç Alman sermayesini Osmanlıya açmak, “Barışçıl Haçlı Seferi” olarak adlandırılan gezisinde Kudüs’e gidip orada bir Protestan Kilisesi kurmaktır. Tüm bu isteklere Sultan II. Abdülhamit tarafından izin verilir. Almanlar tıpkı İngilizlerin Hindistan’da yaptığı gibi, Mezopotamya ve Suriye’de bulunan halkları sömürgeleştirmektedir. 9 yıl sonra, 1898 de yapımı tamamlanan kilisenin açılışını şahsen yapmak üzere Kudüs’e gitmek üzere yeniden Istanbul'a gelir Kayzer. Osmanlı topraklarında Almanseverlik yaymak üzere Sultan ve Kayzer kol kola resim çektirecek ve bu resim imparatorluğun her yanına dağıtılacaktır. Ayrıca, Alman Kayzeri Şam’da bulunan Selahaddin Eyyubi türbesini restore ettirir ve “İslam’a sarsılmaz dostluk bağlarıyla “ bağlı olduğunu ilan eder. “Türk geleneğindeki –sebil- anlayışını kavrayan Almanlar İstanbul’da “Alman Çeşmesi” denilen çeşmeyi yaptırarak halka şirin görünmeye ve desteklerini almaya çabalayacaktır. Tüm bu yapılanlar meyvesini verecek ve halk arasında aslında 2.Wilhelm’in gizli bir Müslüman olduğu efsanesi yayılacak “Hacı Wilhelm “ adıyla anılmaya başlanacaktır Müslümanlar arasında “ ( Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı, Cengiz Özakıncı, 10. basım sayfa 130-134).

Osmanlı Sultanı Abdülhamit Kayzer’in bu büyük planını onaylamıştır. Alman ırkıyla yakınlaşmanın Osmanlı için büyük kazanım olacağını ve bölgedeki tüm halklara mutluluk getireceğini beyan eder. Böylece İstanbul-Haydarpaşa’dan başlayıp Bağdat’a uzanacak olan demiryolu inşaatı başlar.

Keza, parçalanmakta olan bir imparatorluğun bir arada tutulması için hayati önem taşıyan demiryolu Afyon, Eskişehir, Konya hattından Toroslara geçecek, oradan daha güneye Mezopotamya topraklarına ulaşacaktır.
Berlin-Bağdat demiryolu inşa hakkını Almanya 1902-1903 yılında alır.
Tüm finansal anlaşmalar tamamlanıp, Rusya ve Britanya’nın karşı duruşları aşıldığında 1902 yılında kontrat imzalanır. Ancak bu kez de devreye Duyunu Umumiye girer. Çeşitli Avrupa ülkeleri, tıpkı binlerce yıldır yaptıkları gibi, politik çıkarları adına, Doğuya doğru bu ilerlemeyi durdurmak istemektedirler. Duyunu umumiye şartlarını aşmak için demiryolu hatlarının yaklaşık 300’er kilometrelik bağımsız kısımlara bölünmesine karar verilir. Ancak bu şekilde finansör bulunabilecektir.
5 Mart 1903 tarihinde Sultan Abdülhamit gerekli izni verir ve dev proje başlamış olur.
BELEMEDİK-HACIKIRI
Konya - Ereğli arasında birinci kısım inşaatı 1903 Temmuz ayında Philip Holzman liderliğinde başlatıldı ve 18 ay sonunda hat tamamlandı. Dağları delen tüneller dizisi Konya’dan yaklaşık 362 km mesafede başlayıp 13 kilometre boyunca Hacıkırına kadar uzanır.
1905 yılında, 200 metre uzunluğunda, 100 metre yüksekliğinde Hacıkırında inşa edilen demir yolu köprüsü virajlı olması ve heybetli görünümü ile dünyanın en değerli yapıtları arasında gösteriliyor.

1907 yılında Berlin-Bağdat tren hattının Adana’ya 70 km. kuzeyindeki bölümünün inşaatına başlanır. Projenin en zor kısmı Belemedik yaylasının geçilmesi olup, Toros dağlarında 13 kilometrelik bir mesafede tüneller kazılması ve köprü inşasıdır. Ancak devletin finansal olanakları iyice daralmıştır.
1908 yılına gelindiğinde Türk hükümetinin yaşadığı finansman sıkıntılarından dolaya duraksayan demiryolu inşaatı yeniden başlar.
1912 yılından 1. Dünya savaşının yapıldığı 1914-18 yılına kadar ülkenin çeşitli kısımlarında 531 kilometre hat kullanıma açılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun Dünya savaşına Almanya ve Avusturya Macar İmparatorluğu safında girmesiyle Anadolu topraklarında ( Avrupa sayılan Çanakkale dışında) savaş yaşanmamış ancak “düşman demiryolları” 1919 yılı sonuna kadar ordu emrine girmiştir.
1917 yılı başına gelindiğinde Alman ve Osmanlı orduları için can damarı vaziyetinde olan demiryolu inşaat işleri Alman devletinin yardımlarıyla yeniden harekete geçirilir. Toros dağları delinmiş ve bağlantı kurulmuştur.
Hattın Toros yaylaları bölgesinden geçirilmesi uzun süre alacağından Pozantı’ya bağlı Belemedik köyünde bir Alman köyü kurulur. Bu köy çalışanların tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde tasarlanmıştır, bir genelev de dâhil olmak üzere! Bir süre sonra bu köy işçiler, hizmet veren köylüler ve Alman yetkililer, askerler de dâhil olmak üzere 35 bin nüfusa ulaşır. Tam teşekküllü bir hastane, bir kilise, bir cami, bir sinema ve evler inşa edilmiştir. Toroslar'da eşkıyalık sık rastlanan bir olay olduğundan, köy bir Alman birliği tarafından korunmaktadır. Bir mühendislik harikası bu inşaat sekiz yıl sürecek, 41 çalışan hayatını kaybedecek ve “Alman mezarlığı “ denilen yere gömülecektir. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunan 20 üzeri esir kamplarından birisi olan Hacıkırı-Belemedik kamplarında ise 1. Dünya savaşı yıllarında ve 1915 ortalarından itibaren ele geçen yüzlerce Rus, İngiliz, Avustralyalı, Fransız ve Yeni Zelandalı esir, Rum ve Ermeni tutuklular yanı sıra yerli işçiler emek verecektir tünel kazılarında ve gıda yetersizliği, salgın hastalıklar ve işin doğasından ötürü birçok esir demiryolu inşası sırasında ölecektir.

1. Dünya savaşı sonunda Tünel İnşaatı duracak, Kurtuluş savaşı yıllarında ise hiçbir çalışma yapılmayacaktır. . Bu esirler savaş sonuna kadar burada tutulacak, bir kısmı periyodik olarak Hacıkırı-Belemedik (Adana) tren tünelleri kazmak üzere yollanacaktır. Bir kısmı ise çeşitli kamplara dağıtılacak, yol inşaatı işlerinde çalışacaktır.

Mütareke sonunda hatlar Britanya kontrolüne geçmiş ve işler devam etmiştir. Savaş sırasında İngilizler İran Körfezinden Bağdada doğru önemli bir hat döşemişlerdir. 1923 yılında yapılan Lozan anlaşmasına göre Müttefikler Türkiye’den çekilince İngilizler Haydarpaşa Büyükderbent arasında tuttukları son hattı da devretmişler ve 1923 Ekim ayında Istanbulu terk etmişlerdir.


Günümüzde ise Almanların inşa ettiği köyden hemen hiç bir iz kalmamış, Alman mezarlığı Almanlar tarafından taşınmış, esirlerden ölenlerin kemikleri İngilizler tarafından alınarak Bağdat North Gate mezarlığına aktarılmıştır. Hintli esirlerin bir kısmının ise külleri toprağa karışmıştır. Ayrıca, Britanya unsuru olmayan diğer milletlerden esirlerin kemikleri ise hala bu topraklarda.
Bölgenin tarihini bilenler bu vahşi güzellikteki bölgeye günümüzde gittiğinde 100 yıl öncesinin anılarıyla baş başa kalacaktır.
Alman mezarlığının olduğu yerde 2005 yılı Eylül ayında bir anıt dikilmiştir. Restorasyon işleri Alman Pratiker (Metro AG) fişrması tarafından yapılmıştır.


