Total Pageviews

Thursday, 11 March 2010

ÇANAKKALE DENİZALTI SAVAŞLARI

“HATTI MÜDAFAA YOKTUR, SATHI MÜDAFAA VARDIR. “
PEKİ YA SATIH ALTI?
Siperlerde yaşam bir karabasandı; insanın insanı yemek için icat ettiği ağır topçu silahları, tel örgüler, el bombaları, gaz, derinden gelen ve bitmeyen gümbürtüler, tecavüzler, insan onurunu ayaklar altına alan işkenceler, uçaklar, duman, çamur deryası, salgın hastalıklar, sürgünler, sis, ceset yiyen fareler, bir anda onlarca mermi atan makineli tüfekler, deryada kaybolan insancıklar, talan, sürgünler, katliamlar, soğuk, hasret, bitmeyen ve hep yürünen yollar, nehirler, aşılmaz dağlar, ödenen hesaplar, bitmeyen çabalar, çürümüş cesetler, hasret, yıkılmış duvarlar, sevdalar, yağma, hicran, aç köpekler, akbabalar, korku, sıcak, yakınlarından haber alamayanların yaşama olan küskünlüğü ve durmadan bombalanmanın insan ruhunda yarattığı çaresizlik, hicranlar, yürek yangınları ve şok, açlık, yıkım, yoksulluk, kayıp, kör kurşunlarla vurulma, hayatı erken gören insanların birbirini kıyımı, tanrıyı bile isyan ettiren, duyguları yıkan, zoraki oynanan roller, umutları yok eden bu zulüm ve savaş sahnesinin getirdiği güvensizlik insan neslini günümüze kadar etkileyecek; dehşet, gözyaşı deryası, talan, parçalanma ve felaketlere yol açacaktır. Hayatının erken yaşında milyonlarca genç Savaş Tanrılığına soyunanların elinde ve uygarlık adına telef olacaktır. Nasıl? Rüyanızda görseniz ter ve dehşet içinde uyanırsınız değil mi? Savaş sırasında günde ortalama 6000 asker 4 yıl 3 ay boyunca can verdi. Milyonlarla ifade edilen insanların binlercesi aynı anda yok edildi. 20 Milyon insan yaralandı. Bunlardan birkaç milyonu sivildi. Yaklaşık olarak 15 milyon insan öldü ya da kayboldu. 180 Milyar doları doğrudan olmak üzere yaklaşık 381 milyar dolar harcama yapıldı. Günümüzde yaşayan ve düşünen insan aklının alamayacağı kadar devasa boyutta planlama ve seferberlik gerektiren bu savaş tüm dünya halklarını birbirine düşürdü; tamamen insanın insanı sömürmesi adına! Savaşın KUTSAL KİTABINI savaş meydanını bir kez bile görmeden yazanlar için ise gerçekler hem tahmin edilemeyecek boyutta hem de anlaşılamazdı, günümüzde bile anlaşılamayacaktı.
Beni genç yaşımda dünyanın ta öbür ucuna, Avustralya’ya sürükleyen bir ütopyadır “Barışı Aramak”. Bu arayış aradan yıllar geçtikten sonra da durmadı. Öğrendim ki barış aslında bireyin kendi içindedir. Lakin, günümüzde de hala yer kürenin bir çok noktasında süregelen ve artık toplumsal anlamda hiç bitmeyeceğine inandığım savaşın bilinmeyen, anlatılmayan, belki de bilinmek istemeyen bir yüzü; Savaş Esirleri ilgimi çekti son aylarda. Önce, 20 yıl civarı süren bir gönüllü yurt dışı sürgününden sonra ilk durağım olan Bodrumda 3 yıldan fazla bir zaman geçirdikten sonra eşimin tayini dolayısıyla geldiğimiz Afyonkarahisar şehrinin aslen 1. Dünya savaşında en büyük esir garnizonunu barındırdığını keşfettim. Öyle ya, 7 cephede savaşan Osmanlı pek tabiidir ki esir de almıştı. Hem de binlerce. Araştırdıkça gördüm ki esirlerin acıları, umutları, yoksunlukları, çığlıkları, sanatsal çabaları, yas’ları, sevgileri, umutsuzlukları, Türkiye’nin 20 civarında şehrinde yaşadıkları günlük yaşam, bazılarının kaçma çabaları, kültürel eksiklik ve çatışmalar, düşman ve esir unsurlar olarak bireylerin birbirlerine bakış ve algılama açıları, sevinçleri, çektikleri çileler, hüzünlü anları; kendilerini günülü ya da gönülsüz olarak aniden diğer insanlarla çatışma içersisinde bulan ve ancak esir düşen bu bireylerin yaşadıkları büyüleyici öykülerdi. Ve yine keşfettim ki esir anıları, resmi raporlar, bu konuda yazılmış az sayıda bilgiler bazen yanlı, bazen savaşın getirdiği düşmanlaktan dolayı kasıtlı olarak karşısındakini kötüleyen yazoıalrdı. Oysa göz ardı edilememsi gereken bir şey vardı ki o da esir düşmüş olan bir kişinin “düşman” hakkında iyi şeyler yazması beklenemezdşi. Ancak, Batılı bir toplum içinde yıllardır yaşamış olmanın getirdiği bilgelikle fark ettim ki aslen bu esir ve esir eden birbirini hiç tanımıyordu ve en basit yaşamsal konular , esir eden için normal olan şeyler esir olan için bir zulummüş gibi algılanabiliyordu. Araştırmalarım sürdükçe gördüm ki Afyonkarahisar Avustralya için son drece önemli olan, onların ilk denizaltı gemileri olan AE2 gemisinin mürettebatının da tutulduğu bir yerdi. Sadece bu mu ? Sanki “Çanakkale geçilmez” özdeyişinin aksini ispat etmiş olan bu denizaltı, Çanakkale Boğazını geçen ilk denizaltı