Total Pageviews

Thursday 11 March 2010

NEREYE KADAR ÇAĞDAŞIM?

Nereye Kadar Çağdaşım?

Çağdaşlaşma hareketlerinin kökenleri 16. yy sonlarında Osmanlı’da ortaya çıkan modernleşme çabalarıyla yakinen bağlantılıdır ve 17. yy Avrupa Rönesans, uluslaşma hareketleri ve felsefi akımlarından etkilenmiştir. Şu anda içinde bulunduğumuz sıkıntılar büyük ölçüde 300 yıl kadar önce başlayan bu çabaların doğal ürünüdür. Sıkıntılarımızı aşmak ise ancak bu tarih sürecini bilmekle, değişimi özümseyip, aşmakla mümkündür. Ancak, ne yazık ki günümüzde de süregelen ve kendisi gibi düşünmeyeni dışlama, aşağılama ve baskı altına almak ve bunu yaparken de devlet (Militarist) otoritesini kullanmak “Çağdaş” hedeflere ulaşmayı hep engellemiş, engellemeye devam etmektedir. Açıktır ki, ısrarla halklara dayatılmak istenen ve benim “Modern” yobazlık dediğim bu çağdaşlaşma ”ideolojisi” dünyanın devinimine ayak uydurmamıza yetmemektedir. Buna örnek olarak da yıllardır aralarına katılmak istediğimiz AB’nin ülkemize takındığı tavır verilebilir. Yani “çağdaşlık” hareketinin ilham kaynağı ile sürekli bir çatışma halindeyiz ve ülkemizin somut durumunu değerlendirip uyarlamaktansa onları taklit etmeye devam etmekteyiz. Kesin olan şudur ki “çağdaş” yanlısı “aydınlarımız” sürekli olarak aşağılanmalarına rağmen Batının peşinden koşmaktan vazgeçmemektedir.
Osmanlı klasik döneminin sonları olarak kabul edilen 17. Yüzyıldan itibaren (624 sene; 1300’lerden 1900’lere kadar devam eden bir devlet) karşı karşıya olduğumuz temel problemler günümüzdeki sorunların da kaynağıdır ve Batının gelişimini kesintisiz devam ettirdiği her dönemde katlanmıştır. Siyasi açıklamalar yanisira, sorunun asil kaynağı sosyo-ekonomik olup Batı toplumlarında tarım toplumundan endüstriyel ilerlemeye geçişin bizde yaşanmamış olmasıdır. Açıktır ki, Cumhuriyet döneminin bütün yenilikçi hareketlerine rağmen Osmanlı döneminden beridir süregelen ve tarım toplumuna dayanan ekonomik yapımız endüstriyel yapıya dönüşmemiş, toplumsal işbölümü ve şehirleşme, kaynakların dağılımı, otoritenin şekli, dayanışma ve kültür gibi olgularda başarı elde edilememiştir. Çağdaşlaşma deyince anlaşılan şey toprak reformu, sanayi toplumunun yaratılması, vergilendirmede ve hukukta adalet anlaşılmaktayken, yaklaşık yüz yıldır belirli bir model içinde ülkeyi yönlendiren fikir sahipleri bir çıkmaza girmişlerdir.
Öncelikle, Emperyalizmin kıskacından çıkmak için yapılan Kurtuluş savaşımız ve takiben de Cumhuriyet ilanıyla beraber tek bir kalıba sokulmak istenen Osmanlı dönemi çok sesli idari yapılanmasını incelemek gerekir. Osmanlılar 14. Yüzyıldan itibaren (İstanbul’un fethinden bile önce Balkanlar ve Rumeli’nin kontrol altına alınmış ve tabanın çoğunluğunun Hıristiyan olması gerçeği) ırk, dil ve renk esasına dayanmayan çok pratik bir idare sistemi kurmuşlar. Yani her şey vergiye bağlı; insanlar hiçbir farklılık gözetilmeden mekanizmanın bir parçası olmuşlar. Buna Osmanlı sisteminin halklara hoşgörü ve tahammülü diyebiliriz, ki bu toplumsal açıdan en mühim olan şeydir ve sistemi korur. Bu şekilde sistem korunurken, sistemi koruyan güçlü askeri yapı yine bu kaynaktan beslenir ve hukuk sistemi dönem itibarıyla çağdaşlarından daha ileridedir, daha adaletlidir ve farklı dinlerden ve kültürel geçmişten halkları bir sistem içerisine dâhil edebilmişlerdir. Bir tür pota. Günümüzde bu sistemi taklit edenler arasında Amerika, İsrail ve Avustralya (Multiculturlism) sayılabilir. İlk örneği Osmanlı vermiş.