Bu Makalenin yazılmasında aşağıdaki Kaynaklardan yararlanılmıştır:


http://www.trainsofturkey.com/w/pmwiki.php/History/CFOA#CFAB
http://freepages.military.rootsweb.ancestry.com/~worldwarone/WWI/TheGeographyOfTheGreatWar/
Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı, Cengiz Özakıncı, 10. basım sayfa 130-134).
Nation of Turks, Yüksel Oktay PE, 7 Eylül 2007. Istanbul
Osmanlıdan Günümüze demiryollarımız, Tayfun Uzun, 2005 İstanbul
Ulaşımda Çözüm Demiryolları, Soner Kızık, 4, 5, 6 Ocak Cumhuriyet gazeteleri
Osmanlı İmparatorluğunda Avrupa mali denetimi: Düyunu Umumiye.
Donald C. Blaisdel, Çev. Ali İhsan Dalgıç İstanbul matbaası, Unkapanı 1979

SİPER SANATI VE YARATICILIK

Tel Örgüler Ardında Yaratıcılık

İnsan ve oluşturduğu toplumların en doğal psikolojisinin öncelikle kendi beden ve ruh sağlığını ayakta tutmak olduğuna inanıyorum. Yaşamını sürdürme içgüdüsü yaşamın kendisiyle paraleldir ve hangi ırktan, ulustan ya da gruptan olursa olsun insan doğasının ilk ve değişmez kanunu yaşamını sürdürmektir; kimileri bunu felsefi düzeyde alırken kimileri ise içgüdüsel olarak yaşama bir şekilde sarılacaktır.

İnsanın içinde bulunan nefret, hırs ve düşmanlık güdüleri savaşlarda en doruk seviyesine çıkar. Yaşamını, ailesini, ülkesini unutan insan sadece öldürmeye odaklıdır. Kim ne derse desin insan yaşamı salt akılla yürütülmez, insanoğlu duygularıyla, doğasıyla, ürettikleriyle, sempati duyduklarıyla ve yaratıcılığıyla yaşar ki bu da yaşamın lokomotifidir.

İşte, isteseler de istemeseler de Birinci Dünya savaşı sırasında savaşa katılmış olan asker ya da sırf karşı gruptan olduğu için enterne edilen siviller de bu yaşama içgüdüsünü çeşitli yöntemlerle ayakta tutmuşlardır. Savaşın sadece ölum dışında yan ürünleri de vardır; bazıları iyi, bazıları kötü. İyi ile kötünün bir arada bulunduğu savaşlarda, insanoğlunun yaşamını sürdürme güdüsü, zamanını farklı şekilde geçirmesine neden olur. Bazısı kaçmayı düşünürken bazısı ölmediğine sevinmiştir ama hepsi de vaktini geçirmek zorundadır. Esaret altında kimisi tavla ve zar atarken, kimisi gün boyu hiç bir şey yapmazken, kimisi de sanat yapmaktaydı. Şüphesiz, nerede tutulursa tutulsun esir kişi özgürlüğü elinden alındığı için şikâyetçidir. Bunların bir kısmı ise esaret altında olmaktan hoşnuttur çünkü esaret onun kurtuluşu demektir. Savaş bitene kadar ölmeyecektir. Türk askeriyle aynı yemeği yiyen İngiliz esir de yemekten şikâyet edecektir, İngiliz askeriyle aynı yemeği yiyen Türk Esir de!’. Özgürlük kaybı simetri duygusunu ortadan kaldıracaktır. Bir sure sonra ise yaşama içgüdüsü devralır. Karadenizli balıkçı, İstanbullu terzi, Urfalı hamal, Mersinli Çiftçi üniforma altında aynıdır. Hepsinin
Derdi başkadır, ailesini özlemiştir kimileri, bazıları topraklarının ekilmediğinden yakınır, kimisi ise işyerinin battığından. Ama ortak yönleri yaşamak ve yasamak için üretmek güdüsüdür. Enterne edilen siviller için de durum aynıdır. Çoğunluğu esir edildikleri ülkede uzun yıllar yaşamış çocukları orada doğmuş, iş yapmaktayken birden tel örgüler altına, kilit altına alınmışlardır.

Konumuz olan ve genel olarak Siper Sanatı olarak bilinen uğraş savaşa taraf asker, savaş esiri ve enterne edilmiş sivillerin doğrudan silahlı çatışma ya da bunun sonucu olarak ve kendi kültürünü ifade ederek dekoratif malzemeler üretmesi olarak tanımlanabilir.

Siper Sanatı genel olarak dört kategoride ele alınabilir;

a) Askerler tarafından üretilen malzemeler.

Çok eski tarihlerden beri savaşan askerlerin vakit buldukça boş kovanlardan, mermi çekirdeklerinden, şarjörlerden, çeşitli metal ve ahşap parçalardan dekoratif malzeme ürettikleri bilinmektedir ve örnekleri çoktur. Buna bir önrek olarak, ele geçirilen İngiliz Lee Enfield tüfek namlularının kesilerek yapıldığı Enveriye yüzükleri verilebilir.

b) Savaş esirleri ve enterne edilen siviller tarafından üretilen malzemeler

Esir edilmiş ya da enterne edilmiş sivillerin ise sanat üretmek için diğerlerinden daha geçerli sebepleri vardır; ne zaman biteceğini bilmedikleri savaşın sonuna kadar ellerinde bulunan bitmez tükenmez günler ve ürettiklerini gardiyanları olan düşman askeriyle ya da civardaki sivillerle ekmek, sigar, giyecek, para, bir takım ayrıcalıklar vs. karşılığında değiş tokuş etme ihtiyacı.

c) Siviller tarafından üretilen malzemeler

Bu tip malzemeler savaş bölgesi içinde ya da civarında yaşayan siviller tarafından, savaşı anlatan ya da savaşın etkilerini ifade eden, kimi zaman ise uzaklardaki sevgili tarafından yapılan malzemelerdir.

d) Ticari malzemeler

Savaş sonunda ya da sırasında savaş artıklarının ticari meta olarak üretilmesidir. Özellikle de savaşa katılmış olup sonradan hurdaya çıkarılan gemiler, uçak ve tanklar bu amaçla kullanılmıştır. Buna ülkemizde bir örnek olarak bir kaç sene önce intihar etmiş olan ve Gelibolu’dan topladığı savaş hurdalarıyla özel bıçak üretip satan Sevan Boynuince verilebilir. (http://www.austurkiye.net/detay.asp?islem=2&SayfaNo=3525) .

Savaş Sanatı ve Sanatın Savaşı

“Büyük Savaş”, “ Tüm Savaşları Bitirecek Savaş” ya da “ Medeniyet Savaşı” olarak da adlandırılan Birinci Dünya Savaşı Almanların Belçika'yı 1914 yılında işgalinden sonra durağan bir Siper Savaşına dönüşmüştü. Askerlerin uzun süreler boyunca siperlerde çakılıp kalması ve atık savaş malzemesi yığınları Asker sanatçılar için bitmez tükenmez bir tuval yaratmıştı. Bu nesnelerden bazıları ( örneğin mermi kovanlarının kesilerek yüzük haline getirilmesi gibi küçük nesneler) siperlerde kolayca yapılırken çekiç, dövme, kesme gerektiren ve birçoğu da inanılmaz derecede sanat değeri olan nesneler ise daha çok geride bulunan, hastanelerde yatan, esir olan askerler , enterne siviller ve savaş bölgesine yakın yaşayan halk tarafından üretilmekteydi.

Her iki taraftan da savaş esirleri, esaret altında tutuldukları kamplarda inanılmaz sayıda farklılıklar içeren dekoratif nesneler üretmişlerdir. Bazı kamplarda üretilen eserlerin sivil halka satılması için sergiler bile düzenlenmekteydi. Berlin yakınlarındaki Ruhleben kampında tutulan Britanyalı esirler gümüş bozuk paraları eriterek çeşitli malzemeler üretmiştir. Keza, inanılması zor gelecek ama etrafta bol bulunan farelerin derilerinden cüzdan ürettikleri bilinmektedir. Ürettikleri nesnelerin birçoğunu ise ülkelerine, ailelerine gönderme fırsatı bulmuşlardır. Britanya topraklarında esir tutulan Alman askerlerin kendilerine verilen yemeklerden arta kalan kemiklerle vazolar, peçetelikler yaptıkları bilinmektedir. Esir olmuş Türk askerleri ise genellikle boncuk kullanarak yılan figürleri, cüzdanlar, kemerler, kolyeler vs. üretmişlerdir. Esir Rus askerler ise ahşap oymacılığında becerikliydiler ve ahşap kutular, resim çerçeveleri gibi kimi zaman üzeri resimli nesneler üretmekteydiler.

Savaşa katılmış olan eski bir asker, A B Baker, W.A.A.C., tarafından yazılıp 1930 yılında Purdom tarafından yayınlanan Everyman at War adlı kitapta Esirlerin ürettikleri sanata atfen şöyle denilmektedir. “ İşimin bir parçası olarak karargâhımıza yakın bir yerde bulunan esir kampı ile de ilgileniyordum. Esir Almanlar gerçekten arkadaş canlısıydılar. Ellerini kullanmakta da becerikliydiler ve yaptıkları oyma nesneleri bana hediye ederlerdi.”

