Total Pageviews

Wednesday 10 March 2010

DEPREM VE KAMERALARIN GÖRMEDİĞİ GÖLCÜK

İnsan hayatında zaman zaman akıl ötesi, anlaşılamayan olaylar olur. Yürek acıları dahi bu olaylar karşısında ezilir, un ufak olur.

Sanırım artık yaşamımda hiç bir şey beni 18 Ağustos akşamı üzeri duyduğum eziklik ve çaresizlik kadar yasa boğamaz

Tarih :

17 Ağustos 1999.

Sabaha karsı 3 sıraları olmalı. Son bir kaç gündür kendini, dayanılmaz sıcaklarla boğuştuğunu hissettiren yeryüzü, önce karnından gelen sancılarla çığlık atmaya başlıyor. Yerin karnı çatlıyor, yarılmaya başlıyor.Yukarı doğru yayılıyor yerin merkezinden doğru. Gece serinliğinde, Ortaköy uğultusu içerisinde yıldızlara sarılmış, talvara yayılı deli asmanın kıpkırmızı üzümlerinin kokusunu sindirerek uyumakta iken aniden sallantıyla uyanıyorum.

Deprem oluyor. Bunu bir kaç saniye içerisinde anlıyorum.

Korkunç bir uğultu kulak zarımdan yansıyor, kulaklarımın kepçesi acıyor. Sıcak boğucu, alev alev yalıyor vücudumu.Bir yaz gecesi. Kırılan kayalar, yırtılan toprak, ezilen kökler çığlık çığlığa. Ayağa kalkmaya çalışıyorum, nafile.

Kızım, anası alt aşağıdalar. Kalkmalıyım. Avuç içlerim ve ayak tabanlarım 15 saniyedir betona sıkı sıkıya yapışmış., sallanıyorum, sallanıyoruz. Her seferinde 50 santim sağa 50 santim sola. Erişemeyeceğim aşağıya. Evimiz yıkılacak şimdi.

25. saniye..Karımın adını sesleniyorum uzun uzun, duyması gerek....uğultu artık kulaklarımı tıkamış olmalı, kendi sesimi derinden duyuyorum. Bir yerlerde camlar patlıyor gündüzden ısınmış asfalta çarpınca. Camlar minicik kristal parçaları olup dağılıyor. Kızıma çığırıyorum sanki cevap verebilirmiş gibi..

30. saniye: Merdivenlere açılan kapıya atılıyorum. Tek bir adımda kat etmeliyim, yoksa düşerim. Biri beni çığırıyor.. Deprem oluyor. Aylin bu, yaşasın, yaşıyorlar...., yaşıyoruz. Henüz çökmedi altımızdaki beton yığını.

-Çıkın dışarı, aşağıya inin, durma, kooooş...

- Sıla ağırlaştı Doğan, çocuk elimden düşecek....

- bir kaç merdiven daha, tutun duvara......

duvar üstüne geliyor...

- Yürü durma. Durma geliyorum, durma. İn, in, iin. Ver, ver bana. İşte buradayım. Tuttum hadi, az kaldı bak. Bak dış kapı bu hadi kurtulduk, kurtulduk.....elektrikler kesilmiş..

40. saniye. Merdivenler karanlık. Börekçi de dükkanını yeni açmıştı, camları kırılmış. Kaldırıma çöktük. Taksiciler şaşkın. Kızım titriyor durmamacasına. Korku mu yoksa gece serinliği mi bilemiyoruz.. altımızdaki toprak kıpırdanıyor...

Deprem oldu be. Fenaydı Bir kaç dakika sonra Dereboyu caddesi uykularından edilen insanlarla doluyor. Sadece çocuklar çok kızıyorlar depreme. Hepimiz şaşkınız. Herkes içinden şimdi ne olacağını hesap ediyor olmalı. Yer kımıldanıyor. Sessiz kalabalık ritmi yakaladı. Sonra uzaktan gelen siren sesleri.Kimse gelmiyor. Kalabalık, yasamla bağlantı anlamına gelen dışarıdan bir sesle irkiliyor... Taksici yüksek sesle tekrar ediyor .; Büyük bir deprem olmuş. Avcılar yıkılmış, Adapazarı, Golcük, Değirmendere, Sakarya, Bolu. Hasar varmış, ölü de varmış. Kalabalık, sessiz bir çığlık koyuveriyor. Oralardaki akrabalar için yürekler yanıyor. Merak sarıyor hepimizi.

