Total Pageviews

Friday 30 September 2011

ALEXANDRIA TROAS - THE DARDANELLES STRAIT


Yeni düşler, yepyeni seyahat rotaları ve dinmeyen keşfetme arzumuz bizi bu kez Çanakkale Gelibolu yarımadasına, oradan da adı pek duyulmamış olan Alexandria Troas antik kentine, Bozcaada’ya ve taa Assos’a kadar sürükledi. Mevsim gezi mevsimi. Bunun için severim serin Eylül günlerini.

Bilindiği gibi, Gelibolu yarımadası daha 97 yıl önce tarihin gördüğü en başarılı savunma savaşının yapıldığı, yüzlerce gemiden oluşan, kara, hava ve denizaltı unsurlarının ilk kez bir arada kullanıldığı ve İngiliz, Fransız ve bunların sömürgeleri Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Senegalli, Cezayirli, Nepallı Gurka, Yahudi Katır Birlikleri, Rum ve Yunanlılar, Ruslar gibi birçok ırktan insandan teşkil edilmiş işgal armadasının getirdiği 250 bin kadar asker ile Osmanlı ordusunu oluşturan gene 250 bin kadar askerin dar bir coğrafyada kıyasıya çarpıştığı ve zayiat verdiği, 70 bin civarında Osmanlı askerinin şehit olup ve 50 bin kadar işgalci ordu askerinin canını kaybettiği, tarihi öneme sahip bir coğrafyadır. Sadece yakın çağ değil antik dönemde de her zaman için paylaşım savaşlarına mekân olmuş. Truva savaşlarına sahne, büyük İskender tarafından geçiş yolu olarak kullanılmış, Pers imparatorluğunun ve daha birçok başka antik halkların egemenliğinde yaşamış, bitki ve hayvan çeşitliliğiyle ve dramatik sahilleriyle insanda hayranlık uyandıran, adeta kutsal bir toprak parçası. Sadece bir toprak parçası denilip geçilemeyecek öneme sahip, Avrupa ve İstanbul ve Anadolu’nun kilididir.

Bir yandan amatör tarihçi kapasitesinde Çanakkale araştırmalarına devam edip, diğer yandan ülkemiz turizminin göz bebeklerinden Mavi Yolculuk organizasyonlarıyla uğraşırken, hobilerimle işimi entegre etme fırsatını sık sık yakalarım. İşte 2015 yılının Çanakkale ANZAC (Çanakkale savaşlarında çarpışan Avustralya ve Yeni Zelanda birliklerinin ortak adı) anma törenlerinin 100. yılı olması hasebiyle, Mavi Yolculuk konseptini Çanakkale’ye uyarlamak istedik ben ve arkadaşım Erhan Arican. Öyle ya, işgal orduları denizden gelmişti ama anmalar genel anlamda hep kara faaliyetlerine yönelik idi. Neden yeni bir yolculuk türü yapamayız ki? Diye sorular sorarak Egenin ve Akdeniz’in şirin deniz araçları guletlerle savaş bölgelerine tur düzenleyebilirdik. Konuyu açtığımız belirli tarih sitelerinde ilgi ile karşılandık ve çok geçmeden 30 kişilik bir grup için 2015 yılı 100. yıl anma törenlerinde gulet yolculuğu talebi aldık.

Seyahat denince hemen çantalarını hazırlayan ben ve arkadaşım Rota tespiti hedefiyle, önce Gelibolu yarımadasında, bir keçi kadar güçlü hareket eden kartal marka arabamla, karadan, kimi zaman asfalt, çoğu zaman dağ yolarından sahili boydan boya kat edip uygun koylar arayışına girdik. Daha sonra geleneksel Mavi Yolculuk rotasının dışında olan bölgede sahil boyunca onlarca antik yerleşim bulunduğu ve İmroz, Gökçeada ve Bozca ada ile Midilli adalarının da savaş sırasında kullanıldığını göz önüne alarak, daha evvel keşfetmediğimiz Bozcaada’ya gitmeye karar verdik. Bozcaada’ya geldiğimizde, bir sahil kahvesinde sohbet ettiğimiz Geyikli halkı tarafından, varlığını daha evvel duyduğumuz ama tam olarak yerini bilmediğimiz Alexandria Troas antik kent kalıntılarının yeri hatırlatıldı. Onlara göre, Döğer köyünün hemen üst yanında kalan bu henüz pek bilinmeyen kalıntılar gezilmeye değerdi. Kasabaya çok uzak olmayan bu kalıntılara doğru dar, stabilize yoldan, kıyı boyunca ilerledik ve bir tepenin tırmanışı bittiğinde karşımızda yıkıntılar halinde, bir kısmı kazılmış ve tel örgülerle çevrilmiş yerleşimi ve o tanıdık kahverengi tabelayı gördük.