olma sıfatını taşıyordu. Sanki Avustralya kültürel kimlğinin oluşmasında en büyük etken olan Çanakkale savaşlarının bir simgesiydi. Bir sure sonra SIA (Avustralya Denizaltı Enstitusu) ve TINA (Türkiye Suaaltı Arkeolojisi Enstitüsü) gibi bilinen su altı araştırmacısı iki kuruluşun resmi düzeyde AE2 denizaltısı konusunda çalışmalar yaptığını gördüm ve ne şanslıyım ki bu konuda çok büyük emekleri gçmiş olan belgeselci ve Dalgıç Savaş Karakaş tarafından İstanbul Bahçeşehir Üniversitesinde yapılacak olan bir çalışma grubuna davet edildim. Nisan ayının sonunda yapılan bu çalıştayda Avustralya ve İngiltereden gelen onlarca uzman ve Türkiyeden AE2 denizaltısını yatmakta olduğu Çanakkale boğazı derinliklerinde 1998 yılında bulan Selçuk Kolay başta olmak üzere konuya ilgi duyan sayılı uzmanlarla birlikte olma şansını elde ettim. Çalıştay hedefi AE2 denizaltısının gelecekte nasıl idare edilmesi gerektiği idi. Ancak, gördümki denizaltı ile çok ilgilenilmesine rağmen Denizaltıdan esir edilen 33 mürettebat hakkında çalışma yapan benden başka hiç bir kimse yoktu. Tabii ki bu çalıştay grubunun ilgisini çekti ve beni en dostane duygularla aralarına katıp çalışmalarımda destekleyeceklerini ifade ettiler. Binlerce sayfa yazı taramış, yüzlerce resim keşfetmiş olmanın meyvelerini toplayacaktım artık. Çalıştay sonucunda oluşturulan ve Türk devleti ile Avustralya devletine sunulacak olan raporu Türkçe’ye tercüme etmek üzere görevlendirildim. Türkiye’de bu raporu Turkçe okuyan ilk kişi ben olacaktım! Rapor sonucunu ve Türkiyede üzerinde tek bir kitabın bile yazılmadığı bu konuyu Bmagazin okuyucularıyla paylaşmak ise apayrı bir zevk. Çünkü, Bodrum dünyanın en büyük sualtı müzesini barındırmakta ve bir gün, eminim, Bodrum Müzesinde AE2 ve onu batıran Sultanhisar torpido gemisinin öykülerini anlatan bir köşe olacak.
ÇANAKKALE SAVAŞLARININ BİLİNMEYEN YÜZÜ: DENİZALTI SAVAŞLARI
Winston Churchill daha 37 yaşında iken, 1911 yılında Deniz Kuvvetleri komutanı ve Amiralliğe getirildi. İngiltere’nin muhteşem deniz gücüne hayran olan Churchill göreve atanır atanmaz işe başladı ve planlar yapmaya başladı. Fransız ve İngilizlerin Gelibolu yarımadasını kuşatma planına Yunan başbakanı Venizelos da katılacak ve ileri karakol olarak kullanılmak üzere Anadolu anakarasına yakın birkaç adayı müttefiklere teslim edecektir. Bu adalar arasında filo demirlemeye çok uygun olan Mondros Körfezinin bulunduğu Limni adası da vardı. Planı gerçekliştirmek için Çanakkale Boğazının akıntılarını ve dar geçitlerini ve mayın hatlarını aşmak gerekecekti. Çanakkale boğazına girmek amacı ilk aşamada zor görünmekteydi. Ama ya denizaltılar, denizaltılar geçebilir miydi? Ancak işler hiç de beklenildiği gibi gitmeyecekti. Fransız denizaltısı "Saphir" 15 Ocak tarihinde müttefiklerin ve özellikle de Fransızların boğazı ilk geçiş denemesini yapar. Fransız denizaltısı Nagara burnu yakınında batar. Bu denizaltısı Çanakkale'de 1915 yılında batan dört denizaltıdan ilki olmuştur.18 Mart 1915 sabahı saat 10.30 da Agamemnon komutanlığında 1. filo, A hattını oluşturarak ve arkadan 2. filoca desteklenerek boğaza girdi. Birkaç saat süren muharebe sonucu saldırıda yer alan 16 gemiden üç tanesi batırılmış, üç tanesi ise ağır yara almıştır. Amiral Roebeck artık sadece deniz gücünün yeterli olmadığını görmüştür. 18 Mart itibarıyla Türkler yara almış, cephaneleri azalmış ama geçişi engellemişlerdir. Kara harekâtı ise 25 Nisana kadar yapılamayacaktır. Bu süre Türklerin hazırlanması için yeterlidir.
Kara savaşlarının başladığı 25 Nisan 1915 tarihinden on gün önce, De Robeck’in kurmay subayı Komodor Keyes komutanlarına şu soruyu yöneltmişti: “Bir denizaltı, Türklere gelen destek hatlarına saldırmak maksadıyla Boğaz’ın zorlu geçitlerinden ‘gizlice’ sıyrılıp Marmara’ya ulaşabilir mi?”.
Nihayet 21 Nisan’da bu görev İrlanda kökenli Dacre Stoker komutasındaki Avustralya bandıralı AE2 denizaltısına verildi. AE2, türünün son modeli, E sınıfı ve Avustralya’ya satılmış olan iki denizaltıdan birisi idi. 54 metre uzunlukta; su üstünde 15, dipte 9 deniz mili hız yapabilen; 4 torpido kovanı ve 8 torpido kapasitesi ile 33 mürettebat bulunduran bir denizaltıydı. Amiral De Robeck’in “Boğazı geçin ve bir çılgın ne yaparsa onu yapıp gördüğünüz her şeyi vurun!” emrini alan AE2 denizaltısı 25 Nisan 1915 gece yarısı Boğaz’a yöneldi. İlerleyen saatlerde AE2’den General Hamilton’a gelen mesaj kurmayları heyecanlandırmıştı. AE2 Boğaza girmeyi başarmıştı.

