Total Pageviews

Friday 30 September 2011


Emanet düşmanlar!

I. Cihan Harbi’nin, bilhassa da Çanakkale Muharebeleri’nin pek bilinmeyen yüzü “Üsera Kampları”. Anadolu’nun 80 noktasına dağılan, yüzlerce İtilaf askerine “esaret”ten ziyade “misafir” hissi veren dikensiz, telsiz mekânlar...
Kimi yaralı, kimi sağlam… Korku muhakkak… Çünkü akıbetleri meçhul. “Vahşi (!)” Türklerin eline esir düşmüşler. Başlarına daha kötü ne gelebilir ki? Muhataplarından birkaçı hırslı gözlerle bakıyor. Kardeşi, arkadaşı, ağabeyi hâsılı bir yakınını kaybetmenin getirdiği acıyla karışık kinle… Endişelerini artıran belki de bu nazarlar… İhtimal diyor çoğu, evvela ağır işkence sonra da tek tek öldürme… Fakat askeri dizginleyen, öfkeyi zapt eden kumandanlar var Osmanlı’da. İzin verilmiyor, müttefik esirlerine dönük taşkınlığa. Avustralyalı, Yeni Zelandalı ve daha nice memleketli İngiliz sömürge askeri, Anadolu’daki “Üsera Kampları”na, “emanet!” diye dağıtılıyor çünkü…

Savaş kötüdür! Şerhe ihtiyaç duymayan gerçek. Ya esaret? Aynı teklik ve netlikte cevabı yok. Ateş hattında her gün öldürülme veya öldürme seçeneklerine sıkışanların bir kısmı için kurtuluş. Hayata tutunma yolu. Lakin muhariplikten kopartılmayı ar sayanlara göre ölümden beter. Birinci Cihan Harbi’ndeki çoğu cephe gibi Çanakkale siperlerinin iki tarafına da zikredilen halet-i ruhiye siner. Gerçi bugüne değin Osmanlı veya İtilaf Devleti askerlerinin hissettikleri, yaşadıkları yeterli düzeyde gün yüzüne çıkmasa da satır aralarında çok hikâye mevcut. Mesela Anadolu’da ikamete tabi tutulan Rus, İngiliz, Hintli, Gurka (Nepalli), Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Senegalli, Fransız, Zuhaf (Cezayirli, Faslı) ve başka ırktan askerlerinki…