Siperlerde üretilen sanata verebileceğimiz en güzel örneklerden birisi hat üstadı Macit Ayral’ın başından geçenlerdir. “Çanakkale Savaşları’nın sürdüğü günlerde Macit Ayral Çanakkale’de asker olarak bulunmaktadır. Her tür hastalığın kol gezdiği siperlerde sıtmaya yakalanır.
Sıtma nöbetinin gelmediği zamanlarda güzel yazı örnekleri hazırlamakta ve bunları da moral olsun diye siperlerin duvarlarına asmaktadır. Mustafa Kemal bir gün siperleri gezerken bu güzel yazı örneklerini görür ve “Bunları yazan kimdir?” diye sorar. Macit Ayral bir adım öne çıkarak
“Ben…” der.
Mustafa Kemal hemen yanındakilere dönerek şöyle der:
“Bunların hepsi de sanat eseri… Ülkeler böyle sanatçıları kolay yetiştiremez… Böyle bir sanatçının burada ne işi var? Kendisini yarın terhis edip memleketine göndereceksiniz… O eller silah değil kalem tutarsa daha yararlı olur ülkemiz için…” (Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Sayı 10, Ocak l988)

Savaş esirinin yaşamı depresyon, kızgınlık, endişe, korku, umutsuzluk, belirsizlik, zaman zaman eğlenceden oluşan bir keşmekeş olmalı. Esirlerin birçoğu, şüphesiz, kaçma hayalleriyle yaşamını sürdürmüştür bu kamplarda; bir kısmı ise orada olmaktan, savaştan uzakta olmaktan mutludur elbette.

İtilaf devletleri tarafından esir edilip Mısır, Büyük Britanya, Kıbrıs adası, Selanik, Malta, Fransa ve Mezopotamya yanı sıra diğer yerlerde tutulmuş olan 250 bin civarında Osmanlı esir, Kızıl Haç tarafından yapılan ziyaretler sonrası yazılmış olan raporlarda “ genel olarak iyi davranışlı, disiplinli ve ciddi rahatsızlık yaratacak davranışlarda bulunmayan, zamanının çoğunu uyuyarak, güreş ederek, özellikle bir kısım subaylar olmak üzere kitap okuyarak, tavla ve domino oynayarak, müzik ve resimle uğraşarak geçiren ve bir kısmı ise cam boncuklar kullanarak yılan figürleri, cüzdanlar, sigara kapları gibi nesneler üreten insanlardı” şeklinde tarif edilirler (Turkish Prisoners, International Red Cross report on Egypt Camps, Aralık 1916, Ocak 1917 / International Red Cross report on India Burma POW Camps, Şubat Mart Nisan 1917)

Osmanlı savaş Esirlerinin ürettiği boncuk işlerinden özellikle Man adasında tutulmuş enterne sivillerin işlerinden birçok örnek günümüze kadar gelmiştir. Man adası 1914-1918 yıllarında kullanılmış ve Knockaloe kampı ve daha küçük olup “ centilmen” yani zengin enterneler içinse Douglas kampı kullanılmıştır. 1921 yılında adaya yapılan bir gezi sonucunda, Manx Quarterly adlı derginin 26. sayısında, bir aşamada bu adada 24.500 kadar esir tutulduğu ve bunların bir kısmının Osmanlı olduğu yazılmıştır. Bu esirlerden adada ölen 6 tanesinin mezarları Patrik Kilisesi bahçesinde durmaktadır. Kamp yönetiminden Britanya Hükümeti sorumluydu ancak kamplara ait indeks kartları ve kişisel anılar 2. Dünya savaşında ve daha sonra da 1970 yılında yok olmuştur. Ancak Kızıl Haç arşivlerinde bunlar ve diğer bölgelerde tutulmuş olan esirlerle ilgili detaylı bilgiler bulunmakta olup bu aşamada bu kayıtlara erişime izin verilmemektedir.
Ne yazıktır ki esir Türk askerleriyle adeta özdeşleşmiş olup, günümüzde büyük hayranlık uyandıran boncuk işleri örneklerinin birçoğunun hangi kampta yapıldığına ya da kim tarafından yapıldığına dair bilgiler aradan geçen 100 yıl sürede kaybolmuştur. Kamplarda kalan esirlerin yaptıkları tasarımlarda ve kullanılan tekniklerde büyük benzerlikler olması açısından, bunların nerede yapıldığını tespit etmek zordur. Son yıllarda Türk esirlerin yaptıkları boncuk işlerine olan ilginin artmasından dolayı konu ile ilgili iki kitap yayınlanmış olup kitap yazarları İstanbul’da 2007 yılında Kadir Has Üniversitesinde bir konferansa katılıp, bilgilerini aktarmışlardır. Söz konusu kitaplar Adele Rogers Recklies tarafından yazılmış olan ‘Bead Crochet Snakes: History and Technique’ ve Jane A. Kimball tarafından yazılmış olan ‘Trench Art: an Illustrated History’ adlı kitaplardır.

Kitabında Turk esirlerin boncuk işlerini anlatan Adele Rogers Recklies şöyle demektedir.

“ Birinci dünya savaşında esir edilen Türk askerleri cüzdan, kemer, kitap ayracı, kolye gibi boncuk işleri yapmış olup bunların arasında en çok ilgi çekenler yılan ve kertenkele motifleri olmuştur. Satılmak, değiş tokuş ya da hediye amaçlı yapılan bu hediyelik sürüngenlerin ticari bir amacı vardı ancak bu boncuk işleri aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğunda günlük yaşamı da yansıtmaktadır. Söz konusu bu hediyelik boncuk işleri Türklerin tekstile olan ilgilerini, sivil hapishanelerde zaman geçirmek ya da para kazanmak amacıyla zanaata olan yatkınlıklarını, geleneksel motifleri, yerel vahşi yaşamla ilgili gözlemlerini ve yılanların şans sembolü olarak kabule dilme özelliklerini yansıtmaktadır.

Konumuz olan bu rengârenk sürüngenler gerçekte boncuk kullanılsın ya da kullanılmasın, 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli kısımlarında ortaya çıkmış ve Bulgaristan Makedonya ve Yunanistan gibi imparatorluktan ayrılmış olan parçalarında ve Türkiyede hala sürmekte olan bir gelenektir. 1878 yılında Fanny J. Blunt Türkiye’de yaşadığı 20 yıl içerisinde dükkân sahiplerinin kızlarının boş zamanlarını boncuk ve tığ işi yaparak doldurduklarını gözlemlediğini yazmıştır. Bazılarının üzerine tarih de atılmış olan Boncuktan yapılmış bu hediyeliklerin günümüze kadar gelenlerine bakıldığında, bu tekniğin kesinlikle 19. yüzyılda kullanıldığına işaret etmektedir. Boncuk işinin yapıldığı ülkeler arsında Trakya ve Bulgaristan’da boncuk ve çok ince iplik kullanılarak kemer, cep saati kabı, cüzdan ve şişe kabı örnekleri bulunmaktadır. ARR2 sayılı fotoğrafta bu işlere örnekler görülmektedir. Keza, Türkiye’de yaşayan kadınların da aynı malzemeleri kullanarak dekoratif tığ ve oya işleri yaptığı bilinmektedir.

Boncuk işi aynı zamanda sivil mahkûmların vakit geçirmesine ve para kazanmasına de neden olmuştur. On dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başında seyyahların ifadelerine göre, Osmanlı hapishanelerinde çeşitli zanaat çalışmaları yapılmaktaydı. Bu seyyahlardan birisi olan Maude Parkinson Romanya Ocna Mare hapishanelerinde kalan mahkûmların tuz, ahşap vs. kullanarak çeşitli malzemeler yaptıklarını ve bu ürünlerini hapishane avlusunda kurdukları tezgâhlarda sattıklarını ifade etmiş ve mahkûm işlerinin de aralarında bulunduğu bu çalışmaların Bükreş’te sergilendiğini yazmıştır3

Birinci Dünya Savaşından evvel yapılmış olan bu boncuk işlerinin bazı örnekleri günümüze de gelmiş olup; İskoçya Aberdeen de bulunan Marischal Müzesinde Arnavut mahkûmlar tarafından yapılmış olan ve Margaret Hasluck tarafından toplanmış olan bazı örnekler bulunmaktadır. Keza, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda Macaristan hapishanelerinde kalmış olan mahkûmların yaptıkları örnekler baskı Altında Sanat adı ile 2001 yılında bir sergi açacak kadar çoktur 4. Sergilenen malzemeler arasında boncuk işli şişe kabı ve kadeh kapları sayılabilir.