Afyonkarahisar ve İstanbul’da esaret günlerini geçirmiş olup 9 Ocak 1919 tarihinde esir değişimiyle salıverilmiş olan AE2 süvarisi kıdemli Yüzbaşı Dacre Stroker'in üstlerine yazdığı durum raporu AE2 denizaltısının Çanakkale ve Marmara macerasını şöyle özetler:

“ Efendim,
Komutam altındaki AE2 denizaltısının Tenedos Adası kuzeyinden 25 Nisan 1915 tarihinde ayrılması ve 30 Nisan tarihinde kaybedilmesine kadar geçen süreci rapor etmekten onur duymaktayım…
Elde bulunan tüm belgelerin denizaltıyla beraber battığını, tutsaklık sürecinde ise not almanın doğru olmadığını ve olsa bile bunları tutmanın hemen hiç mümkün olmadığını hatırlatarak, bu raporu hafızamda kalan bilgilerden hazırladığımı işaret etmek isterim…Doğu Akdeniz Filo Komutanı Amiral De Roebeck'ten gelen yazılı emirde Çanakkale’yi geçmeyi denemem, yollayabileceğim telsiz raporlarının ne şekilde olacağı ve Marmara denizine girmemiz durumunda birkaç gün içerisinde bir denizaltının daha bizi takip edeceği emredilmişti… Sözlü olarak kendisi ve yardımcısı ile konuşmamızda ise Marmara'ya girmem durumunda tam bir hareket serbestim olduğu, buradaki amacın Gelibolu Çanakkale arasındaki deniz trafiğini durdurmak olduğu ve mayın gemilerini batırmam gerektiği ve karaya asker indiren Türk gemileri olduğu bilinmekle, “çılgınlar gibi saldırmam” gerektiği emredildi… Akıntı ve sığlıklar nedeniyle Çanakkale boğazını geçmek o kadar kolay olmayacaktı. Hâlihazırda iki denizaltı boğazı geçmeye çalışmış ama başaramamıştı. Aşağıda anlatacaklarımın bu bilgiler ışığında değerlendirilmesini arz ederim. Tenedos adasından ayrıldığım gün Boğaz girişinde gece karanlığına kadar bekledim. 25 Nisan tarihinde gece yarısından sonra 2.30 sıralarında Boğaza girdim. Boğazın her iki tarafında projektörler denizi taramaktaydı. Hava açık ve sakindi. Mümkün olduğunca satıhtan yol alarak ve projektörlerden kaçarak ilerledim. Sabah 4.30 sıraları Kuzey kıyılarında Zığındere yakınlarında üzerimize ateş açıldı. Denizaltıyı hemen daldırdım ve mayın tarlasının içinden yol almaya başladık. Bu süreçte gemi kabuğuna sürten mayın kablolarının sesini duyuyorduk. E15 denizaltısının bu kısımda karaya oturduğunu göz önüne alarak, mayın tarlasından geçerken iki kez satıh yaptım. Üçüncü kez satıh yaptığımda Boğazın Kuzey yakasının öte yanına geçtiğimizi fark ettim, dar boğaza yaklaşık iki mil kadar yakındık. Sabah altı sıralarında periskop çıkardım ancak denizin sakin olması nedeniyle hemen fark edildik ve her iki yakadaki kalelerden ağır bir topçu ateşi başladı. Atışların başarılı olması periskop çıkarmamı ve keşfi güçleştiriyordu. Boğazın bana göre sancak tarafından çanak açıklarında demirli büyük bir gemi, birkaç Torpidobot ve sair küçük taşıtlar gördüm. Eski geminin bir mayın gemisi olacağını düşünerek buna saldırmaya karar verdim ve sancak yönünden yanaştım. Tam bu sırada “Peyk-i Şevket” tipi ve daha evvel göremediğimiz küçük bir kruvazör demirli geminin arkasından çıktı. Mayın döşeme işinin asıl bu gemi tarafından yapıldığını hesaplayarak buna saldırmaya karar verdim. Yaklaşık 400 metreden pruva (baş) torpidosunu ateşledim ve tam bu sırada da kıç taraftan bizi mahmuzlamaya çalışan torpidobottan kurtulmak için dalış emri verdim. Denizaltımız dalarken Torpidobotun üzerimizden geçip gittiğini ve torpidonun hedefi vurduğunun duyduk. Tam karşımızda olan kruvazörün hemen batacağını düşünerek ve ona çarpmamak için sancak tarafına doğru ilerledik. Bu aşamada kruvazörün boğaz geçişinin tam ortasında olduğunu tahmin ediyorum. Birkaç dakika sonra yeniden eski rotama dönerken sığlıkta dibe sürtündük, bu aşamada denizaltı kulesinin su yüzeyine çıkmış olacağını zannediyorum. Periskoptan baktığımda tam olarak Anadolu Mecidiye tabyası önünde olduğumuzu gördüm. O anda da kaleden ateş açıldı. Bu atışla periskopun vurulma ihtimali üzerine periskopu indirdim. Yaklaşık dört dakika boyunca denizaltının çevresine mermiler düşmeye devam etti. Denizaltıyı yeniden yüzdürme çabalarımız sonuç vererek derinlere doğru kaydık. Darboğazı geçmek üzere yol aldık. Bir süre sonra Derin burnu kalesi önünde yeniden sığlığa rastladık. Periskoptan baktığımda darboğaz girişinde iki Torpidobot ve birkaç küçük taşıttan üzerimize ateş açıldığını ve birkaç küçük taşıtın ise tahminen kruvazörden kurtulanları aldığını gördüm. Bu pozisyonda 5 dakika kadar bekledik. Aracımız pruva aşağı asılı kaldığı için tam yol ileri emri verdim. Kısa süre sonra ağır bir şekilde tabana vurduk ancak araç dalışa devam etti ve sığlıktan kurtulduk. Son çarpmada denizaltının savaş kabiliyetinin azaldığını düşünmekteydim ancak hedefim Marmara'ya girmek olduğu için devam kararı aldım.