Kızım üşüyor. Acıkıyoruz. Tütünüm de evde kaldı o telaşla. Radyolardan gelen, evlerinize girmeyin çağrısı bazılarını durduramıyor. Çakmak ışığında eve çıkıp battaniye, tütün ve cüzdan alıyorum. Bir iki de kazak. Sabaha kadar dışarıda kalmak zorundayız. Ortaköy cami’nin devasa taş bloklarla nakış gibi işlenmiş güvenliği çevresine toplanmış herkes. Deniz, boğaz, bizleri her an yutmaya hazır kara bir zift birikintisi. Boğaz köprüsü esnek. ışıl ışıl.

Sabahın ilk ışıklarıyla beraber seyyar radyolar yıkımın büyüklüğü hakkında ilk bilgileri ulaştırıyor. yardım çağrıları yapılıyor sürekli. Sağlık mesleğinden olanlar, çevirmenler, madenciler, sivil savunmacılar, askerler...ilaçlar, inşaat araç gereçleri, kazmalar, kürekler, deliciler, greyderler, dozerler.. su ekmek ve aş.

Telefonlarımız çalışmıyor. cep telefonları merkez yetersizliğinden yükleniyor. Dev gibi Istanbulun göbeğinde çaresizlik. Helikopterler, küçük uçaklar ve sirenler aynı tehlikeden bahsediyor.

Hava kararmaya başlıyor. Valilik telefonda yardım istiyor. Yabancı ekipler için çevirmen. Kriz masası cevap veremiyor. kimse oraya nasıl ulaşılacağını henüz hesaplayamamış. Çağrılıyız. Yüreğime ağır bir üzüntü çöküyor. Şimdi birilerinin bana ihtiyacı olduğunu hissediyorum.

Karşı kıyılardan Selimiye kışlasından kalkan helikopterler. Hemen karşıya geçiyorum. Gece 7. Nöbetçi yarbay karşılıyor beni. Beni de götürün diyorum. Helikopterler inip kalkıyorlar. Seyrekleşiyor inişler. Yaralılar indiriliyor. Kemikleri, kasları ezilmiş, böbrekleri yetmez olmuş, mor insanlar indiriliyor. Gece uçuşu seyrekleşecekmiş. Sabahı beklemem için askeri kamp yatağını elime tutuşturup yatabilirisiniz diyorlar kibarca, endişelenmeyin sabah götüreceğiz. Başka gelenler de var.

Doldur boşalt varillerinin yanına koyuyorum vücudumu. Nöbetçi askerler merak ediyorlar bu nöbet yerinde yatan adamı. "o da bizlerden birisi işte diyor" nöbetçi ast subay.

Sabah kahvaltısı zengin. Misafirler için hazırlanmış. Ben dahil kimse bir iki lokmadan fazla yiyemiyor. Utanıyoruz sanki yemekten.

Armatör Kahraman Sadıkoğlu’nun gelmiş olduğunu bildiriyor nizamiye nöbetçisi. Üsteğmen göndermesini emrediyor. 55 yaşlarında zinde bir adam. Uzunca boylu ve yakışıklı. Yanımdaki sandalyeye oturuyor. Tanışıyoruz. Ben anlatmayı bitirdikten sonra babası tarafından nasıl üniversiteye gitmesi için zorlandığını, yurt dışı anılarını anlatıyor. Ölüm, gençliğini özletmiş besbelli. Helikopter ve gemilerini devlete tahsis etmiş. ABD kökenli Red Air yangın söndürme uzmanlarından iki kişilik bir ekip geldi az sonra.

Beyoğlu hastanesi doktoru Bedrettin ve alman hastanesi doktoru Ata, Cumhuriyet gazetesi muhabiri Özgür le tanışıyorum. Bizler bir helikoptere diğerleri özel helikoptere biniyoruz. Bir yanda ise sabaha kadar hazır bekleyen birlik erleri helikopterlerden gelen güçlü rüzgarlara aldırmadan kenardaki çimenlere uzanmışlar. Dinleniyorlar.

Bizi yıkıma doğru uçuran üsteğmen Alp " hasar büyük " diyor. sakin duran Marmara semalarından sokaklardaki yataklarından henüz kıpırdanmaya başlayan içi boşalmış şehirlerin ve betonların üzerinden geçiyoruz. Geniş otoyol bisküvi gibi çatlamış, asfalt yırtılmış. Bir otobüs üst geçidin altına yarısını vermiş. Orada burada kumdan kaleler gibi yıkılmış yerleşim birimleri.. ve insanlar yolsuz, elektriksiz, araçsız, susuz ve aşsız ve çaresiz. Bekliyorlar. İnsanlar el sallıyorlar, yardım istiyorlar olmalı.