İçeride bir taşa oturmuş, gazete okuyan şahıs önce gelişimiz pek umursamaz gibi davrandı. Ben doğrudan kazılmış alanlara bakmak için seğirtirken, arkadaşım Erhan alanın koruma ve kılavuzluk görevini yapan şahsa yöneldi, bir yandan da fotoğraf makinesini hazırlıyordu.

Bulunduğumuz yer denize hakim bir tapınak alanıydı. Efes ve Izmir kadar ünlü olmasa da, şehir Truva bölgesinin üç önemli şehrinden biri ve hem ticaret hem dinler anlamında, Çanakkale boğazının girişine hâkim bir noktada kurulmuş. Şehir erken dönem Hıristiyan misyoner ve temsilcilerinin önemli bir uğrak merkezi imiş. Truva bölgesinin hem Yunan-Roma ticareti hem de erken dönem Hıristiyan misyonerliği açısından önemi tarihçiler tarafından uzun zamandır kabul edilmekte. Şehir Anadolu ile batı arasında bir posta rotası aynı zamanda ve Truva antik şehrine yaklaşık 15, Assos'a ise 60 km mesafede. Hıristiyan İncil’i batıya ilk yolculuğuna Troas’da başlamış. Daha sonra Aziz St. Paul’ün Kudüs’te cezalandırılıp öldürülmesiyle noktalanan yolculuk da buradan başlamış. Galata'dan Truva’ya İkinci Misyonerlik Gezisinde Tarsuslu St. Paul (Book of Acts- Havarilerin faaliyetlerini anlatan kitap) ) ve Antakyalı İgnatius gibi diğer önemli Hıristiyan liderlerin Alexandria Troas’a ziyaretleri ayrıca bir araştırma konusu.

Bizans döneminde ise 325 yılında Marinus, 344 yılında Niconius, 5. yy başında Sylvanus, 451 yılında Pionius, 787 yılında Leo, 9. yüzyılda Patrik Ignatiusun arkadaşı Peter gibi piskoposlar tarafından idare edilmiş. Şehrin ne zaman yıkıldığı ve piskoposluk bölgesinin ne zaman ortadan kalktığı bilinmiyor. Şehir hâlihazırda Roma Katolik Kilisesinin sadece unvan olarak bir parçasıdır ve piskoposluk 1971 yılında piskoposun istifası ile boştur. Alexandria Troas onlarca dönüm araziye kurulmuş ve kuruluşundan bu yana yoğun bir şekilde yağmalanmış, öyle ki günümüzde toprak üstünde bir kısım hamam, stadyum tapınak kalıntıları hariç gerisi toprak altında. Şehir hakkında 1760'lardan itibaren yazılar yazılmaya başlamış ve şehrin taşlarının İstanbul’u inşa edilmek için taşındığı zamanın hemen öncesinde var olan şehir duvarları ve binalardan bahsediliyor. Modern arkeolojik araştırmalar şehrin 8 km. uzunluğunda bir surla çevrili olduğunu, surlar üzerinde 44 adet kule bulunduğunu, 400 hektar alanı kapladığı ve yaklaşık 100 bin nüfusu bulunduğunu teyit ediyor. Şehre üç ana kapıdan giriş yapılmaktaymış. Şehir hakkında ilk tarih tezleri Alman arkeolog Elmar Schwerteim tarafından geliştirilmiş. Prof. Dr. Elmar Schwertheim 1997 yılında bölgede ilk kazıları başlatmıştır. Ona göre şehir 44–41 yıllarında bir Roma kolonisi olarak Antigonus tarafından Antonia Troas adıyla kurulmuş. Daha sonra Büyük İskenderin generallerinden Lysimachus tarafından ele geçirilince adı Alexandria Troas olarak değişmiş ve İ.Ö 12 yılında imparator Augustos tarafından yeniden yapılandırılmış. Liman Hellen Neandria şehri tarafından kurulup, idare ediliyor iken Alexandria Troas kentinin idaresine geçiyor ve Milattan önce 301 de Lysimachus tarafından şehir halkı Alexandria Troas’a taşınıyor. Yapay liman günümüzde hemen hemen kille dolmuş iki sığınak göletten oluşuyor. Tarihçi Strabona göre şehrin ilk adı Sigeia idi. Buluntular ve yazıtlarda Romalı emekli askerler ve Latince konuşan görevlilerden bahsediliyor ki bu da şehrin önemli bir Roma idare merkezi olduğunun kanıtı. Yani Troas bölgedeki en büyük şehir imiş. Dolayısıyla önemli bir menzil noktası olması hasebiyle, diğer şehirlere yol bağlantıları olduğu ve hatta taa Assos’a kadar bağlandığı muhakkak. Tarihçi Suetonius, Jul Sezarın burayı kendine imparatorluk için yönetim merkezi olarak planladığını yazar. Ondan sonra gelen Augustos ve Constantine de aynı fikirdedirler. Bizans İmparator'u Konstantinin ise Alexandria Troas'ı Doğu Roma İmparatorluğu'nun başşehri yapmak istediği ise söylenmiştir.
Troas'ın çevresi volkanik alan olduğu için granit blok boldur. Kalıntılardan anlaşılacağı üzere Roma İmparatorluğu döneminde birçok taş ocağının burada işletildiği biliniyor. MÖ 300 ve MS 400 arasında bu ocaklardan tonlarca ağırlıktaki granit sütunlar işlenerek Alexandria Troas limanından İmparatorluğun başkenti Roma’ya ve diğer şehirlere taşınmış ve Roma, Ostia, Ravenna, Aquileia gibi İmparatorluğun en önemli şehirlerinde kullanılmıştır. Rönesans’ın ortalarında bu sütunlar antik yapılardan sökülerek Roma'daki St Clemente , St Vitale, St Prassede ve Venedik'teki St Marco gibi bazı kilise ve bazilikalarda tekrar kullanılmıştır.