Denizaltının karaya oturduğu her iki seferde de mürettebatın soğukkanlılığı ve davranışı örnek gösterilecek kadar düzgündü. Kısa süre sonra yeniden satha yaklaştık ve aracımızın Nagara burnuna yaklaşmakta olduğunu gözlemledim. Etrafımız ise birkaç torpidobot, gambotlar ve daha küçük taşıtlarla çevriliydi. Her seferinde olduğu gibi periskopu gören torpidobotlar beni mahmuzlamaya çalışıyorlardı. Bu kadar taşıt arasında satıh yapmanın ve Nagara burnu kayalıklarına oturmanın tehlikesini göz önüne alarak yeniden dalış yaptım ve Nagara burnunu dolaşmaya karar verdim. Bir süre sonra yeniden satıh yaptığımızda boğazın ortalarında olduğumuzu, Nagara burnunun kıç tarafımızda kaldığını ve Marmara'ya doğru seyrettiğimizi gördüm. Periskopumuzu her çıkarışımızda üzerimize bizi takip eden araçlardan ateş yağıyordu. Yeniden dalarak yarım saat kadar su altında kaldık. Tekrardan satıh yaptığımda periskopumdan etrafımızın muhasara altına alındığını ve tam karşımızda iki römorkörün aralarına bir çelik halat germiş durumda bizi beklediğini gördüm. Denizaltımıza bizi takip etmeye yarayan bir ağ takılmış olduğunu düşünerek daha derine dalıp Asya tarafına yol almayı ve orada beklemeyi uygun gördüm. Bataryalarımız da bizi Marmara’ya kadar götürecek kadar dolu değildi. Sancak tarafına doğru seyrederek sabah saat 8.30 sırasında 30 metre kadar derinde dibe oturup beklemeye başladık. Saat 9.00 sıraları üzerimizden bir taşıt geçti ve çekmekte olduğu bir şey denizaltıya çarpıp sekerek devam etti. Bu aşamadan sonra üzerimizden düzenli olarak taşıtlar geçmeye devam etti. Normal deniz trafiği rotasından uzak olduğumuz için bizi aradıklarına kani oldum ve saat 11 sıraları başka bir noktaya gitmeye karar verdim. Denizaltının en son karaya oturduğumuzda çarptığımız yerinden motor dairesine su sızmaktaydı. Biriken suları dışarı pompalayamıyorduk, çünkü suya karışmış yağ yerimizi hemen belli edecekti. Hareket ettiğimizde denizaltının denge triminin koptuğunu fark ettim. Bu nedenle tüm gün boyunca olduğumuz yerde akşama kadar bekledik. Akşam saat 9’da satıh yaptım ve etrafta herhangi bir gemi göremedim. Gece boyunca bataryalarımızı şarj ettik ve boğazdan hiçbir gemi geçmedi. Sabah 4 sıraları ileride gemiler gördüm ve saldırmak üzere dalış yaptım. Hava yeteri kadar aydınlandığında periskopumdan iki savaş gemisinin yaklaşmakta olduğunu gördüm. İskele tarafındaki (sol) torpidoyu hedef alarak ateşledim ancak gemi rota değiştirerek atıştan kurtuldu. Bu aşamada arkadan gelen Barbaros tipi gemiyi vurmak için yeni bir torpido yüklemeye zaman olmadığına karar verdim. Dalış yaparak boğazdan ilerlemeye devam ettim ve Gelibolu limanında vurulmaya değer herhangi bir araç göremedim. Sabah 9 sıralarında ise Marmara denizine giriş yaptım. 9.30 sıralarında ileride birkaç geminin zik zaklar çizerek bana doğru geldiğini gördüm. AE2 denizaltısının 8 torpido dışında herhangi bir silahı yoktu. Torpidolardan ise 2 tanesini hâlihazırda kullanmıştım. Gelen gemilerin ne tür oldukları konusunda da herhangi bir istihbarat bilgim yoktu, üstelik gemilerin bayrakları da yoktu. Bu durumda bana bir denizaltının daha yardıma geleceği ana kadar Marmara denizinde çok dikkatli seyretmem gerektiğine karar verdim. Böylece, gemilerde asker olduğundan emin olmadığım sürece ateş etmemeye karar verdim. Bu düşünceyle dalarak öndeki gemiye yanaştım. Gemi bir yük gemisiydi ama herhangi bir asker yükü göremedim. Kıç bodoslamadan, alttan geçerken gemi bandıra açtı ve periskopumuza tüfek ateşi başladı. Diğer geminin de altından geçerek 400 metre mesafeden baş torpidosunu ateşledim. Atış başarısızdı. Yarım saat sonra yeninden satıh yaptım ve günün geri kalanında bataryalarımız şarj ederek satıhta kaldık, tamirat yapıp balıkçı gemilerini izledik. Bu arada filomuzla telsiz bağlantısı çabalarımız boşa çıkmıştı. Karanlık basar basmaz küçük bir gemi saldırınca yeninden daldık. Gece boyunca ne zaman satıh yapsak, yarım saat içerisinde küçük gemiler tarafından saldırıya uğruyorduk. Bu aşamada bir güverte silahımız olmayışı gerçekten büyük bir engeldi. 27 Nisan sabahı gün ağarırken Doğu yönünden bize doğru iki torpido bot eşliğinde bir konvoyun gelmekte olduğunu gözlemledim. Öndeki torpidobotların altından geçerek 300 metre mesafeden gemiye torpido fırlattım. Attığım torpidonun pervaneleri çalışmadı ve konvoyu koruyan torpidobotun bizi mahmuzlamaya çalışacağını düşünerek ikinci torpidoyu atmaktan vaz geçtim. Gün içerisinde herhangi bir gemi geçişi olmadı. Gece boyunca Artaki Körfezinde dipte kaldık ve dinlendik. 28 Nisan sabahı hava açık, deniz sakindi. İki torpido tarafından korunan bir gemiye saldırıp 300 metreden yeninden atış yaptık ama vuramadık. Eşlik eden destroyerin mahmuzlama çabasından dolayı ikinci atışı yapmadan yeniden daldık. Hava kararmak üzereyken batı tarafından iki savaş gemisinin gelmekte olduğunu gördüm. Saldırı için yeninden daldık ancak gemilere yanaştığımızda hava iyice kararmıştı. Yinede bir torpido attım ama vuramadık. Telsiz bağlantısı kurabilmek amacıyla Gelibolu’ya doğru seyrettim. 