40 dakika kadar sonra göğe doğru dilini uzatmış karayılanı işaret ediyor pilotumuz "rafinerinin durumu kötü. Deniz yanıyor. Kararmış. Kara bulutların arkasından güneşin ışıkları silkiniyor. Gökyüzü alabildiğine parlak. Sonra dumanlar. Bina silüetleri çarpık. Yıkıntılar yan yatmış, tamamen çökmüş, yan binaya saplanmış ve dumanlar. Beyaz pamuk yığınları helikoptere ulaşamadan dağılıyor. Yangın var.

Şehir üzerinde kuşlar uçmuyor. Bu yükseklikten boş bir şehir gibi. Oysa, canlar kıpırdanıyor binaların altında.

Aşağıda koşuşturan çöpten insan silüetleri, gruplar, hareket eden bir kaç araç. Ambulans ve askeri arabalar. Koca şehir durmuş.

"İşte bizim kışla, bu da ordu evi. Altında iki yüz"ün üstünde personel var" diyor Üsteğmen. Domino taşı gibi birbiri üstüne yıkılmış beton bloklar ve kırmızı tuğla yığınları var etrafta.

Asfalt apronun bir köşesinde, tam deniz kenarına yapılmış yemekhane binasının önündeki devasa çam ağaçlarının altındaki plastik sandalyelere buyur ediliyoruz. Etraf inanılmaz derecede sessiz. İnsanın uykusu geliyor. Uçucu askerlerin gözlerinde donuk bir üzüntü. Yıkıntının boyutunu anlatamıyorlar. Suratlarında bir yetersizlik ifadesi asılı. Hepsi canla, başla çalışmışlar. "Sakin olun" diyor Pomak görünüşlü çapar suratlı binbaşı. Tuvaleti sorduğumda hepsi birden arkamızdaki yemekhaneyi işaret ediyorlar ve utanarak " Ne olur bizi affedin, içerisi çok pis. suyumuz yok" diye ekliyor bir teknisyen . Yaşları otuzun üzerinde değil. Yemekhane berbat. Yerlerde cam kırıkları, bardaklar tabaklar etrafa saçılmış. Kırılmış camlardan giren rüzgar perdeleri özgürce sallıyor. Bir de dışkı kokusu... tuvalet olan kısım dışkı içerisinde.. yerlerde tuvalet kağıtları ruloları.. etrafa saçılmış pislik üzerinde gezinen kara, kıçı yeşil sinek orduları.

Bir askeri arabayla kışla hastanesine doğru götürülüyoruz. Orduevi yıkıntısı yanında iki tane İsrailli kurtarma görevlisi ve köpekleri . Ne yapıp edip, insanlara ulaşacaklarını hesaplıyorlar besbelli. Eğer kalan varsa tabi. "Orada iki yüz elli kadar personel var" dedi şoför. O kadar kolay söyledi ki. Yolun sağ tarafındaki sağlam taş duvar sırtından giren yırtıcı bir güçle ikiye ayrılmış. Çatlak yoluna devam etmiş. Sol taraftaki yapılar yıkık ya da yan yatmış, hemen sağında hasar çok az. Kenarlarda siviller ve askerler; yaralılar var.

Birden, duyularım o güne kadar hiç hissetmediğim bir kokuyla dikkat kesiliyor. İnsan ölüsü ve ilaç kokusu. Mide bulandırıcı bir koku. Kusmamı engelliyorum. Hastane girişinin sağ yanı çam koruluğu ve toprak üzerine dizilmiş, üst üste istif edilmiş torbalar, sarı torbalar. Ölüm tarlası. Her birisinin içerisinde bir insan ölüsü var. Çocuklar, yaşlılar, analar, bacılar. Kafaları patlamış, kolları kopmuş, ezilmiş, kanları boşalmış insanlar. Bir şehir ölmüş. Sağ tarafta yaralılar torbalarda gezindiriyorlar gözlerini . Gözlerinden yaş akmıyor. Kurumuş göz çukurları kapkara birer kömür gibi yaşamın ateşini anlatıyor. Canlar gitmiş. Canlar yanmış. Yürekler kıvamlı bir yasa bulanmış. Yeşil giysili, beyaz önlüklü görevliler sağda solda atılı ilaç kutularından bir şeyler alıyorlar. Su ve ekmek yığınları arasında şekli düzgün ekmek bulmak zor. Maskeler dağıtılıyor. Doktor arkadaşlar malzeme ve gereç yüklüyorlar sırtlarına. Alp"in yükü cüssesine göre ağır olunca bana yükleniyor eşya. Şaşkınız. Ürktük. Bu bizim beklentimizin çok üzerinde. Koku her yanı sarmış. Kara sinekler; o kıçı yeşil olan dev sinekler burnumuza giriyor. Ölüler yetmezmiş gibi canlıya da saldıracaklar neredeyse. Salgın hastalık ihtimali çok.