Araştırmacı Doğan Şahin yaklaşık 7 yıldır Birinci Dünya Savaşı döneminde Osmanlı kuvvetlerince esir edilen İtilaf subay ve erlerinin izini sürüyor. Anadolu’da nerelerde barındırıldıklarını, esaretlerinin nasıl geçtiğini, tespitlerini araştırıyor. Osmanlı elinde esirliğin anlamını bulmak, Şahin’i bu yola sürükleyen ana saik. Bir de yayılmacı İngiliz idaresinin binlerce insanı nasıl ölüme getirdiğini ve motive ettiğini merak ediyor. Başvurduğu ana kaynaklar genelde hatıralar, kitaplar, notlar ve resmî raporlar. Ancak süreç hesapladığından zor ilerlemiş. Çünkü herhangi bir askerin gerçekten esir mi düştüğünü yoksa savaş meydanında mı öldüğünü tespitte bile güçlük var. Tarafların esir almak için özel çabaya girmemesi bunun sebeplerinden biri. Saldıranların subayları, “Türklere teslim olmamaları, ölene kadar mücadele etmeleri”, müdafiilerinkiler de “Gâvurdan esir almamaları”nı telkin eder. Oysa esir sadece muharibi pasifleştirmenin değil, aynı zamanda düşmana dair istihbarat toplamanın da sağlam bir yoludur. Öyle ki yer yer esir kaçırma rotaları oluşturulur. Durumun farkındaki subaylar ön almaya çalışıyordu ki 19’uncu Tümen Kumandanı Yarbay Mustafa Kemal yazılı emirle, “esir getirecek efrada ödül verileceği”ni ilan eder.
Bazı İngiliz kaynaklarının İkinci Dünya Savaşı’nda büyük oranda yok edilmesi de Şahin’in araştırmalarını sekteye uğratır. Osmanlı kayıtlarından da istediği ölçüde yararlanamayınca yalnız internette yayımlanan hatıralara sıkışır. Bir de gittiği ülkelerde ulaşabildiği arşiv kayıtlarına… 2009’da Genelkurmay Başkanlığı “Çanakkale Muharebeleri’nin Esirleri İfadeleri ve Mektupları” başlıklı iki ciltlik eseri yayımlayınca çalışmaları küçük de olsa merhale kateder. Tabii aklındaki savaşın esas unsuru erlerdir fakat Batılı belgelerde istediği bilgilere ulaşamaz. Subaylara ilişkin malumata erişmek ise daha kolaydır.
Aslında Osmanlı esaretindeki İtilaf askerlerinin durumuna odaklanmadan önce savaş esirinin hukuki pozisyonuna kısaca bakmakta fayda var. Cenevre Sözleşmesi’nin 4’üncü maddesi, “Silahlı çatışma içerisindeki taraflardan birinin silahlı kuvvetlerine mensup olup, diğer tarafça teslim alınan herhangi bir savaşçı, savaş esiridir.” diyor. Düşman karşısındaki tek sorumluluğu ise adı, sicil numarası ve rütbesini söylemek. Askerin birliği ise “kayıp- savaş esiri olduğu düşünülüyor” ilanı verir. Cenevre Sözleşmesi’nin ve ilgili protokollerin sunduğu haklar, esirin kazanımıdır. Tabii bir de tutsak eden elindekini, ilgili ülkeye bildirmek zorundadır. Osmanlı da esir aldıkları için aynı evreleri uygular.
Gelelim devrin Türkiye’sindeki “Üsera Kampları”na. Sayıları 80 kadardır. İstanbul, Sivas, Ankara, Nusaybin, Çankırı, Kastamonu, Adapazarı, Nevşehir, Ankara, Balıkesir, Niğde, Bor ve İzmit belli başlılarıdır. Ancak en meşhuru 1915 itibarıyla faaliyete giren Afyonkarahisar’dakidir. Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Almanca Öğretim Görevlisi Aydın Ayhan da esir kamplarının sayısını yaptığı araştırma ile teyit ediyor. Tabii başta bu, Anadolu’ya yayılan bütün kamplar, Alman “Stalag”ları veya İngiliz “Maadi Kampı” gibi yerlerle kıyaslanınca daha “insani”dir. Esirler dikenli tellerle veya duvarlarla çevrili sahalarda değil evlerde, kiliselerde veya sair kamu binalarında, kısacası halkın arasında günlerini geçirmektedir. İmaret Camii müştemilatındaki medrese, söz konusu mekânlardan biri. Ekseri Rus birçok milletten subay ve asker uzun süre kalır, hamamı dâhil çoğu imkanından faydalanır. Ruslar haricinde Fransız denizaltısı Safir’in mürettebatı, Çanakkale cephesinde ele geçirilen İngiliz denizaltıları E-15, E-7, yine Avustralya denizaltısı AE2, Fransız denizaltıları Mariotte ve Turquoise personeli de Afyon’a getirilir. Nihayet Avustralyalı, Fransız, İngiliz, Yeni Zelandalılar dışında Kut’ül Amare’de teslim alınan Hint-İngiliz birliklerinden, Mısır, Suriye ve Ürdün’de yakalananlar diğerlerine eklenir.
1916’nın ikinci yarısından sonra Afyonkarahisar’da çoğunlukla subaylar tutulur. Rütbesizlerin büyük kısmı, harp öncesi başlayan ve yokluklara rağmen devam ettirilen Bağdat Demiryolu Hattı inşası için Toros tünelleri kazısında çalışmaya veya başka kamplara gönderilmiştir. Kalanlar ise emir erleri ya da çalışamayacak derece zayıflar ve hastalardır.