Birinci Dünya savaşı öncesinde Osmanlı sivil hapishanelerinde yapılmış olan Yılan figürlü boncuk örneğimiz bulunmasa da, Osmanlı İmparatorluk topraklarında yaşayan halkın sürüngenlere saygı duyduğu ve bunları koruyucu olarak gördükleri kesindir ( Şahmeran). Örneğin, Türkiye, Bulgaristan, Rusya, Romanya ve Arnavutlukta canlı yılanların evlere girmesi şans alameti olarak kabul edilmekteydi.5 Romanya’da yılanların koruyucu özelliklerinin bir simgesi olarak evlerin kapılarında yılan figürleri yapılmaktaydı.6 zaman zaman bayram kutlamalarında köylüler yere mendil atar ve eğer bir yılan mendilin üzerinden üç kez geçerse bereket geleceğine ya da dileklerinin kabul olacağına inanırlardı. 7

Yılanların şans getireceğine inanışın bir başka örneği ise kurumuş bir yılanbaşının iki madeni para arasına konularak bundan muska olarak yararlanılmasıydı,8 . Keza, baharda yakalanan engerek yılanları ilaç olarak kullanılır,9 ya da Aziz George Gününden önce öldürülen yılanın sihrinin kişiye geçeceğine inanılırdı.10 Yılanların şans sembolü ya da koruyucu olduklarına olan ortak inanç Mısırda esir olarak tutulmuş olan Türk askerleri ve İngiltere’de enterne edilmiş olan siviller arasında da kendini göstermiş olmalı ancak bu inanç boncuktan yapılan yılan figürleriyle kendini göstermiştir.

Türk savaş esirleri koleksiyoncular tarafından kertenkele olarak tanımlanan ancak gerçekte bir başka şans sembolü olan ejderha figürü olması muhtemel diğer figürler de yapmışlardır. Türkiye’de ve komşusu olan ülkelerde ejderhalar hem dev yılanlar ve hem de zenginlik ve şans sembolü olarak görülmekteydi.11 Böyle olunca, esaret altında yapılmış olan sürüngen figürlerinin kertenkele değil ejderha sembolü olması muhtemeldir. Söz konusu sembolizm Türk esirlerinin yaptığı, ağzında küçük bir kertenkele tutan yılan figürlerinde görülebilir.

Boncuk işi yılan figürlerinin çoğunluğu Mısır, Kıbrıs ve Selanik’teki İngiliz hapishanelerinde yapılmış iken, Büyük Britanya’nın sair yerlerinde bulunan enterne kamplarında da benzer boncuk işleri yapılmıştır. Bu çalışmaların günümüze kadar gelenlerinin çoğunluğu Man Adasında bulunan Knockaloe kampında yapılmıştır. Bir dönem 20,000 civarında enterne sivilin tutulduğu ve 30 Haziran 1919’a kadar da hala 1500 enterne sivilin mahkûm edildiği 12 Knockaloe Kampı Büyük Britanya’da bulunan en büyük kamp olup aynı zamanda zanaat işlerine en çok önem verilmiş olan bir yerdi. Kamp yönetimi askerlerden oluşmaktaydı ancak Religious Society of Friends ve Y.M.C.A. gibi sivil örgütler de enterne edilmiş sivillere yönelik bir takım yardım programları uygulamaktaydı.

Özellikle de Zorluk İçindeki Alman, Avusturyalı ve Macarlara Yardım Dostluk Acil Komitesi ( The Friends’ Emergency Committee for the Assistance of Germans, Austrians, and Hungarians in Distress) mahkûmların boş vakitlerini geçirmesi ve para kazanmalarını sağlamak amacıyla Büyük Britanya’nın hapishane kamplarında bir takım sanat faaliyetleri organize etmişti. Söz konusu bu Acil Komitesi ve Man adasında kalan beş “Dost” para ve sanat çalışmalarında kullanılan malzemeler toplayıp satışa çıkarılacak olan çalışmalara bir kalite standardı uygulamış, mahkûmların kullanabileceği bir tasarım “ model” kütüphanesi oluşturmuş, toplanan malzemelerin kampa dağıtımını organize etmiş, üretilen işleri toplayıp hediyelik eşya olarak halka satmıştır.

Man adası yerel tarihi incelendiğinde, boncuk işi yılan figürlerinin adada tutulmuş olan 101 Türk esir tarafından yapıldığı görülmektedir. Frank C. Quayle Türk esirlerin çalışmalarıyla ilgili şunları yazmaktadır “ geldikleri topraklardaki doğal yaşamı iyi bilen Türk esirler çok çeşitli tarzlarda boncuk işi yılan figürleri üretmekteydi... Bunlar o kadar gerçekçiydi ki, renkleri ve duruşlarıyla bu figürlerden sanki canlıymışçasına birçok insanın ürktüğüne şahit oldum.”13 Bu boncuk işi yılanların bir kısmı adada yaşayan ailelere satılmakta ya da değiş tokuşta kullanılmaktaydı. Bu yılan figürlerinden iki tanesi 1917 yılında arazide çalıştırılan iki Türk esir tarafından başlarında bulunan bir askerle ekmek karşılığı değiştirilmiştir. 14
Büyük Britanya’da sivil enterne kamplarında yapılan boncuk işi yılan figürleri ve ülke dışındaki askeri kamplarda yapılmış olan yılan figürleri arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır. Gerçekte, bu yılan figürleri tarz olarak o kadar benzerdir ki, bunların 40 örneğinin üzerinde yapılan incelemede sadece tasarımına bakarak bunların nerede yapıldığını söylemek mümkün olmamıştır. Bu sürüngen figürler boncuk kroşe yöntemiyle yapılmış olup çalışmaya kuyruktan başlanmakta ve burun ucunun tamamlanmasıyla bitirilmektedir. Boncuklar ilk önce tığ kullanılarak ipe dizilip ve her düğümün bir boncuğu kavramasıyla yuvarlanarak yapılmıştır.

Şekil ve dekorasyon anlamında ise, Türklerin yaptıkları yılan figürlerinin ana vatanda bulunan türlerin gerçekçi birer ifadesi olduğu ve yapılan çalışmaların bağış malzemelerden olduğu için ancak bu kadar yakın olabileceği tespit edilmiştir. Modern Türkiye ve komşu ülkelerde tespit edilen 21 adet yılan figürüne bakıldığında, Osmanlı esirlerin bu eserleri için birçok model kullandığı görülmektedir. Boncuk işi yılan figürleri 33 santimetreden 5,5 metreye kadar olup ortalama olarak 152 santimetre boyunda ve 5-7,5 santim enindedir. 33 santimetre boyunda olan en kısa örnekler gerçekte 40-50 santimetre olan canlı örneklerine yakın uzunluktadır. Sık rastlanan ortalama 152 santimetre boyunda olanlar ise gerçekte canlı örneklerinden uzun olup, canlı örnekler genellikle 60-70 santimetre boyundadır. Gerçek yaşamda damalı yılanlar 137 cm, Filistin Engereği ise 130 cm kadardır.

Aynen gerçek yılanda olduğu gibi, boncuk işi yılan figürü de kuyruktan başlayarak gittikçe kalınlaşır ve sonra da baş kısmına yakın noktada biraz daralarak devam eder. Boncuk işi yılan figürlerinin ortak özelliği, figürün üst kısmında zikzak ya da elmas şeklinde motifler olup bu motifler Turkiye'de ve komşu ülkelerde yaşayan gerçek engerek türlerinin de üzerinde görülebilmektedir. Ancak, boncuk işi figürlerde bulunan motiflerin renkleri farklılık göstermektedir. Aynen gerçeklerinde olduğu gibi, boncuk işi yılan figürlerinin karın kısmının rengi üst kısmının renginden farklıdır. Yılan figürünün ağzı açık olup, ağız kenarı boncuk işli, ağız içi ise sade kroşe işidir. Bu şekilde yılanın ağız kenarı ve ağız içi taklit edilmektedir. Bazı örneklerde ise yılanın dili ayrıca örülüp, ağız içine tutturulmuştur.
Ağız içinde görülen tekli tığ kroşe tarzı bazı uzmanların yılanın tamamının bu şekilde yapıldığını düşünmesine neden olmaktadır ancak benim yakın zamanda yaptığım bir araştırmada bu yılan figürlerinin bazılarının aslen günümüzde pek kullanılmayan bir boncuk düğüm tarzı ile yapıldığı görülmüştür. Çift zincir olarak bilinen bu tarzda kroşe ilmekleri aynen de söylenildiği gibi çift ilmek olup: ilk ilmek boncuğu düğümlemekte, ikinci zincir ise boncuksuz olarak düğümlenmektedir.