Kışla kapısının çıkışında, karşıdaki hastaneye girip çıkan ambulanslar her seferinde bir kaç ölü yada yaralı indiriyor. Ceset torbası ihtiyacı var. Cesetler kokuyor. İnsan leşi beton yığınları arasından kokularını salıyor. Alman görevliler henüz yıkıntıdan çıkardıkları birine serum takmaya uğraşıyorlar. Bir yandan da etrafta şaşkın bakınan kalabalığa açılmalarını ikaz ediyorlar. İnsanlar komutları duymuyor. Ellerimizle dokunup açılmaları gerektiğini anlatıyoruz. Yunanlı görevli gözleriyle teşekkür ediyor. Hemen arkasında, yıkılmış üst kat balkonunun yan duvarına asılmış muhabbet kuşu kafesi.Ezilmiş. Kafesin kapısı açılmış. Cadde sağlı sollu alabildiğine yıkıntılarla dolu. Gözün seçebildiği bir kaç kilometrelik yol yıkıntılar içerisinde . Etrafta yarı yenmiş, hiç açılmamış gıda paketleri, karpuz dağları var. Belirli aralıklara pet şişeler dolusu su var. Başında bekleyen yok. Yıkıntılardan demir yumakları sarkıyor, 5 lik demirle kolon atılmış. Kolonlar arsından el sallayan bir çocuk. Anası bakıyor. Gözünde tek bir damla yaş. Onu da yemenisinin ucuyla siliyor . Kaşık , çatal, halılar, perdeler, mobilyalar ve ilkokulu bitirme töreninde kurdele almakta olan bir kız çocuğu resmi. Sarıca bir şey kız.

Yürüyoruz.

"Ölenlere ilgilenmeyin " diyor birisi. Canı var mı ona bakın siz. Yürüyoruz. İlk sokaktan sola. Sağlı solu dört bina. Sağ taraftakinin ön kısmı tam tepeden pasta kesilir gibi yarılmış. İnsanların salonları görünüyor. Üçlü koltuğun yarısı boşlukta. Duvarda, yan yatmış bir göl manzarası baskısı. Buzdolabı 5. kattan düşmüş. Margarin toza bulanmış. Fıstık ezmesi damağa yapışacak gibi.

Köşeden birileri seğirtiyor. Yeşil giysiyi gören yardım istiyor. Ses duyduklarını söylüyorlar . Bakıyoruz. Ses yok ama cesede çok yakınız. Ölmüş. Kokuyor. Yığınlar üzerinden cesedin yerini tespit ediyoruz. Omzu ve kafasının ezilmeyen kısmı yatağın kenarından sarkmış. Çıkarıyorlar. Kaplanlı battaniyeye sarılıp açığa yatırılıyor. Akrabaları şimdi rahatladılar. Son gömrevlerini yapıp onu gömecekler.

Bakkallar, lokantalar, fırınlar, pastaneler, fotoğrafçılar , kuyumcular yıkılmış. Etrafta tabelalar sarkıyor, ambulans tekerlekleri altında toza bulanıyorlar. Demirler, beton ve tuğla yığınları arasında tek tük ağaç, toprağa direnmiş. Gururla okşuyor gözlerimizi.

Hummalı bir çalışma beklerken insanların kendilerine ait yıkıntıların yanında bekleştikleri gerçeği çaresizliği bir kes daha vurguluyor. AKUT ve Sivil Savunmanın elindeki araç gereçler yetersiz. Zaten onlar canlı olanlarla ilgileniyorlar. Ölüler ise sahiplerini bekliyor. Ceset çıkarmak için yardım gerekiyor. Onları koymak için torba, yıkamak için su, taşımak için araç, mezar kazmak gerekiyor.