29 Nisan akşamüstü Geliboluya girmek üzere daldım ve boğaz yakınlarında Eski Farnan Burnu açıklarında bir gambotun keşif yaptığını gördüm. Gambotun altından girip öbür taraftan periskop gösterdim. Amacım boğaza ikinci bir denizaltı girdiği izlenimini vermekti. Gambota yardım etmek üzere torpido botlar da takibe katıldı ve onları Marmara denizine doğru çektim. Yeniden dalıp Gelibolu limanını inceledim ancak saldıracak herhangi bir araç göremedim. Tekrardan Marmara yönüne seyrederken, yarım saat sonra yeniden satha yanaştım. Gambotun kıç kısmında atış hattıma girdiğini görünce 700 metre mesafeden torpido atışı yaptım. (Daha sonra) gambotun hafif bir rota değişikliğiyle torpidodan kurtulduğunu ve torpidomun bir metre öteden geçtiğini öğrendim. Bu aşamadan sonra beni takip etmekten vazgeçtiler. Karaburun'un 5 derece kuzeyine yaklaşırken iskele tarafından E14 denizaltımız satıh yaptı. Sabah saat 10 da buluşmak üzere ayrıldık. Geceyi geçirmek üzere Marmara Adasına yöneldik. Geceyi dipte geçirdik. 30 Nisan sabahı egsoz tankı valf kapaklarını değiştirdik ve E14 ile buluşma noktamıza doğru seyrettik. Saat 10 sıralarında buluşma noktamıza vardığımızda, batı yönünden bize doğru bir torpido bot geldiğini görünce yeniden daldık. Dalış yaparken Artaki körfezinde dumanlar gördük. Dumanın ne olduğunu araştırmak üzere o yöne doğru yol aldık. Tam bu sırada denizaltımızın burnu birden satha çıktı. Bir türlü dalamıyorduk. Hem torpido bottan hem de Artaki körfezinden gelen bir gambot tarafından ateş altına alındık. Baş tanklarına su aldık ve aniden hızla dalmaya başladık. AE2 denizaltısında sadece 100 metreye kadar ölçen derinlikölçer vardı. 100 metre derinliği çoktan aşmıştık. Tam yol hız aldık ve ana balastı boşaltmaya başladık. Bir süre sonra denizaltı yeniden 100 metre derinliğe geldi ama aniden satıh yapmaya başladık. Birkaç saniye sonra ana makine dairesine üç isabet aldık. Denizaltımız baş aşağı durduğundan periskopla torpido botu görmek olanaksızdı. Bu nedenle Torpidobotu mahmuzlamaya çalışmanın bir anlamı yoktu. Teğmen Haggard'a kapakları açmasını ve tüm mürettebatın köprüye çıkmasını emrettim. . Saat 10.45 sıralarında Karaburun 4 derece kuzeyinde denizaltı süratle battı. Mürettebatın tamamı Torpidobot tarafından kurtarıldı. Denizaltının denge triminin nasıl kaybolduğuna dair herhangi bir açıklamam yoktur. Benzer bir olayın savaşın ilk yılında E11 denizaltısının da başına geldiğini biliyorum. …
Son olarak, tüm bu olan biten sırasında mürettebatın verdikleri hizmetlerin takdire şayan olduğunu bildirmek isterim, efendim.”
DACRE STOKER

Karya bölgesinin Kuzey kesiminde, Aydın iline bağlı Sultanhisar kasabasından adını alan Sultanhisar gambotu, Fransa'da yapılıp 1907'de donanmaya katılmış, 1. sınıf bir torpidobottu...1928'de emekli oldu, 1935'te de söküldü... Sultanhisar, 27 Nisan günü öğleyi biraz geçe, yarım yol Gelibolu'ya doğru ilerlerken Şirket-i Hayriye'nin 38 numaralı gemisini gördü. Ufacık yolcu vapuru tıklım tıklım asker doluydu ve bu yüzden de biraz yan yatmıştı. Bir süre beraber yol aldılar; Gelibolu'ya oldukça yaklaşmışlardı. Tam o sırada Sultanhisar mürettebatı, 38 numaraya doğru yaklaşan bir torpil izi gördü ve gemiye işaret verdi. Torpili atan gemi görünmüyordu. 38 numaranın önünü derhal karaya çevirmesi üzerine torpil hedefi tutturamadı ve karaya doğru ilerledi; biraz sonra da büyük bir gürültü ile patladı.
Kaptan Yüzbaşı Rıza 28 Nisan 1915 tarihinde akşam saatlerinde Sultanhisar Torpidobotu’nun Kumanda Köprüsündedir. Aynı gün AE2 Avustralya denizaltısının esir alınıp geminin batırılacağını ancak hayal edebiliyordu. Stoker ve sair personelin” Ayrık otu gibi her yerde bitiyor, sürekli takip ediyor” dediği geminin kaptanıdır.
Sultanhisar torpidobotunun görevi 5. Ordu Komutanı Liman Von Sanders’i (Alman Paşa), Gelibolu’daki karargâhından alarak Eceabat’a getirmekti. Gün içerisinde ise hep ‘o tahtelbahiri” arıyordu. Üç gün önce, kara savaşlarının başladığı gün devriye nöbeti sırasında bir denizaltı görmüşlerdi. Sürekli olarak onu arıyordu. Ancak denizaltıya ne zaman yaklaşsalar araç dalıyordu. Bu denizaltı AE2’ydi ve denizaltı mürettebatının, “peşimizden hiç ayrılmıyordu. Ne zaman yüzeye çıksak onunla burun buruna geliyorduk.” diye anlattığı -ve Perceval adını taktıkları- gemi de Sultanhisar’dan başkası değildi. 30 Nisan 1915 tarihinde Sultanhisar aldığı emre göre İstanbul’a dönüyordu. Ancak Ali Riza kaptan aniden karar değiştirerek dümenin Karaburun’a döndürülmesini emretti. Burası AE2 ile son karşılaştıkları yerdi. Bir süre sonra pruva nöbetçisinin sesi duyuldu “Sancakta bir tahtelbahir var!”