Kullanılmış olan boncuğun boyutu ne olursa olsun, en küçük yılan figürleri hariç, diğer yılan ve kertenkele figürlerinin içi kumaş, at kılı, pamuk ipliği vs. gibi malzemelerle doldurulmuş ve böylece yılan kabuğunun içe çökmesi engellenmiştir. Mahkûmlar bazen motifleri daha büyük boncuklardan örerek kabartma bir figür oluşmasını sağlamışlardır. Bu örneklerden bazılarında sırt kısmı tamamen elmas şeklinde motif içerirken, motifler arada kesintiye uğramış ve bu boşluğa HEDİYELİK yazısı işlenmiştir. Aynı şekilde bazı örneklerin karın kısımlarına TÜRK SAVAŞ ESİRİ 1919 gibi yazılar işlenmiştir.

Üretilen figürlerde genellikle 3 renk boncuk kullanılırken bazı örneklerde beş, altı ya da yedi renk boncuk kullanıldığı görülmüştür. En çok kullanılan boncuk renkleri ise yeşil, sarı yakut, beyaz, koyu ya da açık mavi, kırmızı, leylak, turkuaz ve sarıdır. Kullanılan iplik rengi ise genellikle doğal ten rengidir ancak zaman zaman sanki mahkûmun kullandığı iplik bitmiş gibi, renk farklılığı göstermektedir.

Daha evvel de söylendiği gibi yılan figürlerinin birçoğunun karın kısmında TÜRK ESİRİ yazarken bazılarında da çoğul olarak TÜRK ESİRLERİ yazılmıştır.
Boncuk işi yılanların çoğunun üzerinde 1918 tarihi görülmekteyken, bazılarında ise daha geç tarihler atılmıştır çünkü esir değişimi 1921 yılına kadar sürmüştür.

Figürlerin gözleri daha çok elmas şeklinde ve farklı renkte iken, bazen de gözler çiçek şeklinde örülmüştür. Aynı şekilde yılanın alın kısmında gene elmas şekli ya da çiçek şekli motifler görülebilmektedir. Sırt kısmında motifler olması nedeniyle, figürün karın kısmı genellikle tarih, yer ya da sair tanımlayıcı ifadelere ayrılmış ve sair motifler işlenmiştir.

Yılan figürlerinde kullanılan figürler gerçek yılanların üzerinde bulunan motiflere benzerlik gösterse de, Elmas motifi, zik zaklar ve üçgenlerin Osmanlı tekstil motiflerinde sık rastlanıldığı unutulmamalıdır. Bazı yılan figürlerinde ise Türk motiflerine çok yakın motifler kullanılmış olup bunlara bir örnek Avustralya Savaş Müzesinde görülebilir( ARR7). Bu örnekte kullanılan motif Orta Anadolunun Sivas kentinde kullanılan Çengel motifinin aynısıdır. 15

Türk esirleri ellerinde bulunan boncuk sayısı ve renklerine uygun olarak mümkün olduğunca gerçek yılanları taklit etmeye çalışmış olabilecekken, elmas ve üçgen şekillerinin Türkiye ve komşu ülkelerde kem gözlere karşı kullanılan muskalarda kullanıldığı unutulmamaluıdır16 Bu durumda, yılan figürlerinde kullanılan bu motiflerin aynı zamanda koruma amacıyla yapılmış olması da muhtemeldir. Aynı motifler kertenkele ya da ejderha figurlerinde de kullanılmıştır. Genel vücut şekilleri dışında, kertenkele ve ejderha figürleri Türkiye'de yaşayan sürüngen türlerine benzerlik taşımamaktadır. Kertenkele figürlerinin boyları genellikle 9-23 santimetre arasıdır ve genellikle beş farklı renkte boncuk kullanılarak yapılmıştır. Bazı kertenkele figürlerinde pençeler de unutulmamıştır.

Günümüzde de sivil Türk hapishanelerinde ve Mısır hapishanelerinde boncuk işi eşyaların yapımı devam etmektedir. Esirlerin zaman geçirmek ya da biraz para kazanmak adına yaptıkları bu eserler asıl yapılış nedenlerini aşmış olup aslen vatan ve toprak özlemi, şans getirme sembolleri ve üzerlerine İngilizce yazılar işleyerek, esaret altında bile güzel sanat eserleri üretileceğini kanıtlarcasına günümüzde bile İngilizleri hayrete düşürecek kadar muhteşem eserler olagelmiştir.”

Yazının başında yaşama güdüsü yaşamın kendisine paraleldir demiştik.. Zaman ilerledikçe ve savaşın çirkin yüzü örtüldükçe, insan şöyle düşünmekten alıkoyamıyor kendisini; kişi ya da nesillerin yaşamı çağlarla karşılaştırıldığında son derece kısadır. İşte bireyselliğinden ödün vermeyen insan, ancak kısa yaşamında ürettikleriyle sonsuza kadar var olacaktır.

DOGAN SAHİN MART2011

FİLM TEORİSİ VE PRATİĞİ ÜZERİNDE JAPON KABUKİ’Sİ ETKİSİ

Tokyo Politeknik Üniversitesi

(1)

FİLM TEORİSİ VE PRATİĞİ ÜZERİNDE KABUKİ’NİN ETKİSİ:

FİLM AÇISINDAN KABUKI’NIN POTANSİYALİTESİNİN EISENSTEIN TARAFINDAN KEŞFİ


Koichi Nakamura ve June H. Nakamura


“ Kabuki İle Beklenmeyen Görüşme: Yirmili yıllarda Eisenstein ve Teatral Tecrübeleri” adı ile 1990 yılında bu Akademik Raporlar için kaleme alınmış olan yazıda daha evvel de işaret edildiği gibi, Eisenstein’in film ve tiyatro araştırması, film üzerinde çalışırken 1928 yılında Moskova’yı ziyaret eden Kabuki Tiyatrosu ile yeniden canlanmıştır. Kabuki'nin her anlamda şaşaası ve büyüleyiciliği Esienteinin gözlerinden hiç kaçmamıştır. Moskova’daki bu başlangıçtan beri Kabuki artistik değeri olan kendine has bir tiyatro olarak uluslararası kabul görmüştür. Eisenstein Kabukinin içsel değerini ve Kabukinin film açısından potansiyellerini keşfeden ilk şahıslardan birisidir. Bu bildiride Kabukiyi kendi film teorisi ve pratiğine nasıl uyarladığı incelenecektir.

1. Film teorisi Üzerine Kabuki etkisi

a. Monistik Topluluk

Kabuki tiyatrosu çoğunlukla batıdaki Şekspir tiyatrosuna benzetilmiştir ancak, böyle bir karşılaştırmanın bu Japon Teatral sanatının tüm boyutunu ifade etmesi mümkün değildir. Donald Kleene tarafından da belirtildiği gibi, Kabuki oyunlarının edebi güzelliği, performans haricinde, çarpıcı bir yapım çıkarabilmek için bir araya getirilen tüm diğer unsurlardan daha önemli değildir- “ Tiyatro olarak Kabuki tüm teatralliklerin üstündedir.”¹) Kabuki kostümleri, aktörlerin hareketleri, dil, setler ve müziği yaratılmak istenen atmosferin ayrı ayrı “ aktörleridir”.

Eisenstein’in “ Beklenmeyen Birleşme” yazısında Kabuki üzerine yaptığı tartışma işte bu olağanüstü ilginç topluluk biçimi ile başlar. Yazısında Eisenstein şarkı-dans-dram (Kabukinin tercümesi denilebilir) üçlüsünün nasıl tek bir “Monistik topluluk” olarak işlev gösterdiğine dikkat çeker : “ Ses, hareket, boşluk ve insan sesi birbirine eşlik etmez ( hatta paralel bile değildir) ama eşit unsurlar olarak kabul edilirler”². Bu algı Sadanji Topluluğunun 1928 yılında Moskova’yı ziyaretinde gördüğü Kabuki performansına dayanmaktadır.

Keza, Eisenstein Kabuki aktörünün “ hesaplamasını beyne giden uyaranların”³) son toplamı üzerine yaptığını, bunu ise cazibesini bir duygudan diğerine ya da “ bir “uyaran” kategorisinden diğerine”4) kolayca transfer ederek başardığını gözlemlemiştir. Bunu tanımlamak üzere Eisenstein şahit olduğu bir Kabuki performansını anlatır:

Yuranosuke muhasara altındaki kaleden çıkar ve sahnenin arkasından en önüne gelir. Aniden gerçek boyutta yapılmış olan geri plandaki kapı ( yakın çekim) katlanıp kaldırılır. Bir başka geri plan görünmektedir: daha küçük bir kapı ( uzak çekim). Burada onun daha da uzağa gittiğini anlıyoruz. Yuranasoke yoluna devam eder. Geri plan önüne kahverengi, yeşil ve siyah renkler içeren bir perde çekilir, bunun anlamı kalenin artık Yuranasoke tarafından görülemediğidir. Adım atmaya devam eder. Yuranasoke “ çiçekli yola” geçer. Bu uzaklaşma anı samisen, örn. sesler!!!, kullanılarak daha da vurgulanır.”5)


Bu silsilede Eisenstein sahne tekniği açısından dört adet uzaklaştırma olduğunu keşfeder- aktörün adımlarında uzaysal, değişen geri planda artistik, perdenin çekilmesi ile anlatılan zihinsel bir uzaklaşma ve müzik vasıtasıyla sentetik uzaklaşma.