Şaşkın bakışlı çocuklar nereye gittiklerini, ne aradıklarını bilmeden yıkıntıların yanlarına kümelenmişler. Yan binanın bir sonraki sarsıntıda üzerlerine yıkılma olasılığı onları ürkütmüyor. Onlar ölümü yenmişler.

Yıkılacak kadar yan yatmış binanın balkonunda, yana eğik sandalyesinden demire dayanmış ağır ağır sigara içen bir adam var beşinci katta. İnanılmaz bir cesaret ya da ölüm isteği ile hemen önünde, yıkılmış ve yanmakta olan binanın derinlerine bakıyor. Bizim baktığımızı görünce el sallayıp " Orada çok var. Siz yardım mı getirdiniz " diye alevleri işaret ediyor. Karısı, çamaşır ipine bir şeyler asmaya çalışırken, bir yandan seslere doğru dönüp sol eliyle başörtüsünü düzeltiyor.

Yürüyoruz. Elimizdeki maskeleri ve ağrı kesicileri, pansuman malzemelerini dağıtıyoruz. Ancak bu kadar yardım yapabiliyoruz. Beton yığınlarını ellerimizle kaldırmamız olası değil. Zaten insanlar iki gündür uğraşmış, yorulmuşlar artık. Yoğun bir ölüm kokusu var.

Şehir hastanesine geliyoruz. kapı girişinde bir ihtiyar elindeki bakkal defteri tutanağına ambulansa yüklenen torbaları kaydediyor. Bir başkası fotoğraf çekiyor. Cesetlerin ismi yok. Adsız ölüler boş arazilere açılan çukurlara götürülüp gömülüyorlar. Kimi zaman dozer kepçeleriyle atılıyorlar.

Ölüyü yıkayacak su, gömecek imam yok.

Mezar kazıcıları da ölmüş.

Şehrin altyapısı çökmüş.

Görevliler de ölmüş.

Polisler de, sivil savunmacılar da.

Herkes ölmüş.

Yürüyoruz.

AKUT ekipleri yan yana iki binada çalışıyorlar. Onlarla beraber çalışan kardeşimi görüyorum. Beyaz atleti kirden görünmez olmuş. Yaşlı bir teyzeye ulaşmış, onunla konuşuyor. Bir kaç dakika sonra sevinç çığlıkları ve sevgi seli altında çıkarıyor teyzeyi. Etraf TV kameralarıyla dolu. Yaşayanlar onlar için haber. Ölüm ise kaçınılmaz son.

Yürüyoruz.

6 katlı binanın tamamen çökmüş iskeletinin altında bir nene ile bir dede açtıkları küçük delikten mutfak eşyaları, beton parçaları, kumaşlar arasından bir şeyler arıyor. "Ne yapıyorsunuz nene" diye soruyorum. Yardım etmek istiyorum. Yıllar sonra kendi kendime " Sen elini bir tek taşa bile sürmedin " diye kahır etmek istemiyorum. "Kızımla damadımın evi oğlum burası. Onlar da içeride " diyor nene. Bahsini ettikleri yığının eşyalarını tanımışlar. Üçüncü katta otururlarmış. Binanın geri kalanı toz haline gelmiş. İçindekileri de ezmiş, toprakla bir etmiş. Nafile çabalarımızı korniş engelliyor. İki metrelik alüminyum korniş sanki önümüzdeki tek engel. Nafile çaba. Nene beni binanın üstüne çağırıyor. "Bak işte burası benim kızımın yatak odası. " Sen baktın mı teyze", " Hayır ama görevli baktıydı. Karanlıkmış. Bir şey yokmuş. Bir de sen bakıver evladım. Belki oradadırlar, yaşıyorlardır". Koku, 50 santimetre kadar genişliğindeki kara deliğe kafamı sokar sokmaz geri çekilmeme neden oluyor. Nene yerlerdeki eşyalar arasından bir şeyle arıyor. Gözüm alışıyor karanlığa. Bir yatak ve üzerinde yeşil çizgili çarşaf. Yatağın üzerinde, beton tavan çökmüş. Alt kat tavanı da aşağıdan bastırmış. Bir ayak. Sol ayak. Kapkara, ezik bir ayak. Kadın ayağı. Vücudun geri kalanı görünmüyor.

"Bir şey yok nene"." Bir şey göremedin öyle mi evladım.... Vah yavrum vah . Kızım damadım ölmüş müdür ki oğlum, kuzularım, cıvanlarım" , "Belki yaşıyordur nene" deyip dönüyorum.