Açıktır ki, başarıya ulaşmış bir endüstri toplumunda başarı küresel oluşumla paralel ve idareye demokratik katılım sağlayan halk eliyle gelir. Bunun aksine, tarım toplumlarında sosyo-ekonomik kültür, halkın dışlanarak bir zümrenin oluşturmaya çalıştığı değerlere dayanır. Yani, mekanizmaları elde tutan zümre toplumdan ayrı ve uzak bir düşünce modeli oluşturur ve bunun üzerinden değerleri kendisinden farklı olan toplum yönlendirilir. Tarım toplumlarında endüstri toplumlarında görülen rekabet hukuku, piyasa konjonktürü ve eşitlik olguları yoktur.
Cumhuriyet elitlerinin en baştan beri yaptığının da bu olduğu, siyasi sistemi tamamen elde tutmak isteyen, bu yolla da toplumu dönüştürmek isteyen bir zümrenin olduğu söylenemez mi? Gelmiş geçmiş siyasal iktidarların ülke gelirlerinin paylaşımını piyasa kurallarına göre değil de, otorite gölgesinin altında icra etmesinin temel nedeni ise devrimlerle elde edildiğine inanılan kazanımlara karşıt ortaya çıkması muhtemel bir güç korkusudur (karşı devrim). Bilindiği gibi endüstri toplumlarının en önemli özelliği bireysel beceri ve çalışmayı temel alarak ilerlemek iken ülkemiz yapısında ahbap çavuş, akraba ilişkileri, tepeden inme atamalar ve siyasi yandaşlık, belirli bir zümrenin otoritesine dayalı paylaşım ve idare mekanizması daha önde olagelmiştir. Piyasa koşullarının (kısmen özelleştirmeler yoluyla) gelişeceği ve ekonomik (sosyolojik-siyasal) yapının değişeceğinden korkan belirli bir zümre piyasa mekanizması içinde palazlanan orta ölçekli ve büyük işletmelerin kurulmasını kendilerine (devrime) tehdit olarak kabul etmektedir (Anadolu kaplanları örneği).
Burada dikkat edilmesi gereken nokta Türk çağdaşlaşma değerler dizisinin geldiğimiz aşamada ülkeyi tarımsal yapıdan çıkaramamış, endüstri toplumu olmasını sağlayamamış, aksine siyasal tercihler nedeniyle birçok yönden tarım toplumu “köylü” olarak kalmasını istemiş olduğudur. İsmet İnönü’nün “ Bu halk bizim düşmanımızdır” sözü dikkat edilmesi gereken bir sözdür. İşte Türkiye’de yaşanılan başarısızlık, tüketilen bu tutucu anlayışın da başarısızlığıdır. Başarılı bir sistem özgür vatandaşlara bireysel ve siyasal katılım hakları tanıyan ve onlara refah sağlamış sistemdir. Vatandaşlarına refah sağlama gibi birincil bir ödevi yerine getiremeyen bir mekanizmaya karşı ise güvensizlik oluşması, yozlaşma başlaması, sistemin kokuşmaya başlaması, silah ticareti, hırsızlık, çeteler, havadan para kazanma, rüşvet, uyuşturucu pazarının artması en doğal sonuçtur. Türkiye’de de olan budur ve ne yazık ki bütün bunlar halkını tatmin edemeyen sistemlerin kendi kendine ürettiği sonuçlardır. Çünkü söz konusu insani haklarını elde edemeyen halk aidiyet duygusunu zamanla yitirmiş, onlarca etnik kökenden halkın kurduğu ülkede üst kimlik inşa edilememiş, sistem meşruiyetini yitirme durumuna sokulmuştur.