Kabuki Eisenstein’e üstün bir teatral tecrübe yaşatmıştır. Görünen her unsurdan olabilecek en dramatik etkiyi yaratmak üzere yararlanılmıştır. Görsel ve işitsel imgeler onun duyularına ve algısına cazip gelmektedir. Gerçekten de “ hareketi duymakta ve sesleri görmektedir”6). Dahası , Eisenstein şunları da yazar :

Zaman zaman Japonlar efektleri iki katına çıkarıyorlar ( işte o anda sanki gerilimden sinirleriniz kopacakmış gibi oluyor) . Ellerindeki mükemmel görsel ve işitsel miraçlarla aniden bunları hem “ yerlerine yerleştirip” aynı anda da seyircinin kafasına muhteşem bir şekilde hesaplanmış bilardo topunu çakmaktalar. Itsikawa Ensio’nun hara-kiri yaparken sahne dışından gelen ve grafik olarak bıçağın hareketine uyumlu olan hıçkırma eşliğinde boynunu keserken kullandığı benzersiz el hareketleri kombinasyonunu başka nasıl tarif edebilirdim bilmiyorum.7)

Kabuki sahnesinde her türden efekt serbestçe kullanılır. Ses ve görsel efektler yekparedir ve birbirleriyle birleşiktirler. Bu iki efektin en benzersiz kombinasyonu hyosughi ya da ki denilen tahta tokmaklar kullanılarak yaratılır. Tokmakların yarattığı hızlanan kreşendo perde açılışı ya da kapanışına, stilize edilmiş poz’a ( mie) varıldığı ana ve tempoya göre hızlı ya da yavaş olan perdeye yoğun bir heyecan katar. Kahraman can alıcı mie ‘ye girdiğinde ya da sahneye bir şey fırlatıldığında , ya da gene aynı şekilde doruk noktada bir kavga sırasında tsuke olarak bilinen tokmak sesi hareketin gerilim dinamiğini artırır.

Dram geliştikçe davullar da enfes efektler yaratmada önemli bir rol oynar. Davullar genellikle yağmur, rüzgâr, kar ve hatta dağlar, deniz ya da nehir görüntüsü gibi doğal unsurları ortaya çıkarır. Davulların fevkalade kullanımına bir başka örnek Kişnugasa’nın daha evvelki raporda görüldüğü gibi Eisenstein’e yaptığı göndermede tarif edilmiştir. Kişnugasa ile yan yana oturmakta olan Eisenstein Chushingura’nın ( Kırk yedi Sadık Ronin) bir performansını seyretmiştir. Kişnugasa hatırladıklarını şöyle ifade eder:


Wakasanosuke’nin ( Chojuro Kawarazaki tarafından canlandırıldı) öfkeli ve nefret dolu gözlerle Moronao’ya bakıp, herhangi bir söz söylenilmesini beklemeden uzun hakama’sını ( resmi kıyafet, plieli pantolon) geriye doğru tekmeleyip , davul sesleri arasında saray iç avlusuna yönelmesi- sahnesinden çok etkilenmiş olan Eisenstein şöyle diyordu “ işte telsiz”, sesli filmin ta kendisi budur” ve bu sahnede öfke duygusunun hakama’nın uçları ile aynı anda davulların çalması şeklinde ifade edilmesinden çok mutlu olmuştu.8)

Film açısından bu bir derstir ve yepyeni bir artistik duyguya yol açmaktadır diye beyan ediyor Eisenstein; bu “ görsel ve işitsel imgeleri birleştirme kontrpuan yöntemidir”- ve “bu” diye devam ederek “ Kabuki tarafından kusurusuzlaştırılmıştır”9) diyor. Eisenstein için Kabuki bir tür Wagner’ci sanat sentezi sunmakta olup bu yolla da film ile bağlantılıdır: sesli film kendisi için neyin temel kural olduğunu “ Japonlardan öğrenebilir ve öğrenmelidir” 10).

b. Kabuki Oyunculuğu

“Beyond The Shot” yayınında Eisenstein’in Kabuki üzerine tartışmasının dikkati, Kabukide bulunan tüm teatral unsurların “Monistik topluluğundan” Kabuki oyunculuğunun kendisine kayar. Kabuki oyunculuğunda “kırpılma” “ayrışma” dediği montaj yöntemini ve “ağır çekimi” görür.

“Kırpılma” gerçekçi olmayan bir tür “ geçişsiz oyunculuktur”11). Korkunun umuda dönüşmesi, suratlardan sadece bir tanesinde yarattığı değişime odaklanmak yerine, bir aktörün yüzünden diğerine geçerek ifade edilebilir. Eisenstein bunu bir Kabuki oyunundan verdiği örnekle açıklar :

Narakumi adlı oyun Sadanji’nin sarhoşluktan deliliğe geçişiyle çözümlenir. Bu durum mekanik bir “kırpma-kesme” uygulanarak ve gerilimin aslen ilk makyaj sırasında yansıtılandan daha fazla olduğunu ifade etmek görevini kimin üstleneceğini vurgulayan surattaki renkli şeritlerdeki (arsenal) bir dizi değişimle yansıtılır.

Kabuki oyunculuğunda kullanılan ikinci sinematografik yöntem “ ayrışmadır”. Yashao’da ( The Mask-Maker) bir karakterin ölüm acısı Eisenstein’e bir aktörün vücudunun çeşitli uzuvlarının birbiri ardına nasıl “gerçek dışı” hareket ettirebileceğini ve bir filmi andırabileceğini göstermiştir- bir aktörün vücudunun farklı kısımlarının ayrı ayrı çekimleri alınarak “ dekompozisyon” 13) vasıtasıyla birleştirme. Eisenstein söz konusu ayrışmış oyunculuğun etkisini şöyle ifade eder:

İlkel doğallıktan arınmış olarak, bu yöntemi kullanan aktör “ritmiyle “ seyirciyi tamamen kazanır ki bu da bir sahnedeki, genel kompozisyonu açısından, en ısrarlı ve detaylı doğallığı (kan, vs.) sadece kabul edilebilir değil ama aynı zamanda olağanüstü çekici hale getirir.14)

Chushingura filmlerindeki stilize edilmiş Kabuki intihar oyunculuğu Eisenstein için zaman içerisinde bir tür ayrışma olup- üçüncü sinematografik yöntem, “ yavaş-çekim”- doğal değildir ancak gene de film açısından başarılı olacaktır. Eisenstein şöyle der :

O ünlü Kırk yedi Samuray’daki hara-kiri sahnesine bakın. Yavaşlamanın bu seviyesi bizim sahnelerimizde bilinmeyen bir şeydir. Ancak daha evvelki verilen örnekte hareketler arasındaki bağların dekompozisyonunu görmüş iken, burada hareket sürecinin dekompozisyonunu görmekteyiz, örn. Zeitlupe ( yavaş çekim) .15)

Sharaku’nun baskılarında görülen Kabuki aktörlerini Eisenstein “ parçalar arasında anormal orantısızlık” – ellerin “ yakın plan çekimi”, yüzlerin “ büyük yakın çekimleri . 16)- olarak görmektedir. Sharaku’nun baskıda kullandığı aktörlerin her zaman için küçük, oval ve çekik gözleri vardır. Suratlar ifadelerinin yoğunluğuna göre çarpıtılarak yansıtılmıştır. Pozlar dramatiktir – zaman zaman kafa ileriye doğru çıkıntılı ve eller de aynen suratlardaki duygu yoğunluğunu ifade eder. Bunlardan en belirgin olan poz Kabukide mie olarak bilinir.