Peki, Afyon’da esaret nasıldır? Doğan Şahin yabancı kaynakları yerinde tarayarak buraya dair birçok anıya ulaştığını belirtiyor: “Mesela birinde tutsak asker şunları söylüyordu: ‘1 Ağustos’ta çok sayıda Türk askeri getirildi, Afyonkarahisar’a. Yakınımızdaki caminin önünde kamp yaptılar. Hemen hemen hepsi orta yaşlıydı. Bizi şaşırtan şeyse, ne zaman çalışmaya gitsek, önlerinden geçtiğimiz halk bize hiçbir zaman herhangi bir şekilde nefret duygusu göstermedi.” Silahsızdır, dolayısıyla tehdit değildir çünkü esirler. Şahin, hiçbir harp belgesinde “sivil halkın” esire kötü davrandığına yönelik çıkarıma ulaşmadığına işaretle “tutsağa kötü davranılmayacağına dair” İslami hassasiyetin etkisini nazara veriyor.
“A prisoner in Turkey / Türkiye’de Bir Esir” adlı kitabın sahibi John Still, Afyon’da 120 Rus, 100 İngiliz subay bulunduğunu ve üseranın istasyon ile şehir merkezi arasındaki iki kilometrelik mesafede kaldığını, evlerin güzel havalarda sıkıntı çektirmediğini ancak kışın soğuktan etkilendiğini yazar. Yine konutların aşağı ve yukarı kamp diye adlandırıldığını, zaman zaman ikisi arasında kriket maçları düzenlendiğini belirtir. 938 gün kaldığı şehirde ilk barındığı muhit istasyona 1,5 kilometre uzaklıktadır ve eski bir Ermeni evidir. Still buradan hareketle Ermenilerin burada hiçbir şekilde “öldürülmediğini” ifade eder. Yukarı kampta bir süre kaldıktan sonra aşağıya getirilir ki yeni yerini de şöyle tarif eder: “Üst kat pencerelerinden her iki yönden de geniş bir manzaramız vardı. Hem ovayı hem de dağları görebiliyorduk. Evin cephesi güneydoğuya bakıyordu. 30 kilometre kadar ötedeki Sultandağı’nı tamamen görebiliyorduk. Arka pencerelerden ise Karahisarı ve ovadaki birkaç tepeyi görüyorduk. Bahar aylarında ova deniz lavantası dediğimiz mavi çiçekli vahşi bitkiyle kaplıydı.”
Esaret günlerini resim yaparak, şiir yazarak geçiren Still, Şahin’e göre tutsaklığa dair en ayrıntılı kitabı yazan isim. Öyle ki kaldığı süre zarfında İngiliz, Fransız, Yeni Zelandalı, Avustralyalı, Rus, Polonyalı, Ukraynalı, Karadenizli Rum, Rus Yahudi, İtalyan, Kazak, Gürcü, Hintli, ölüme mahkûm Arap, İrlandalı, Romanyalı ve Sırpların Afyon’da kaldığını aktarır: “Dünyanın her yerinden insanlar olduğu için güzel bir seyahat kitabı bile yazabilirdik.”
4 Ağustos 1916’da Romani Kanal Mevkii’nde esir edilip Afyonkarahisar’a getirilen sinyalci asker Duncan Leslie Richardson da 17 Temmuz 1918 tarihli mektubunda şunları söylüyor: “Sağlığım yerinde, iyiyim. Sağlam bir tane daha paketim geldi. Her şey çok değişti. Şu anda daha evvel bulunduğum kamptan çok daha iyi bir kamptayım. Paramız ve paketlerimiz sağlam ve eksiksiz geliyor. Ancak mektuplar konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sanırım son on iki ay içerisinde sadece üç mektup aldım. Sanırım bizimkiler üç mektuptan daha fazla yazmışlardır.” Aslında şartlardan şikâyetçi tek kişi 21 Kasım 1918’de salıverilen Richardson değildir. Bilhassa kaldıkları mekânların “konfor”undan muzdariptirler! “Olumsuzluktan yola çıkanların beklentileri, dönem itibarıyla, bana gerçekçi gözükmedi. Anadolu’nun ülkeleri kadar zengin ve refah içinde olduğunu düşünüyorlardı belki! Bilmedikleri ise, halkın savaş yıkımından nasibini almakta olduğuydu. Başta yiyecek birçok noktada sıkıntı had safhadaydı. Düşünün, 1916 sonunda 5’inci Ordu günde 50 ila 200 askerini salgın hastalıkta kaybediyordu, topyekûn savaş herkesi etkiliyordu ve bu ortamda tutsaklara da bakmak gerekiyordu.” diyerek durumu özetliyor Doğan Şahin.
Savaş süresince Avusturya- Macaristan İmparatorluğu İstanbul Büyükelçiliği’nde askerî ataşelik unvanıyla bulunan Joseph Pomiankowski de hatıratında belirttiği gibi esirlere verilen kumanya yer yer Türk askerine sunulandan daha iyidir. Hatta subay ve erler arasında ilki lehine pozitif ayrımcılık dahi vardır ki Enver Paşa’nın yaşça kendinden küçük amcası Halil (Kut) Paşa’nın emrindeki kuvvetlerce Kut’ül Amare’de, 17 bine yakın askeriyle esir alınan İngiliz General Townsend’in yaşadıkları bunun en güzel misali. Tutsaklığını İstanbul’da mükemmel denilecek imkânlarla geçiren General şehirde özgürce dolaşır, istediği lokantada yemek tadar. Her ne kadar üsera kamplarını ziyaret eden İsviçre delegasyonu –ki bunu 11 Nisan 1918 tarihli Yeni Zelanda Auckland Weekly News isimli gazeteden öğreniyoruz– Afyon’dakilerin diğer kamplardakilere nazaran daha neşeli olduğunu rapor etse de tutsaklık psikolojisi daim “kaçma” fikrine teşnedir.
Osmanlı kamplarına getirilen herkese askerî tabirle “parol” denilen kaçmayacaklarına ilişkin belge imzalatılsa da firara kalkışanlar ve tekrar derdest edilenler çıkar. Bunların ekserisi subaydır. “Er niye kaçsın, hele bir de şartlar görece iyiyse? Fakat subay öyle değil, o zaten yetişirken böyle bir durumda kaçmaya göre eğitilmiş.” diyor Doğan Şahin.