Bir taraftan bir ulus inşa edilmek istenirken Cumhuriyetin kuruluşu itibarıyla ülkemizde Osmanlıdan gelen kimlik tanımı ret edilmiş, daha seküler bir kimlik kalıbı inşa edilmek istenmiş, kültürel bir kimlik yerine anayasal varoluş tercih edilmiştir (tabii ki burada Alman faşistlerinin Rusya’ya karşı engel olmak amacıyla ülkemiz aydınlarını örgütlemesi ve milliyetçiliği kışkırtması unutulmamalıdır). Yani topyekûn bir yenilenme ve gemcisin reddi söz konusudur. Oysaki insanlar kültürleriyle ve tarihleriyle yaşarlar. Cumhuriyetle beraber, insanlığın oluşumundan beridir var olagelen dinsel motifler, tabii ki iyi niyetli olduğunu düşündüğüm bir zümre eliyle önceliklerini kaybetmişler, Osmanlı düzeninden beridir elde olan toprakların kaybı ile en son kalan bir miktar toprak üzerinde yurt sevgisine dayalı bir yapı oluşturulmak istenmiştir. Bu şekilde, 624 yıldır süregelen üst kimliği sağlamlaştıran unsurlar yeni zümre tarafından köktenci bir anlayışla ortadan kaldırılmaya çalışılmış, bu ise kısa süre sonra (1950’lerden itibaren) toplumsal bilincin hoşnutsuzluklarının artmasına neden olmuştur.
Bu hoşnutsuzlukların en önemlisi ise Kürt kimliği sorunudur ( yeni yaratılmaya çalışılan tarih bilincinin sadece Çanakkale savaşlarını öne çıkardığı gerçeğini görerek ve Filistin, Suriye ve Kanal ve sair cephelerde toplumsal aidiyet adına, İngilizler eliyle kanlarını bu topraklara veren Arap, Tatar, Yezidi, Kıpti, Türk, Çerkez vs. kanlarının yeterince dikkati değer şekilde onurlandırılmadığını düşünürken).
Yukarıda özetle izah etmeye çalıştığım mekanizma sorunundan kaynaklanan ve kesinlikle İngiliz-Amerikan kışkırtmasına da maruz kalarak, ve aydın/elitlerimizin yetersizliği/öngörüsüzlüğü nedeniyle ortaya çıktığına inandığım kanlı ayrılıkçı faaliyetlere de bakıldığında ekonomik ve siyasal sonuçların ne denli vahim olduğu ortadadır. Ortada bir Kürt sorunu olmadığı, sorunun bir terör sorunu olduğu, ilk aşamada kabul edilebilir bir çıkarım olsa da sorunun bence en önemli bir nedeni de yukarıda özetlemeye çalıştığım “yeni bir ulus” inşa etme çabalarındaki yetersizlikte ve doğal başarısızlıkta yatmaktadır.
Cumhuriyet sonrası elde kalan topraklardan Türkiye’nin Güney Doğu’sunun ilkele yakın durumu, işsizlik, çatışmalar, eğitim olanaklarının kısıtlı olması, yol ve elektrik sorunları, sağlık sorunları, iktisadi işletmeler ve üretim olanakları vs. dikkate alınırsa, “Yeni Sisteme” olan güvensizlik biraz daha anlaşılacaktır. Yok edilmeye çalışılan Osmanlı üst kimliğinin yerine konulmak istenen kimlik 624 yıllık ortak geleneklere sahip halkların hemen anlayabileceği bir olgu değildir. Bizler bile ancak 80 kusur yıl sonra bir takım çıkarsamaları yapabilecek bilince ulaştık ki bizler eğitimli insanlarız. Bu bağlamda benim bu yazılarım kendisini bugüne kadar Sosyalist olarak tanımlamış birinin özeleştirisel yaklaşımı olarak kabul edilmeli, öyle okunmalıdır.