Mie bir dizi geleneksel hareketin pitoresk bir poza dönüşüp bir kaç saniye sürdüğü bir model olup Kabuki oyunculuğunun en bilinen örneklerinden birisidir. Karakteristik olarak, bu poz yoğun enerji içeren hareketi gerektirmektedir, bir mie’den hemen önce şiddetli duygulardan oluşan bir kreşendo ortaya çıkacak ve bunun doruk noktasında aktör ya da aktörler hareketsizleşecek, donacaklardır. Burada bu mie pozundan bir başka dikkat çekici sinematografik yöntem de algılanabilir, yani “ donma çekimi” ya da Japonya’da dendiği gibi “ durma hareketi”. Hareketin tek bir karesi tekrar tekrar basıldığında resim ekranda sanki tamamen hareketsizmiş gibi görünür. “donma çekimi “ denilen bu çarpıcı yöntem çok aşırı duyguların izleyicilere aktarılmasında çok etkili olmaktadır. Film bu yöntemin nasıl mükemmel olarak kullanıldığını Kabuki oyunculuğundan öğrenebilir.

c. Aktörün Rolü

Kabuki Eisenstein’e birçok montaj yöntemi öğretmekte ya da montaj yöntemleri için bir teatral alt yapı sağlamaktadır. Kabukinin teatral unsurlarında Eisenstein tekleşmiş bir Monistik teatral provokasyon duygusu bulmuştur. Ve “ kırpılma-kesilme,” , “ ayrışma” ve “ yavaş çekim” kavramlarını Kabuki oyunculuğundan alıntılamıştır. Bu durumda, Kabukinin tüm unsurlarının Eisenstein montaj teorisine derinlemesine nüfuz ettiği söylenebilir.

Ancak, Kabuki ile Eisenstein montaj teorisi arsında çok önemli bir fark olup, o da aktörün rolüdür. Kabukinin ana vurgusu aktörün kendisidir. Kabukinin muhteşemliğinin ana nedeni aktördür. Ve Kabukinin aktörden talep ettikleri emek ve sabır isteyen şeylerdir. Kabuki teatral sanatının özel temsil formülüne bağlı olmasından dolayıdır ki her Kabuki aktörünün çok önemli bir hazırlık eğitimi alması gerekmektedir. Kısacası, Kabuki oyuncusu gerçek bir profesyoneldir. Diğer taraftan, Eisenstein montaj teorisi aktörün önemini azaltmaktadır. Eisenstein profesyonel aktörün performansını hiç dikkate almaz. Şimdi de gelin Eisenstein’in aktörlere yönelik davranışını irdeleyelim.

Montaj teorisinin ortaya çıkışı aktörün statüsünde radikal bir etki yapmıştır. İlk üç filminde ( Strike, Potempkin ve Ekim) Eisenstein kitleleri kahraman haline getirmiş ve kendilerine verilmiş kişisel olmayan temaları yorumlayacak profesyonel olmayan aktörler kullanmıştır. Eisenstein bu konuda şunları yazar :

Aktörlerimi meslek içinden seçmem. Onların oynayacak rolü yoktur. Tamamen kendi doğal hallerindedirler. Kamera önünde gerçekte ne yapıyorlarsa aynen onu tekrar etmelerini isterim. Herhangi bir yapaylık ya da inandırıcılıktan haberdar değillerdir... ve filmlerimdeki kitle hareketlerinde, bireyler birbirlerinden farklı oldukları için, ayrı ayrı insan organizmaları olarak değil, insan vücudundaki hücreler örneğinde olduğu gibi, sosyal bir organizmada birlikte çalışan parçalardır.17)

Amatör aktörlerin kullanımı filmin gerçekliğine büyük katkıda bulunurken, yeterli performans elde edilmesi yükünü tamamen direktöre yıkar. “Eisenstein ve Ben” adlı makalede Shiro Kido problemin ne olduğunu söyler ve Eisenstein de çözümü önerir:

Eisenstein ve montaj teorisini tartıştık.. Eisenstein tarafından savunulan ve tartışma konusu olan şey sahneleri çeşitli açılardan yakalayan ve bunları birbirine üzerine koymakla bir efekt elde edilen montaj işlemiydi. Böyle olunca, profesyonel aktörlere ihtiyaç yoktu ve film redakte edildiğinde ( edit) tam efektler görülebilecekti.

Ben de ona, örneğin bir sahnede bir hırsız cepçi olması halinde, profesyonel aktöre gerek olup olmadığını sordum ; bu sahnede profesyonel bir cepçi hırsız kullanılsaydı sahne daha gerçekçi olmaz mıydı ? Ama gerçek bir cepçi kamera önüne çıksaydı , gizli kamera ile çekilmiş olması durumu hariç- ki bu da bir dramda zor yapılırdı- , artık o bir hırsız cepçi değildir.

Buna cevap olarak Eisenstein benim kelime oyunu yaptığımı ve kendisinin montaj teorisi olarak adlandırdığı şeyin bu türden önemsiz noktalarla ilgilenmediğini söyledi.18)


Burada Kido’nun Esitenstein’e sorduğu ne kelime oyunudur nede önemsiz bir noktadır ve fakat filmin artistleri için bitmeyen bir tartışma konusudur: Sinemada gerçeklik nedir? Film gerçekliği nasıl elde edilebilir? Ama o günlerde Eisenstein için montaj her şey demektir. Gerçeklik ve yeterli performansın montaj vasıtasıyla tamamen direktör tarafından yaratıldığına ve böyle olunca da profesyonel aktörlere gerek olmadığına katı bir inanç beslemekteydi.

Eisenstein ilk kez The General Line adlı filmde filmin konusunun odak noktası olarak (Marisa Lapkina) kadın kahramanını kullandı. Ancak bu kadın kahraman profesyonel bir aktris değildi; gerçek bir sütçü kızdı ve kadın kahraman ile onun performans gösterdiği set arasındaki farklılık montajda yok edilmişti. Eisenstein şunu beyan etmiştir: “ Yıldızlar sistemine inanmıyorum. The General Line adlı filmde benim ana karakterlerim bir sütçü kız, bir boğa ve bir süt separatörüdür.19) Ve aslen de aktörlerinin birer “ artiste” dönüşmesinden endişelidir:

Oyuncularımın yüksek maaş alıp yeni mesleklerinde “Bohemleşeceğinden” hep korkmuşumdur. Bu nedenle onların yıldızlar gibi yaşamasına ve yaşam biçimlerini değiştirmelerine izin vermem. Onlar her zaman için yan iş olarak filmlerde çalışan köylülerdir. Ben gerçek yaşamlarında ne işle meşgulseler ona uygun roller verir ve bu tiplemeleri bozacakları korkusuyla birer artist olduklarını hiç hissettirmem.20)

Burada Eisenstein’in çok imrendiği Kabukinin “ yıldızlar” ve “ yıldız” sistemleri olduğu için başarılı olduğuna dikkatinizi çekmek isteriz. Kabuki performansında sergilenen dramatik tekniğin çoğunluğu çağımız aktörlerinin kendi kendilerine elde ettikleri bir şey olmayıp, ataları tarafından birikimine katkı konulan ve onlara birer aile yadigârı olarak bırakılmış olan etkilerin meyvesidir. Yoğun eğitim ve tecrübe gerektiren Kabuki sanatının doğası bu tür bir aile sistemini ideal ve uygun hale getirmiştir. Ve işte Kabuki sanatının büyük oranda korunmasına olanak sağlayan şey büyük oranda söz konusu bu aile sistemidir.

Profesyonel olmayan aktörlerin kullanımındaki sınırlamalar sesli sinemanın gelişiyle aynı zamana denk gelmiştir. Ernest Lindgren bu konuda şunları yazar “ Filme ses eklemeleri yapmak sanki kişiliklerin bir başka boyutta sergilenmesine olanak vermiştir”21) ve devamla:

Karakterizasyonun daha derinlemesine ve bireysellikle çizilmesini sağlamıştır. Sesiz film döneminde ana vurgu duyguların ifadesi üzerindeydi: anlam ve duyguların tüm renklerini ifade edebilen konuşma, temelde entelektüel olan yeni bir unsur getirdi. O ana kadar film bunu kapsayamıyordu. 22)

Derinlemesine karakterizasyon yapılabildiği bu yeni dünyaya girmekte profesyonel olmayan aktör zorlandı, konuştuğu anda sınırlamalarını da ifşa etti; beceriksizleşip alınganlaştı. Profesyonel olmayan aktör kullanımına dünyanın bir çok yerinde çalışan direktörlerin çoğu tarafından son verildi. Eisenstein da bundan nasibini alanlardandır. Başarısız olan Que Viva Mexica filminden sonraki tüm sesli filmlerinde bilinen ve tanınmış profesyonel aktörler kullandı (Meyerhold tarafından eğitilmiş olup Vakhantagov Tiyatrosu Direktörü olan aktör Boris Zakhava ile Bezhin Meadow’da Moskova Sanat Tiyatrosu Stanislavsky okulundan aktris Elena Telecheva, Alexander Nevsky ve Korkunç İvan ( Ivan the Terrible) filmlerinde Supreme Sovyet üyesi Nikolai Cherkasov.23)

Profesyonel aktörler Kabuki sanatını devam ettirmektedirler. Kabuki Esitenstein’e sesli filmde organik olan bir çok yöntem sunmuştur. Sesli film onu da profesyonel aktör kullanmaya zorlamıştır. Böylece Kabuki dolaylı olarak ona sesli filmlerde profesyonel aktör kullanmayı öğretmiştir. Einstein’ın sanatına Kabukinin son katkısı olmuştur.