Yeni Zelandalı esirlerden William Thomas Cheater’ın anlattıkları sürecin nasıl yürütüldüğünü örnekliyor: “Afyon’da, posta görevlerinden biri subaylar için pazara çıkıp yiyecek ve giyecek almaktı. Aylar geçtikçe subaylar tiyatro tertip etmeye, konser vermeye başladı. Postalık yapan asker oyunlar için dekor, kadın ve erkek kıyafetleri, peçe dâhil kostümler alırdı. Anlaşıldı ki Binbaşı Stoker ve ekibi kadın kıyafetleriyle kaçmayı planlamakta. Sonra duyduk ki Stoker, her ikisi de E- 7 denizaltısından tutsak subaylar Üsteğmen Price ve Yüzbaşı Cochrain kaçmış, posta onlara yardımla suçlanmıştı. Türkler kaçışta kullanılan kıyafetlerin pazardan alındığını tespit etmişti.”
Anadolu ve esaret konusu açılınca Toros tünelleri ve Belemedik köyünden muhakkak bahsetmek gerekir. Cihan Harbi öncesi başlayan ve çalışmaları Almanlarca yürütülen Bağdat Demiryolu Hattı inşası Toros tüneli kazılarına daha önce değinmiştik. İşte o devirde projenin en önemli duraklarından biridir bu bölge ve hattın buradan geçişinin uzun süreceği anlaşılınca Belemedik Yaylası’nda bir Alman köyü kurulur. Her şey çalışanların ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde tasarlanır. Bir süre sonra yöre, işçiler, hizmet veren köylüler, Alman yetkililer ve askerler dâhil hayli kalabalıklaşır. Tam teşekküllü hastane, cami, kilise, sinema ve evler inşa edilir. Eşkıyalık civarda yer yer sürdüğünden muhitin muhafazası Alman birliğine teslim edilir. Üsera kamplarından biri de buradadır. Rus, İngiliz, Avustralyalı, Fransız, Yeni Zelandalı, Rum ve Ermeni tutsaklar, yerli işçilerin yanında çalıştırılır. Ama “Türklerin Savaş Esirleri / Yeni Zelandalıların Öyküsü” adlı kitabın yazarı Chris Pugsley’in bahsettiği bir farkla: “En azından Tünel kazma işi için maaş aldılar.” Tıpkı Conkbayırı muharebesinde yakalanan er William Robert Surgenor gibi. Kendisi günlük 10 peny ücretle Alman şirketi adına kazıda yer alır. Tabii harbin getirdiği gıda yetersizliği, salgın hastalık ve iş kazaları gibi problemlerden birçok esir hayatını kaybeder.
Ve son söz yabancı esirlere yönelik daha kapsamlı araştırmaların bir an önce başlatılmasını en azından arşivlerin bu amaçla daha sağlıklı işletilmesini isteyen Doğan Şahin’in: “Çalışma gösterdi ki Osmanlı’daki esirler diğer devletlerdekilere göre, yer yer sıkıntı çekse de rahat. Resim yapıyor, şiir yazıyor, dil öğreniyor ve öğretiyor. Sonra koloni askeriyle anavatan İngiliz’i arasında Osmanlı’ya bakış farkı var. İlki daha yumuşak. Ama Osmanlı ya da Britanya’nın aldığı esirlere dair net ve teyit edilebilir kaynak yok. Spekülasyona açık. Esirlerin yüzde 90’ından fazlası ülkesine dönüyor. Yer yer esir değişimi var. Ölümlerin sebebi ekseri salgın hasatlık ki bu dönemde bütün Anadolu bundan muzdarip. Türklerin esire kötü davrandığı ileri sürülemez. Birkaç ferdî olay olabilir. Ancak bunlar devede kulak misali.”
Esirlerin dövülmesi!
Çanakkale Savaşları üzerine araştırmalarını sürdüren tarihçi / yazar Jennifer Lawless esirler konusuyla ilgilenen isimlerden. Tabii onun da ısrarla üzerinde durduğu husus, konuyla ilgili detaylı çalışmaların bulunmaması ve kaç esir alındığına yönelik net rakamlar verilememesi. Çanakkale’de esir edilen Avustralya askeri sayısını 200 verir ki bir başka kaynakta tüm cephelerdeki sayının 450 civarında olduğu ifade edilir. Lawless, bazı anılardaki, Anadolu’da esirlere kötü davranıldığı iddialarına da karşı çıkıyor: “Türklerin merhameti, beni duygulandırdı. 66 esire ait net bilgiye ulaştım. Bu rakama ulaşmak için de son 5 yılda birçok kaynağı karşılaştırmak zorunda kaldım. Nisan 1915’te yakalanmışlar. 46’sı 8 Ağustos’ta Kocaçimentepe’de esir edilmiş. Yüzde 76’sı yakalanmadan önce yaralı. Bunlardan 10’u sahra hastanelerine getirilir getirilmez ölmüş. Anzak esirleri, Türk yaralıların yanında, Kızılay gemileriyle İstanbul’a gönderilmiş. Bazısı aylarca Çapa, Gümüşsuyu hastanelerinde yatmış. Yaralı olmayanlar da esir kamplarına gönderilmiş. Türklerin esirlere kötü davrandığına dair yayınların gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum. Kaçmayacaklarına söz veren askerler kapalı tutulmamış, Türklerle iç içe yaşamış. Kültürel alışveriş söz konusu. Gediz’deki tutsaklar bin kitaplık kütüphane kurmuş, dil öğrenmiş, dil öğretmiş, yerel yöneticilerin desteğiyle bando kurmuş, halkla ava gitmiş. Türkler savaş ortamında hep doğru şeyi yapmaya çalışmış. Şimdi bile araştırma için gittiğim yerlerde insanların yardım çabası duygulandırıyor. Savaş sonrası yazılanların propaganda amaçlı abartıldığını düşünüyorum. Mesela Afyon’daki Anzak esirlerinin, tren istasyonundan okula 2 saat yürüdüğü