AE2, kendisini takip ederek Boğaz’ı aşan ve bir gün önce gördüğü E14 İngiliz denizaltısı ile buluşma noktasına geliyordu. Sultanhisar’ı henüz fark etmemişti. Bir süre sonra Torpidobotu gördü ancak ne olduğunu bilmediği taşıta yanaşmaya devam etti. Denizaltıyı görfen kaptan tam yol ileri komutu vermesiyle beraber AE2 de baca dümenini görerek bunun E14 olmadığını anladı ama dalmak için çok geçti. Denizaltı başıboş bir fındık kabuğl gibi sürekli su yüzüne çıkıyor, bir türlü dalamıyordu. Sultanhisar bir taş atımı mesafedeydi artık ve denizaltıya ateş açıldı. AE2 denzialtısı aniden kontrolsüz bir şekilde dibe batmaya başladı. Geminin denge trimi işe yaramıyordu. Bu kontrolsüzlüğü yenmek isteyen Stoker yeniden satıh yapmaları gerektiğini fark etmişti. Ama yukarıda da o hep peşlerinde olan Sultanhisar ve heyecanlı mürettebatı vardı. Satıh yapan denizaltıyı gören Sultanhisar AE2 nin yollaığı torpidodan kurtulmuştu işte. Yüzbaşı Stoker, yeniden dalış emri verdi. Ancak dengesizlik devam ediyordu. Denizaltı tekrar, burnunun dikine ve öncekinden de hızla dibe kaymaya başlamıştı. Denizaltının içinde tam bir kaos yaşanıyor, mazot, duman, etrafa saçılan eşyalar ve çığlıklar ve emirler ve koku tam bir işkence idi. Gemi artık kontrolsüzdü. AE2 ne yaparsa yapsın kaçamayacaktı. Bu kargaşada Sultanhisara atılan bir torpido daha isabetsiz kalmıştı. Satıh yapan denizaltıyı saf dışı etme kararlılığındaki Sultanhisar mürettebatı 37 mm'lik toplunu ateşledi. AE2 makine dairesinden 3 yara almıştı. Artık hareket etmesi çılgınlık olurdu. Karaburun hizalarında dolaşan "Zühaf" gambotuyla Hora önlerinde dolaşan "Aydın Reis" gambotu da o sıralarda muharebe alanına girdiler.
Köprüde bulunan Stoker beyaz bayrak çekerek mürettebata güverte emri verdi. Artık yapacak tek bir şey kalmıştı: “Vanaları açarak AE2’yi Marmara’nın dibine göndermek.” Son teknoloji ürünü düşmana bırakmak niyeti yoktu Stoker’in. Kaptan gemisini en son terk eden kişi oldu. daha sonra Sultanhisar'ın Kaptanı Ali Rıza Bey'in gönderdiği sandala bindi. Gemi komutanı Yüzbaşı Henry Stoker ve denizaltı mürettebatının tümü kurtarıldı ve 1918'de savaş bitene kadar savaş esiri olarak AFYON'da tutuldular.Denizaltının batışında hiç mürettebat kaybı olmadı. Mürettebatın tamamı kısa bir süre İstanbul Samatya'da bir Ermeni okulunda tutulduktan sonra Afyonkarahisar’a getirilir. Bu esirler savaş sonuna kadar burada tutulacak, bir kısmı periyodik olarak Hacıkırı-Belemedik (Adana) tren tünelleri kazmak üzere yollanacaktır. Bir kısmı ise çeşitli kamplara dağıtılacak, yol inşaatı işlerinde çalışacaktır. Bunlardan 4'ü tifo, birisi kaza sonucu hayatını kaybetmiştir. Mürettebatın Afyonkarahisar’a getirilmesinden bir süre sonra Stoker ve Fritz adında bir diğer subay İstanbul’a getirilerek küçük bir hücrede tutuldular. Bunun nedeni Mısırda bulunan Türk esirlere iyi davranılamamış olduğu iddiasıydı.. Bir ay kadar sonra İngiliz hükümetiyle yapılan anlaşma neticesi yeniden Afyonkarahisar’a gönderildiler. Stoker ve iki mürettebatı Afyonkarahisar’dan kaçmayı başardılar ancak Ege denizi kıyılarında yeniden yakalanıp daha güvenli olan Yozgat kampına yollandılar. Burada da kaçmaya çalışan mürettebat kaçamadan yakalandı. Bazı kaynaklarda Stoker’in İzmir’de kadın kılığında yakalandığı. Savaş sonrasında Stoker’e herhangi bir ödül verilmedi. İngiltere’ye dönüşünde K sınıfı bir denizaltıya komutan olarak atandı ancak artık denizaltında değil bir gemide çalışmak istediğini söyleyerek görevi ret etti. Bu durumda onu bekleme listesine aldılar. Ancak Stoker oyuncu olarak çalışmayı tercih edecekti. 2. Dünya savaşı sırasında yeniden göreve çağrıldı ve ancak savaşın sonunda bahriyeye geri döndü. 1966 yılında Marmara Denizine bir denizaltıyla giren ilk komutan olan bu adam 77 yaşında vefat etti. Batan AE2 denizaltısı ise Dalgıç Selçuk Kolay tarafından bulundu. 1. Dünya savaşında böylesine bir rol oynayan Gemi 73 metre derinlikte yatmaktadır. Sultanhisar torpido botu ise 1928'de hizmet dışına çıkarıldı.
Afyonkarahisar’da misafir tutulan esirler sadece Çanakkale muharebelerinden ve denizaltı savaşlarından alınan esirlerden ibaret değildi kuşkusuz. En çok esir ise Kut El Amara kuşatmasında teslim olan Tümgeneral Townsend'in 14 bin civarında askeri.
Afyonkarahisar, Adana, Çankırı, Yozgat, Kastamonu, Adapazarı, İzmit, İstanbul, Çorum, Hacıkırı, Belemedik, Niğde Bor, Nevşehir’in de aralarında bulunduğu 23 kampta yaklaşık 45 ANZAK esir 1915'ten 1918 yılına kadar bu kamplarda yaşamış. Esir askerlerin kamplarda son derece insani muamelelere maruz kaldıklarını ortaya çıkardık. Avustralyalı askerler kaçmayacaklarına dair söz verince kapalı yerlerde tutulmamışlar, Türklerle iç içe yaşam sürmüşler. Askerler esir oldukları sürece bir nevi Türklerle kültürel alışverişte bile bulunmuşlar. Örneğin Gediz'deki tutsaklar bin kitaptan oluşan bir kütüphanenin kurulmasını sağlamışlar, dil öğrenmişler, dil öğretmişler, yerel yöneticilerin desteğiyle bando kurmuşlar, Gediz halkıyla birlikte ava gitmişler. Ressam olan esirler resim çalışmalarını sürdürmüşler. Bazı yerlerde demiryolu, karayolu yapımında Türklerle birlikte çalışmışlar. Türkler esirlere tutsak değil, misafir muamelesi yapmışlar.” Esirlerin yazılarından, ülkelerine dönerken duygusal anlar yaşadıklarını da görüyoruz.