2. Film Pratiğinde Kabuki Etkisi

( Ivan the Terrible) Korkunç Ivan’ın ilk bölümü gösterime girdiğinde, filme olan reaksiyonlar garip bir şekilde karışıktı. Eisenstein’in eski bir arkadaşı olan Maxim Shtraukh daha sonraları Mary Seton’a çok şakın olduğunu söylemiştir “ nasıl olur da Eisenstein her karakteri sanki bir kuklaymış gibi şekillendiriyor? Böylesine stilize bir hareketin ve biçimsel makyajın amacı nedir? 24). Seton’a göre “ O (Eisenstein) bir Kabuki Tiyatrosunda görebileceğimiz mimikler gibi her detayın büyütüldüğü bir film yaratmıştır”25)

Biçimselleştirmenin güzelliği bir bütün olarak Kabuki sanatının dayandığı estetik prensiplerden bir tanesidir. Bu ise en bariz şekilde oyunculukta ifade edilir. Klasik bir oyundaki rolüne hazırlanan Kabuki oyuncusunun kendinden evvelkiler tarafından mükemmelleştirilmiş olan model tarzını çalışarak işe başlaması uzun dönemdir süregelen bir gelenektir. Söz konusu böyle bir model büyük oranda biçimselleşmiş olup Kabukinin gelişim sürecinde sembolik bir hal almıştır. Korkunç Ivan ( Ivan the Terrible) filminde ve özellikle de ikinci bölümde oyunculuk kalitesi yüksek seviyeye erişmiştir. Her bir aktörün bireyselliği yepyeni bir şekilde ortaya konulmuş ve olağanüstü bir ifade gücü gösterilmiştir. Oyunculuk stili biraz daha yükseğe çıkmış, empati kurulabilir ve zaman zaman ise dışa doğru geleneksel bir tarz yakalanmıştır. Ancak aktörlerden Kabuki tiyatrosunun gerektirdiğine benzer bir hazırlık eğitimi istenmemiştir. Bunun yerine Eisenstein’in görsel kompozisyon ve tasarımlarının istediği stil ve şekillere girmeye zorlanmışlardır.

( Ivan the Terrible) Korkunç Ivan’daki biçimsel ve stilize edilmiş oyunculuk sanki büyük oranda Kabuki Oyunculuğunun bir modelidir. Ancak, Korkunç Ivan filminde biçimselleştirmenin güzelliği aktörler tarafından değil Eisenstein tarafından yaratılmıştır. Aktörler sadece Eisenstein tarafından oynatılan kuklalardır. Bu gerçek Eisenstein tarafından Korkunç Ivan’ı oynamak üzere seçilen Nikolai Cherkassov tarafından verilen aşağıdaki beyanatla da pekişmektedir.

Eisenstein sahnelerini bir heykelmişçesine biçimlendirirdi. Ancak bazen vermek istediği biçime içerik oturtmakta zorlanırdı. Tasarım ve kompozisyonları olabildiğince açık olan bazı sahnelerde aktörün kas gerilimi her zaman için duygusal ve zihinsel durumuna uymayabiliyordu. Bu durumda aktör büyük bir çaba içerisine girerdi: Direktörün verdiği dış tasarımı güçlendirmek durumunda kalırdı. Eisenstein aktörlerin verilen görevi hemen yerine getirmesini talep ederdi. İkna gücü gerçekten güçlüydü ve ona inanmamızı sağlardı ve bizler de çoğu zaman onun bu heyecanının peşinden sürüklenirdik.26)

Korkunç İvan üzerindeki Kabuki etkisi özellikle de oyunculuk ve müziğin birleşiminde kendisini gösterir. Kabuki tiyatrosunda hemen her jeste müzik eşlik eder. Diyaloglar ve monologlar da keza müzik eşliğinde yapılırdı. Bu şekilde sahnede o anda yapılan hareket daha ritmik hale gelmekte olup, daha çok modifiye edilmiş bir tür dans şeklinde görünür. Müzik Kabuki oyunculuk sanatının ayrılmaz bir parçasıdır. Aynen Kabukide olduğu gibi, Korkunç Ivan’daki müzik ve oyunculuk da ayrılmaz bir bütün olup, birbirini bütünleyicidir. Eisenstein aktörlerini çoğu zaman müzik eşliğinde nutuk atar gibi konuşturmuştur. Eisenstein ve kompozer Prokofievin eşsiz işbirliği Prokofievin notayı imgelere uyarlamakta kullandığı benzer kontra punto tekniğini kullanmasıyla beraber en üst seviyesine çıktı.

Sonuç- Bir Hazine Sandığı Kabuki : Eisenstein tarafından gösterildiği üzere Japon filmleri nasıl beyaz perdeye aktarılır


“Beyond the Shot” adlı yayında ( N. Kaufman’ın Japanese Cinema adlı broşürüne son söz) Eisenstein Japonya’nın “ sinematik karakteristikler açısından sonsuz bir çeşitliliğe sahip olduğunu ancak, bunların sinema hariç .....her tarafa dağılmış olduklarını” 27) söyler. Aynı zamanda Japon sinemasının “ en ticari ve bayağı Amerikan ve Avrupa ticari pisliğinin en iğrenç örneklerini taklit etmeye “ çabaladığını da eklemektedir”28) . Ve uyarır: “ özgün kültürel kalitesini anlayıp bunu sinemasına uyarlamalı ... yani bunu Japonlar yapacak! Japon yoldaşlar, bunu yapmayı gerçekten de bize mi bırakacaksınız? 29)

İlk başlangıcında Japon filmleri çoğunlukla ucuz Kabuki taklitleriydi. Ancak, yakın çağ aşamasında Japon filmleri üzerindeki Kabuki etkisi hemen hemen yok gibidir. Bir kere, Kabuki tamamen aktörün performansına bağımlı olup Kabuki tarzı oyunculuk en basit deyimiyle bir film için bir gömlek büyüktür. Kabuki aktörünün abartılı ve mübalağalı oyunu bir filmde gereksiz hale gelmektedir. Kabuki sahnesinde gerekli ve etkili olan şeyler , jestlerin abartılı olması, makyaj, modüle edilmiş repliklerin tarzı, beyaz perdede sahteleşmekte ve komikleşmektedir çünkü en basit deyimiyle ortama uymamaktadır. Bir başka nokta ise, Kabuki büyük oranda dans ve müziği birleştirir ve buna dayanır iken bunların ikisi de Japon filmlerinin realizmine uygun değildir. Kabuki unsurlarının kullanımı gerçekten nadir rastlanan şeylerdir.

Bu yüzyılın ortalarından beri Japon Sinemasında gerçekçilik ve doğacılığa doğru bir eğilim gözlenmektedir. Japon tiyatrosunda var olan büyük biçimsellik ve sembolizm geleneği artık Japon sinemasında görülmemektedir. Ve Japon film artistleri oyunculuk prensip ve tekniklerini Kabuki tiyatrosundan almak gibi bir girişimde görülmemiştir. Eisenstein hala Japon teatral geleneğinden dramatik kriterler çıkaran tek kişidir.

Ancak, zengin Kabuki kaynaklarının Japonların kendileri tarafından kullanılması olanağı henüz vardır. Kankuroa Yakamura, Takao Kataoka, Kichiemon Nakasmura ya da Tamasoburo Bando gibi genç aktörlerin çekimi ile bir kısım genç nesil’in yeniden Kabuki tiyatrosunu a ilgi göstermeye başlamasıyla genel seyirci açısından ilginin arttığı görülmekte. Örneğin, Tamasoburo ve Ennosuke Ichikawa Kabuki tarzı sahneler ve performansları üzerine deneyler yaparak “değiştirmektedirler”. Aktörlerin bu tip çabalarının Japon filmleri geleceğini etkilemesi muhtemeledir. Eisenstein’in çalışmalarında yapmaya çalıştığı şeyler “ yeni bir gelenek” haline gelebilir- Japonya’nın uluslar arasılaşmasından öğrenilen bir ders. Görünen o ki gençler biçimsellik ve sembolizm geleneğini kendi yöntemlerine göre öğrenmektedirler. Hazine sandığı henüz kullanılamıyor ama gelecek parlak görünüyor.


Tercume Dogan sahin (Mart2011)