söyleniyor. Orta yaşlı bir tarihçiyim ve bu mesafeyi ben 20 dakikada yürüyebildim. Resmî ifadelerde ve esir mektuplarında yazılanları şimdi daha da iyi anladım. Araştırmalarım sadece Gelibolu’da yakalanan savaş esirlerinden ibaret. Afyonkarahisar’da esirlerin dövülerek cezalandırıldığına sadece 2 örnek var. Kampın kumandanı, bu olay sebebiyle görevden alınıyor. Kut’ül Amare’deki esirlerin deneyimini, tüm esirlerin yaşadığı zannedildi. Oradakilerin çoğu zaten uzun süreli kuşatma yüzünden aç ve sağlıksızdı. Kayıtlarda “kayıp” gözükenlerin ekserisi ölmüştü, tutsak edilmemişti.” Lawless’in beyanlarının özellikle tutsaklara kötü davranma kısmı aslında İngiliz kayıtlarınca da doğrulanıyor. Harp sonrası işgal edilen İstanbul’da tüm mekanizmaya el koyan müttefikler, “savaş suçlularının” cezalandırılması için mahkeme kurulmasını istemiş. Birkaç mahkûmiyet kararına güvenmeyen işgalciler Malta’da yeni bir muhakemeye gitmiş. Esirlere kötü muamele mevzuunda adaya 8 kişi sürgün edilir, ancak muhakemede delil yetersizliğinden dava düşer ve yargı sürecinden tutsak değişimine gidilir.
Çarpıcı bir çarpıtma örneği
Bazen savaş eserleri konusunda askerlerin verdiği bilgiler ile resmî bilgilerin çeliştiğini görmek mümkün. Bu konuda ciddi bir abartının yapıldığı da bir gerçek. Bunun en çarpıcı örneği ise Avustralyalı 2421 Sicil Numaralı Çavuş J Halpin’in 18.9.1931 tarihli ve Arşiv dairesine yazdığı mektuptur. Yazılan mektup ve verilen cevap oldukça manidar.
İlgili memura, Ana Arşiv Dairesi, Melbourne
Efendim, ben Türkiye’de bulunmuş eski bir savaş esiriyim. Türkiye’de esir olduğum sürede, diğerleri gibi, kendimiz gibi orada esir olan “rütbesiz askerlerin” sayısını tespit etmek üzere çalışmalar yapmıştık. Kısıtlı çabalarımız sonucunda Mütareke sırasında Avustralyalı esirlerin yüzde 60’ının mahrumiyet vs. içerisinde öldüğünü hesapladık. Türkler tarafından esir edilen ve esaretten geriye dönen asker sayımızın tarafımıza bildirilmesini rica ederim. İngiliz yayınları Türklere esir olan askerlerden yüzde 80’inin öldüğünü beyan ediyor. Bu konuda lütfen bizleri aydınlatır mısınız?”
Ana arşiv kayıtlarının idarecisi memurdan gelen cevap ise şöyledir: “ …Kayıtlarımıza göre Avustralya İmparatorluk Askerlerinden Türklere esir düşenlerin sayısı 70 olup bunlardan 25’inin esaret altında öldüğü bilinmektedir. Geriye kalan 45 kişi ise salıverilmiştir.”
Yetkin İşcen (Çanakkale 1915 Dergisi Yayın Yönetmeni): Osmanlı’nın ne kadar esir verdiğini bile bilmiyoruz
Birinci Cihan Harbi, Avustralyalı ve Yeni Zelandalıların “millileşerek” kendilerini bulmalarına ve o güne kadar “anavatan” telakki ettikleri Britanya İmparatorluğu’na baş kaldırmalarına zemin hazırladı. Yazar ve tarihçi Scott Brown’un dediği gibi, özellikle “Anzaklar, kanıtlayacak bir şeyleri olan genç bir ulusun mensubuydular; savaş boyunca sadece 70 esir verdiler..." Osmanlı Devleti’nin Büyük Savaş’ta kaç bin esir verdiği, bu esirlerin hangi ülkelere dağıldığı, ne kadarının sağ kalmayı başarıp ne kadarının geri dönebildiği gibi hususlar başlı başına bir araştırma konusu. Aradan neredeyse 100 sene geçtiği hâlde hâlâ bu konuda hakkıyla bir çalışma yapılmış değildir… Peki, Osmanlı Devleti’ne esir düşen düşman askerlerine ne oldu? Nerelerde tutuldular, nasıl muamele gördüler, kaçı öldü kaçı kurtuldu gibi sorulara da yanıt veren makam, yine biz değiliz, Kızılhaç… Ya da, esir veren ülkelerin ilgili kurumları… Ne yazık ki, ülkemizde bu konuda yapılan araştırmalar ve çalışmalar da propagandadan öteye geçemiyor; eksik, yanlı, çarpıtılmış hâldeler… Örneğin, esir düştüğünde can korkusuyla Müslüman olduğunu iddia eden bir Afrikalı zencinin Türk yetkileri hakkında söylediği güzel sözler benimsenirken, bir başka tarafta eziyet gördüğünü ve ölesiye çalıştırıldığını ifade eden bir Avustralyalının söyledikleri “düşmanca” olarak nitelenebiliyor. Kendi tarihimizin hemen her kesitinde rastladığımız yanlı bakış açısı, bu konuda da etkisini sürdürüyor. Örneğin, Genelkurmay ATASE Başkanlığı’nın yayımladığı “Çanakkale Muharebesi’nin Esirleri” adını taşıyan iki ciltte tek bir şikâyetçi esir bulmak mümkün değil. Oysa gerek ABD Elçiliği ve gerekse Vatikan gibi tarafsız ülkelerin temsilcileri kanalıyla Kızılhaç’a durumlarından şikâyette bulunan birçok esirin varlığı biliniyor. Üstelik bunların yazışmaları da aynı arşivde saklanıyor. Bu durumda, 100 sene önce yaşananları tüm gerçekliğiyle okuyup yorumlamak isteyenler için fazla alternatif olmadığını kavramak zor değil. Ne yazık ki, kulaktan dolma bilgiler ve hurafeler insanımıza ilginç geliyor.