Yaşadığını sanması daha iyi. Elindeki kolonya şişesini bana uzatıp " Kızımındı bu, yeni evlendirdimdi " diyor.

Şişeden damlayan bir kaç damla kolonya tozlu ellerimdeki kokuyu çamurlaştırıyor, siniyor derime. Limon çiçeği.

Yürüyorum.

Karşı kaldırımdan beni seyretmekte olan arkadaşlarım başlarını çeviriyorlar. O binada iki gün öncesine kadar 75 kişi yaşarmış. Kurtulan yok. Sırtımı ordu lojmanlarının ayakta kalmış binalarını çevreleyen beyaz boyalı demire dayayıp çöküyorum. Kornişi çıkarabilseydim... ama o zaman da kiriş vardı. Üstüme düşerdi.

İleride AKUT çular birini daha kurtardılar, bir kaç dakika sonra ambulans yanımızdan geçiyor. Herkesin suratında donuk bir gülümseme. Ambulans uzaklaşıyor. Gülümsemeler yerini boş bakışlara bırakıyor. Yanı başımda eli belinde karşı binaya bakan kadın bana hitaben " Ölmüş onların kızı oğlum" diyor ve devam ediyor " bak onun yanındaki apartmanın hepsi bizimdi. Altta da dükkan vardı. 50-60 bazen misafirlerle 100 kişi yaşardı orada. İşte bak çöktü. Bitti. Hepsi öldü. Bir ben kaldım. Buraya da artık bir şey yapılmaz ki... hem nasıl kalkacak bu. Sabah bir kepçe geldi yıkıntıyı kaldırmak için. 500 milyon istedi " dedi.

Kara, kıçı yeşil sinekler, başıboş köpekler, fareler, yangın ve ölüm üzerinde leş yiyici insanlara fırsat doğmuştu. Çürümüş duygular çürümüş bedenlerden besleniyordu. Kadın plastikten yapılma eğreti çadırın altına koyduğu oymalı koltuğuna çöktü,

"Eh bende artık yakında ölsem daha iyi".

Dinlendik.

Yürüyoruz.

Valilik kriz masasına gideceğiz. Belediye binası deniz kenarında.Yakın. Yolda bulduğum bir karpuzu duvara vurup çatlatıyorum. Ata yiyemiyor. Kan kırmızı karpuz, sıcakta, zeytinyağı kıvamına gelmiş. Ağzımız tatlanıyor". Kanıksadık ölüm kokusunu. Kalanlar birbirine yardım edecek.

Belediye’nin önü mahşer kalabalığı, etrafta gelişigüzel yığınlar halinde bırakılmış ezik büzük ekmekler, pet şişeler içerisinde su, ezik domates kuleleri var. Kriz masası kendisi krize girmiş. Çocukları bina altında kalan ve onların canlı olduğunu iddia eden bir ana vali"nin yakasına yapışacak neredeyse. Adam korkuyor. Çaresiz. "Yok" diyor dozer ve yardım ekibi isteğine.

Bir adam kamyonuyla İzmir’den gelmiş nereye sevk edileceği bilinmiyor. Şehri tanıyan sakinler yıkıntıların başında.

İniyoruz, binadan çıkıyoruz. Kriz masası kendi krizini yaşıyor.

Arabasına su yükleyen bir köylüye el veriyoruz. Bizi askeri alana götürmesini rica edince tüm yüreğiyle " olur tabi beyim" diyor. Çantalarımızdaki kalan ilaçları, konserveleri ve bir kaç meyvayı çocuğuna ve eşine veriyoruz. Minnettar oldular. Bizleri evlerine gelmiş misafir gibi uğurladılar. Alana kadar olan bir kaç yüz metrelik yolu tek kelime etmeden yürüdük. Sarı torbalar gitgide seyrekleşti.

Ağaçlar arasında bir an çam dikenlerine uzanmış yatıyor gördüm kendimi. Yüreğim Kuş gibi havalandı göğe doğru.

Artık külüstürleşmiş ve ancak eğitim için kullanılan ve elde kalan son helikopterle çapar binbaşı geri götürdü bizi.

Yapacak bir şeyimiz olmaması ve o insanların acıları yüreğime kurşun döktü.

Ölüm, ne olursa olsun, artık senden korkmuyorum. Kokundan tiksinmiyorum .





Doğan Şahin- 14 Ağustos 2000

No comments:

Post a Comment

Thank You...Teşekkürler