Şimdi Avustralyalı esirlerden bir tanesi ve bir İngiliz esirin günlüklerinden alıntılar vereceğim
Resimlerini gördüğünüz 2812 Sicil Numaralı ve batı Avustralya Bridgetown kasabasından asker Reuben John Blechynden (solda) Kraliyet Deveci Birliklerine mensuptu. 1351 Sicil Numaralı olup NSW eyaleti Broken Hill kasabasından olan asker Duncan Leslie Richardson ise 1. Hafif Süvari Tümenine bağlıydı. 1 Mart 1916 tarihinde 16 yaşında iken orduya katılan Süvari Blechynden 19 Nisan 1918 tarihinde Gaza kasabasında esir edildi ve Amanos-Yarbaşı mevkiinde esir kampına getirildi. 7 Ağustos 1918 tarihinde kamptan yazdığı mektupta " Bana yollanan para ve paketler geldiğinde çok sevineceğim. 19 Nisan 1917 tarihinde yakalanan, yine 3. Deveci Birliklerinden Çavuş P.A. O'Hare da benimle. Yakalandığından beri ona da hiç mektup ulaşmamış. Ama bizimle aynı zamanda yakalanan diğer Avustralyalıların mektup ve paketleri 8- 9 aya aradan sonra ellerine ulaşmış.” Süvari Blechynden 28 Kasım 1918 tarihinde salıverilerek Kahire’ye ulaşmış ve 17 Mart 1919 itibarıyla ülkesine dönmüştür.
Birlikte stüdyo fotoğrafı çektirdiği arkadaşı Muhabere er Richardson 20 Haziran 1915 tarihinde 23 yaşındayken orduya katılır ve 12 Ekim 1915 tarihinde savaşa dâhil olmak üzere ülkesinden ayrılır. Richardson 4 Ağustos 1916 tarihinde Romani Kanal Bölgesinde esir edilir ve Afyonkarahisar’a getirilir. Afyonkarahisar’da esirliği sırasında, 17 Temmuz 1918 tarihinde yazdığı bir mektupta şunları söyler asker Richardson “Sağlığım yerinde, iyiyim. Sağlam bir tane daha paketim geldi. Her şey çok değişti. Şu anda daha evvel bulunduğum kamptan çok daha iyi bir kamptayım. Paramız ve paketlerimiz sağlam ve eksiksiz geliyor. Ancak mektuplar konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sanırım son on iki ay içerisinde sadece üç mektup aldım. Sanırım bizimkiler üç mektuptan daha fazla yazmışlardır". Muhaberecei Richardson 21 Kasım 1918 tarihinde salıverilerek Şama getirilmiş ve 26 Mart 1919 tarihinde Avustralya’ya dönmüştür.
Esir olan düşman askerleri arasında yaşadıklarını, açıktır ki abartılı da olsa, detaylı bir şekilde yazmış olan ve kaçma girişiminde de bulunmuş olan çok renkli bir kişilik var. Bu kişi büyük ihtimalle bir subay olmalı. Resim yapan ve esaret altında şiirler yazarak zamanını geçiren ve 1915 yılında Suvla Körfezi muharebesinde esir edilen John Still bir süre Afyonkarahisar’da kalmış ve şiirler üretmiş. Yayınlama çabasında olduğum bu araştırmanın yayınlanan bu özetinde değineceğim kişilik John Still olacak. John Still “A prisoner in Turkey-Türkiyede Bir esir “ adlı kitabının yanı sıra “ Esaret altında şiirler” adıyla da bir kitap yayınlamış. John Still savaşa dâhil olmadan önce Ceylon Adalarında ( 1972 yılında bu ülkenin adı Sri Lanka olarak değişmiştir) yaşamaktaymış ve savaş sonrasında da sağ salim Ceylon’a dönmüş. Yazdığı kitapta, hemen her anı kitabında olduğu gibi hem gerçekler hem de fikirler belirtilmiş. John Still kitabında referans olarak gösterdiği Kasım 1918 tarihli “ Türkiye’de savaş esirlerine davranış “ adlı İngiliz parlamento raporunda “Türklerin “esir aldığı düşünülen “16. 583 İngiliz ve Hintli olduğu, bunlardan 3290 tanesinin öldüğü, 2222 tanesinin ne olduğunun bilinmediği ama kesinlikle öldüklerine inanıldığı” yazar. Ancak söz konusu rapor savaşın sona ermesinden önce yazıldığı için kesin rakamları ifade etmez.
John Still 1918 baharında Afyonkarahisar'da 120 Rus, 100 İngiliz subay olduğunu ve bu esirlerin istasyon ile şehir merkezi arasındaki iki kilometre kadar mesafede evlerde kaldığını, evlerin güzel havalarda sıkıntısız olmasına rağmen kış aylarında soğuk olduğunu, kamp denilen bu konutların ise aşağı kamp ve yukarı kamp olarak adlandırıldığını, zaman zaman iki kamp arasında kriket maçları yapıldığını yazar. John Still antik dönemde bir iç deniz olduğunu düşündüğü, tüm cephelere giden Türk askerlerinin buradan geçtiğini ve binlerce leylekten oluşan göçmen sürülerinin geçtiğini söylediği Afyonkarahisar’da 938 gün boyunca kalmıştır. . Mevlevi dergâhının Türkiye'deki en büyük dergâh olduğunu duyduğunu söyleyen Still Mevlevileri uzun sakalları, kaftanları ve başlarındaki uzun başlıklardan ayırt ettiğini belirtir. Soğuk bir kış gecesi Afyona getirilen John Still istasyondan 1,5 kilometre kadar uzakta olduğunu söylediği bir eve (ki bu Evin eski bir ermeni evi olduğunu ve Ermenilerin Afyonkarahisar’da hiçbir şekilde öldürülmediğini belirtmeyi ihmal etmemiştir) ve birkaç gün sonra da oradan alınıp,(günümüzde Emniyet Müdürlüğünün bulunduğu parselin karşısında bulunan) bir hastaneye getirildiklerini söyler. Birkaç gün karantinada kalan John Still daha sonra şehirde serbestçe dolaşabilmelerine izin verildiğini yazar. Esaret hayatı hakkında en detaylı kitabı yazdığını düşündüğüm John Stil kitabında bir dönem Afyonkarahisar’da İngiliz, Fransız, Yeni Zelanda, Avustralya ve Rus esirleri yanı sıra Polonyalı, Ukraynalı, Karadenizli Rum, Rus Yahudi ve İtalyan, Kazaklar, Gürcüler, Hintliler, ölüme mahkûm edilmiş Araplar, İrlandalılar ve adını, sanını bilmediği birçok Baltık ve Doğu Avrupa ülkesinden esirler bulunduğunu yazar kitabının 137. sayfasında. Romanyalı ve Sırp esirlerin daha sonra geldiğini yazmayı da ihmal etmemiştir. “Dünyanın her yerinden insanlar olduğu için güzel bir seyahat kitabı bile yazabilirdik” diyerek mizah anlayışını da sergiler. Bu arada Afyonkarahisar’da o dönem bolca bulunabilen ve kolayca elde edilebilen Afyon kullanımının bazı askerler tarafından tercih edildiğini yazmayı da ihmal etmez. Yukarı kamptan bir süre sonra aşağı kampa getirilen (ve bir dönem de kale eteklerinde günümüzde kalıntılarını görebileceğimiz Ermeni kilisesinde kalan) John Still kaldıkları yeri şöyle tarif ediyor “Üst kat pencerelerinden her iki yönden de geniş bir manzaramız vardı. Hem ovayı hem de dağları görebiliyorduk. Evin cephesi güney doğuya bakıyordu. 30 kilometre kadar ötedeki Sultandağı’nı tamamen görebiliyorduk. Arka pencerelerden ise Karahisarı ve ovadaki birkaç tepeyi görüyorduk. Bahar aylarında ova deniz lavantası dediğimiz mavi çiçekli vahşi bitkiyle kaplıydı.