http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-29020-204-emanet-dusmanlar.html (AKSİYON DERGİSİ- SAYI 851 YAYINLANMIŞTIR)

ALEXANDRIA TROAS - THE DARDANELLES STRAIT


Yeni düşler, yepyeni seyahat rotaları ve dinmeyen keşfetme arzumuz bizi bu kez Çanakkale Gelibolu yarımadasına, oradan da adı pek duyulmamış olan Alexandria Troas antik kentine, Bozcaada’ya ve taa Assos’a kadar sürükledi. Mevsim gezi mevsimi. Bunun için severim serin Eylül günlerini.

Bilindiği gibi, Gelibolu yarımadası daha 97 yıl önce tarihin gördüğü en başarılı savunma savaşının yapıldığı, yüzlerce gemiden oluşan, kara, hava ve denizaltı unsurlarının ilk kez bir arada kullanıldığı ve İngiliz, Fransız ve bunların sömürgeleri Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Senegalli, Cezayirli, Nepallı Gurka, Yahudi Katır Birlikleri, Rum ve Yunanlılar, Ruslar gibi birçok ırktan insandan teşkil edilmiş işgal armadasının getirdiği 250 bin kadar asker ile Osmanlı ordusunu oluşturan gene 250 bin kadar askerin dar bir coğrafyada kıyasıya çarpıştığı ve zayiat verdiği, 70 bin civarında Osmanlı askerinin şehit olup ve 50 bin kadar işgalci ordu askerinin canını kaybettiği, tarihi öneme sahip bir coğrafyadır. Sadece yakın çağ değil antik dönemde de her zaman için paylaşım savaşlarına mekân olmuş. Truva savaşlarına sahne, büyük İskender tarafından geçiş yolu olarak kullanılmış, Pers imparatorluğunun ve daha birçok başka antik halkların egemenliğinde yaşamış, bitki ve hayvan çeşitliliğiyle ve dramatik sahilleriyle insanda hayranlık uyandıran, adeta kutsal bir toprak parçası. Sadece bir toprak parçası denilip geçilemeyecek öneme sahip, Avrupa ve İstanbul ve Anadolu’nun kilididir.

Bir yandan amatör tarihçi kapasitesinde Çanakkale araştırmalarına devam edip, diğer yandan ülkemiz turizminin göz bebeklerinden Mavi Yolculuk organizasyonlarıyla uğraşırken, hobilerimle işimi entegre etme fırsatını sık sık yakalarım. İşte 2015 yılının Çanakkale ANZAC (Çanakkale savaşlarında çarpışan Avustralya ve Yeni Zelanda birliklerinin ortak adı) anma törenlerinin 100. yılı olması hasebiyle, Mavi Yolculuk konseptini Çanakkale’ye uyarlamak istedik ben ve arkadaşım Erhan Arican. Öyle ya, işgal orduları denizden gelmişti ama anmalar genel anlamda hep kara faaliyetlerine yönelik idi. Neden yeni bir yolculuk türü yapamayız ki? Diye sorular sorarak Egenin ve Akdeniz’in şirin deniz araçları guletlerle savaş bölgelerine tur düzenleyebilirdik. Konuyu açtığımız belirli tarih sitelerinde ilgi ile karşılandık ve çok geçmeden 30 kişilik bir grup için 2015 yılı 100. yıl anma törenlerinde gulet yolculuğu talebi aldık.