Şehir 14. Yüzyılda Türkmen Karasi beyliği tarafından ele geçirilmiş ve 1336 yılında beyliğin Osmanlıya bağlanmasıyla, bir Osmanlı şehri olmuş. Bazı sütunlar da Osmanlı İmparatorluğu zamanında İstanbul'a götürülüp örneğin, Yeni Valide Camii gibi yapılarda kullanılmış.

Günümüzde Alman arkeolog gruplarının kazı alanıdır. Kazılar tamamlanıp şehir tamamen ortaya çıkmadığı için, hayal gücü ve çokça okumak gerekiyor. Şehre bir kaç kilometre uzakta bulunan antik Kestanbol kaplıcalarından sıcak sular taşınmış ve hamamlarda kullanılmış. Yapıların sadece kanalizasyon değil, yağmur suları için oluk sistemi bile var! Bunu da ilk kez gördüm.

Gezintimi bitirip, tarihi derinlemesine soluduktan sonra, alanın koruyucusu ve bir arkeolog kadar birikimli, hevesli İsmail Tuncer'in yanına gitme sırası bendeydi. Neredeyse nefes almadan, heyecanla şehri anlattı İsmail bey ve o şehir efsanesi haline gelen “ halkımız tarihi kentin taşlarını yağmalamış” yorumunu yaptıktan sonra sormadan edemedim. Benim gördüğüm kadarıyla ve ortaya çıkan yapı katmanlarından da anlaşılacağı üzere, şehir son dönemde tahribat görene kadar, çok öncesinden, yüzyıllar öncesinden zaten talan edilmiş. Bunun en bariz göstergesi ise kalıntılarda kullanılan taşların çeşitli dönemlere ait olması. Peki, bunlara ne diyeceksiniz? Diye sorduğumda ise aldığım kaçamak yanıt “ Evet onlar da talan etmişler” oldu. Yeniden keşfettim ki, her yeni gelen medeniyet bir önceki medeniyetin yapı taşlarını kullanmış, kullanmaya devam edecek.

Velhasıl, biraz din, biraz ticaret biraz sosyal yaşam tarihine ilgili iseniz, hayalinizi zorlamaya varsanız, muhteşem bir alan Alexandria Troas... Gidin görün, oradan da hemen vapura binip Bozcaada’nın tipik Ege adası atmosferine dalıp, antik dönemlerden süzülmüş şarapları tadın. Kimbilir? Bir gün bir Mavi Yolculuk uyarlamasında bu antik ticaret ve misyoner geçiş yollarını keşfetme fırsatı da belki doğacaktır.

www.alaturka.info Alaturka Journal'de yayınlanmıştır.

No comments:

Post a Comment

Thank You...Teşekkürler