John Still’in “ Esaret Altında Şiirler” adıyla basılan ve Afyon’da yazılan, Afyon'u anlatan şiir kitabından bir alıntıyla bu yazıyı. Amacım, burada verilen özetler ışığında halkımızı ve düşünürlerini kendi tarihlerine bir kez daha dönüp bakmaya zorlamaktı. Umarım başarmışımdır.
1917 Yılında John Still tarafından Afyonkarahisar’da yazılmış bu şiirin tercümesini beğeninize ve düşüncenize sunuyorum.
Küçük Baykuş

Sessizliğin hâkim olduğu karanlıklarda,
Her şeyin hareketsiz olduğu gecelerde,
Uçsuz bucaksız ovadaki sükunetin içinden,
Tepelerden yankılanan çığlığını duyuyorum.
Bembeyaz kar her şeyi örtse de,
Sesindeki notalarda baharı yakalıyorum.

Şarkın vahşi ve yabancı,
Sessiz uçuşlarla geçip gidiyor,
Sanki baharı çağırmakta,
Gecenin sessiz karanlığında.
Sen ki kardan sonra
Aşkın geleceğini bilenlerdensin

Umut dolu şarkına hoş geldin,
Bana getirdiğin haber,
Yarın güneş doğmadan önce,
Bu kederli, bu acı dolu gece uçup giderken,
Genç baharın önünde eğilecek olan; İki kat daha soğuk geçen kıştandı.
Tercüme/ Dogan Sahin- Nisan 1, 2008-Afyonkarahisar)
Ege ve Akdeniz’de ve Arap topraklarında devam eden çatışmalar her iki taraftan da büyük kayıplar verdirmeye devam eder. Aradan iki yıl geçer.Anadolu’ya savaşarak giremeyen müttefik güçleri 10 Kasım 1918 tarihinde İngiliz destroyerleri "Shark" ve Fransız destroyeri "Mangini" önderliğindeki dev filo ile Çanakkale’ye girer. 13 Kasım tarihinde İstanbul işgal askerlerinin çizmeleri altındadır.Padişah Vahdettin ülkeyi savaşla alamayan müttefik ordularına anlaşmalar yolu ile teslim edecektir.
Ve bu aşamadan sonra kırılma noktası Afyonkarahisar olan Kurtuluş savaşı macerası başlayacaktır.
Savaş süresince cepheye asker akıtan, ki bunların 300 bini cepheye varmadan firar etmiş ve eşkıyalık ya da isyancılık yapmıştır, Osmanlı saflarında savaşanlardan 1.550.000 insan şehit oldu. Yaklaşık rakamlarla bunların 253. 896’i Çanakkale’de, 270.000’i Kafkasya’da, 220.000’i Körfezde, 280.000’i Yemen’de, 280.000’i Kanal harekâtlarında, 20.000’i Acem illerinde, 60.000’i Galiçya-Bulgaristan (Makedonya) cephesinde gelecek nesiller için can verdi ve sınırlar bu oluk oluk dökülen kanlarla çizildi.
Anzak birliklerinin komutanı General Birdwood’un 25 Nisan akşamı dile getirdiği ‘geri çekilme talebi’ ise 8 ay sonra gerçekleşecek ve Genelkurmay ATASE arşiv kayıtlarına göre Çanakkalede: “Türk Ordusu 55.127 şehit, 100.000 yaralı, 10.067 kayıp-esir, 21.498 bulaşıcı hastalıktan; 64.440 diğer sebeplerle kayıp verecek, Müttefik Ordusu ise 52.249 ölü, 156.040 yaralı, 12.293 diğer etkenlerle (hastalık v.s) savaş dışı kalanlar” kayıp verecektir. Sykes-Picot Antlaşması, Balfour Deklarasyonu ve Londra Antlaşması ile Nüfuz paylaşımı sağlanmış Sömürü Düzeninin Yeni Sınırları çizilmiştir artık. Devasa bir imparatorluktan arta kalanların nüfusunu oluşturduğu Anadolu bir dul ve yetimler ve engelliler nüfusu haline gelmiştir. Savaşlarla yaşanan devasa coğrafi daralma sonucu Anadolu “Türk”lerin sığınabileceği son kaleye dönüşmüştür.
Sultanhisar'ın topçu eri Edremitli Ömer ve çavuşu Ahmet
AE2 Denizaltısının Çanakkale boğazlarındaki hareketleri aşğıda verilen sitede simülasyon olarak görülebilir. Bu aşamada son karar olarak AE2 denizaltısının “in situ” yani olduğu yerde korunması ve bölgenin Koruma Alanı olarak Kabul edilmesi ve bu kararın her iki devlet yetkililerine sunulması yönünde karar veren SIA, TINA kuruluşlarına ve özellikle Savaş Karakaş gibi değerli insanlara yardım ve destekleri için teşekkür ederim.

BMagazin-Doğan şahin

No comments:

Post a Comment

Thank You...Teşekkürler