Seyahat denince hemen çantalarını hazırlayan ben ve arkadaşım Rota tespiti hedefiyle, önce Gelibolu yarımadasında, bir keçi kadar güçlü hareket eden kartal marka arabamla, karadan, kimi zaman asfalt, çoğu zaman dağ yolarından sahili boydan boya kat edip uygun koylar arayışına girdik. Daha sonra geleneksel Mavi Yolculuk rotasının dışında olan bölgede sahil boyunca onlarca antik yerleşim bulunduğu ve İmroz, Gökçeada ve Bozca ada ile Midilli adalarının da savaş sırasında kullanıldığını göz önüne alarak, daha evvel keşfetmediğimiz Bozcaada’ya gitmeye karar verdik. Bozcaada’ya geldiğimizde, bir sahil kahvesinde sohbet ettiğimiz Geyikli halkı tarafından, varlığını daha evvel duyduğumuz ama tam olarak yerini bilmediğimiz Alexandria Troas antik kent kalıntılarının yeri hatırlatıldı. Onlara göre, Döğer köyünün hemen üst yanında kalan bu henüz pek bilinmeyen kalıntılar gezilmeye değerdi. Kasabaya çok uzak olmayan bu kalıntılara doğru dar, stabilize yoldan, kıyı boyunca ilerledik ve bir tepenin tırmanışı bittiğinde karşımızda yıkıntılar halinde, bir kısmı kazılmış ve tel örgülerle çevrilmiş yerleşimi ve o tanıdık kahverengi tabelayı gördük.

İçeride bir taşa oturmuş, gazete okuyan şahıs önce gelişimiz pek umursamaz gibi davrandı. Ben doğrudan kazılmış alanlara bakmak için seğirtirken, arkadaşım Erhan alanın koruma ve kılavuzluk görevini yapan şahsa yöneldi, bir yandan da fotoğraf makinesini hazırlıyordu.

Bulunduğumuz yer denize hakim bir tapınak alanıydı. Efes ve Izmir kadar ünlü olmasa da, şehir Truva bölgesinin üç önemli şehrinden biri ve hem ticaret hem dinler anlamında, Çanakkale boğazının girişine hâkim bir noktada kurulmuş. Şehir erken dönem Hıristiyan misyoner ve temsilcilerinin önemli bir uğrak merkezi imiş. Truva bölgesinin hem Yunan-Roma ticareti hem de erken dönem Hıristiyan misyonerliği açısından önemi tarihçiler tarafından uzun zamandır kabul edilmekte. Şehir Anadolu ile batı arasında bir posta rotası aynı zamanda ve Truva antik şehrine yaklaşık 15, Assos'a ise 60 km mesafede. Hıristiyan İncil’i batıya ilk yolculuğuna Troas’da başlamış. Daha sonra Aziz St. Paul’ün Kudüs’te cezalandırılıp öldürülmesiyle noktalanan yolculuk da buradan başlamış. Galata'dan Truva’ya İkinci Misyonerlik Gezisinde Tarsuslu St. Paul (Book of Acts- Havarilerin faaliyetlerini anlatan kitap) ) ve Antakyalı İgnatius gibi diğer önemli Hıristiyan liderlerin Alexandria Troas’a ziyaretleri ayrıca bir araştırma konusu.

Bizans döneminde ise 325 yılında Marinus, 344 yılında Niconius, 5. yy başında Sylvanus, 451 yılında Pionius, 787 yılında Leo, 9. yüzyılda Patrik Ignatiusun arkadaşı Peter gibi piskoposlar tarafından idare edilmiş. Şehrin ne zaman yıkıldığı ve piskoposluk bölgesinin ne zaman ortadan kalktığı bilinmiyor. Şehir hâlihazırda Roma Katolik Kilisesinin sadece unvan olarak bir parçasıdır ve piskoposluk 1971 yılında piskoposun istifası ile boştur. Alexandria Troas onlarca dönüm araziye kurulmuş ve kuruluşundan bu yana yoğun bir şekilde yağmalanmış, öyle ki günümüzde toprak üstünde bir kısım hamam, stadyum tapınak kalıntıları hariç gerisi toprak altında. Şehir hakkında 1760'lardan itibaren yazılar yazılmaya başlamış ve şehrin taşlarının İstanbul’u inşa edilmek için taşındığı zamanın hemen öncesinde var olan şehir duvarları ve binalardan bahsediliyor. Modern arkeolojik araştırmalar şehrin 8 km. uzunluğunda bir surla çevrili olduğunu, surlar üzerinde 44 adet kule bulunduğunu, 400 hektar alanı kapladığı ve yaklaşık 100 bin nüfusu bulunduğunu teyit ediyor. Şehre üç ana kapıdan giriş yapılmaktaymış. Şehir hakkında ilk tarih tezleri Alman arkeolog Elmar Schwerteim tarafından geliştirilmiş. Prof. Dr. Elmar Schwertheim 1997 yılında bölgede ilk kazıları başlatmıştır. Ona göre şehir 44–41 yıllarında bir Roma kolonisi olarak Antigonus tarafından Antonia Troas adıyla kurulmuş. Daha sonra Büyük İskenderin generallerinden Lysimachus tarafından ele geçirilince adı Alexandria Troas olarak değişmiş ve İ.Ö 12 yılında imparator Augustos tarafından yeniden yapılandırılmış. Liman Hellen Neandria şehri tarafından kurulup, idare ediliyor iken Alexandria Troas kentinin idaresine geçiyor ve Milattan önce 301 de Lysimachus tarafından şehir halkı Alexandria Troas’a taşınıyor. Yapay liman günümüzde hemen hemen kille dolmuş iki sığınak göletten oluşuyor. Tarihçi Strabona göre şehrin ilk adı Sigeia idi. Buluntular ve yazıtlarda Romalı emekli askerler ve Latince konuşan görevlilerden bahsediliyor ki bu da şehrin önemli bir Roma idare merkezi olduğunun kanıtı. Yani Troas bölgedeki en büyük şehir imiş. Dolayısıyla önemli bir menzil noktası olması hasebiyle, diğer şehirlere yol bağlantıları olduğu ve hatta taa Assos’a kadar bağlandığı muhakkak. Tarihçi Suetonius, Jul Sezarın burayı kendine imparatorluk için yönetim merkezi olarak planladığını yazar. Ondan sonra gelen Augustos ve Constantine de aynı fikirdedirler. Bizans İmparator'u Konstantinin ise Alexandria Troas'ı Doğu Roma İmparatorluğu'nun başşehri yapmak istediği ise söylenmiştir.
Troas'ın çevresi volkanik alan olduğu için granit blok boldur. Kalıntılardan anlaşılacağı üzere Roma İmparatorluğu döneminde birçok taş ocağının burada işletildiği biliniyor. MÖ 300 ve MS 400 arasında bu ocaklardan tonlarca ağırlıktaki granit sütunlar işlenerek Alexandria Troas limanından İmparatorluğun başkenti Roma’ya ve diğer şehirlere taşınmış ve Roma, Ostia, Ravenna, Aquileia gibi İmparatorluğun en önemli şehirlerinde kullanılmıştır. Rönesans’ın ortalarında bu sütunlar antik yapılardan sökülerek Roma'daki St Clemente , St Vitale, St Prassede ve Venedik'teki St Marco gibi bazı kilise ve bazilikalarda tekrar kullanılmıştır.

Şehir 14. Yüzyılda Türkmen Karasi beyliği tarafından ele geçirilmiş ve 1336 yılında beyliğin Osmanlıya bağlanmasıyla, bir Osmanlı şehri olmuş. Bazı sütunlar da Osmanlı İmparatorluğu zamanında İstanbul'a götürülüp örneğin, Yeni Valide Camii gibi yapılarda kullanılmış.

Günümüzde Alman arkeolog gruplarının kazı alanıdır. Kazılar tamamlanıp şehir tamamen ortaya çıkmadığı için, hayal gücü ve çokça okumak gerekiyor. Şehre bir kaç kilometre uzakta bulunan antik Kestanbol kaplıcalarından sıcak sular taşınmış ve hamamlarda kullanılmış. Yapıların sadece kanalizasyon değil, yağmur suları için oluk sistemi bile var! Bunu da ilk kez gördüm.

Gezintimi bitirip, tarihi derinlemesine soluduktan sonra, alanın koruyucusu ve bir arkeolog kadar birikimli, hevesli İsmail Tuncer'in yanına gitme sırası bendeydi. Neredeyse nefes almadan, heyecanla şehri anlattı İsmail bey ve o şehir efsanesi haline gelen “ halkımız tarihi kentin taşlarını yağmalamış” yorumunu yaptıktan sonra sormadan edemedim. Benim gördüğüm kadarıyla ve ortaya çıkan yapı katmanlarından da anlaşılacağı üzere, şehir son dönemde tahribat görene kadar, çok öncesinden, yüzyıllar öncesinden zaten talan edilmiş. Bunun en bariz göstergesi ise kalıntılarda kullanılan taşların çeşitli dönemlere ait olması. Peki, bunlara ne diyeceksiniz? Diye sorduğumda ise aldığım kaçamak yanıt “ Evet onlar da talan etmişler” oldu. Yeniden keşfettim ki, her yeni gelen medeniyet bir önceki medeniyetin yapı taşlarını kullanmış, kullanmaya devam edecek.

Velhasıl, biraz din, biraz ticaret biraz sosyal yaşam tarihine ilgili iseniz, hayalinizi zorlamaya varsanız, muhteşem bir alan Alexandria Troas... Gidin görün, oradan da hemen vapura binip Bozcaada’nın tipik Ege adası atmosferine dalıp, antik dönemlerden süzülmüş şarapları tadın. Kimbilir? Bir gün bir Mavi Yolculuk uyarlamasında bu antik ticaret ve misyoner geçiş yollarını keşfetme fırsatı da belki doğacaktır.

www.alaturka.info Alaturka Journal'de yayınlanmıştır.