Dayatılan yeni üst kimlik karşısında zayıf düştüğünü düşünen alt grupların kimliklerinden kaynaklanan kültürel değerleri yaşatma güdüsüyle tepki göstermeleri doğaldır, yoksa neden insanız ki? Yani, seküler yapıdaki yeni sistemde hâlihazırda halklar arasında var olan bağların ve Hilafetin reddedilmesi, yeni kimliğin kabulünü zora sokmuştur. Çünkü bu olgular farklı etnik kökenden gelen Müslümanları birleştirici özellikteydi. Oysa devrimlerin halka özümsetilmesi konusunda tembel davranılmış, oligarşik sistem memleketteki demokratik gelişmeyi bir lider (Kemalizm’in mitleştirilmesi gibi) sistemine çevirmek isteyenler tarafından bilerek istismar edilmiştir ve Anadolu tarım toplumu aşağılanmış, yepyeni bir eğitim sistemine muhtaç ve adeta hiçbir geçmişi olmayan yeni yaratıklar olarak algılanmıştır. Osmanlı döneminde farklı dinlere mensup halklarla beraber yaşama tecrübesine sahip, onlarla kız alıp vermiş! Türkler, “Yeni Cumhuriyet” ile beraber din karşıtı, Fransız usulü milliyetçiliği taklit etmek isteyince de İslamiyeti Türk/İslam öğesi haline dönüştürmüşlerdir. İşte sorunların temelinde bu Batı taklitçiliği yatmaktadır. Yani 624 yıllık gelenekler bir anda Fransızlaştırılmak istenmiş, tabii halk ta buna kaba tabirle “Fransız” kalmıştır!
Bir düşünün; 624 yıldır ortak bir yurt, ortak mitler ve toplumsal bellek, ortak bir kamu kültürü, herkes için aynı oranda geçerli hak ve görevlere sahip insanlar yeni tezle beraber bu ortak yapılanmayı ret etmeye çağrılmıştır. Özellikle de ortak Tarih belleği “Türk “ olarak yeniden yazılmak istenmiştir. Bu da İslamiyet öncesi tarihe vurguyla, Güneş Dil Teorisiyle ifade bulmuştur. Ne var ki bu yöntem sonunda çatışmaya neden olmuştur. Çünkü tarih kişilerin kimliklerini sonsuzluğa kadar götüreceğine inandıkları bir değerler aracıdır. Bunu en güzel ifade eden tarihi şahsiyetlerden birisi de Atatürk olup bu konuda “Çocukları çok severiz. Çünkü çocuklar bizim devamımızdır. Her çocukta biz, ebediyete doğru uzanıp gitme isteğini buluruz„ demiştir. Atatürk’ün bu sosyo-psikolojik duyumsamalarını “Ey Türk Gençliği„ diye başlayan güçlü hitabetinde Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet muhafaza ve müdafaa görevini Türk gençliğine etmekle ifade ettiğini hatırlayınız. İzmir’de iktisat kongresi sırasında kendisine karşı yapılan suikast girişimi planının ardından “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır ancak Türkiye Cumhuriyeti ( yani “çocuğu„) ilelebet yaşamaya devam edecektir“ demesi ortak geçmiş ve gelecek oluşturma ülküsünün en bariz ifadesidir.
Yukarıda anlatılan sosyolojik-iktisadi elit-aydın yetersizlikleri nedeniyle, yaratılmaya çalışılan bu yeni resmi Tarih yüzyıllardır süregelen ve toplumsal bellekte yer edinmiş, toplumun ilham kaynağı olan tarih bilincini etkisiz kılamamış ve otoritenin belirli bir zümresinin dayatmak istediği tarih anlayışı ile çatışmaya girmiştir. Temelde Batı taklidi olan bu kültür Anadolu halklarına yabancıdır ve hatta o ana kadar “Düşman” gördüğü istilacı kültürdür. Bu da bir takım sorunlar ortaya çıkarmıştır. Örneğin dinsel veya kültürel bir nedenle birçok insanın kabul ettiği giyiniş tarzı kamu alanı adına sınırlandırılmıştır.

Diğer yandan ülkedeki herkesin faydalanabileceği bir ekonomik Pazar ihtiyacı da vardır. Ülkenin farklı bölgelerinde yaşayan insanlar bu ortak pazara katılımları oranında ortak değerleri somut hale getirirler. Ülke ortak pazarının bir coğrafyayı herhangi bir nedenle dışlaması durumunda bu kesimler tepkilerini hemen siyasal tercihler vasıtasıyla ortaya koyarlar. Ne yazık ki ülkemizde ortak pazar bütün olanaklarıyla ülkenin her kesimine eşit olarak yayılmamıştır. Ülkemizde Batı Anadolu ortak Pazar anlamında gelişmişken, olanaklardan yeterince faydalanamayan Doğu’lu vatandaş pazarın bulunduğu tarafa doğru göç etmeye başlamıştır. Yani Vergi toplama, askerlik gibi talepleri olan devlet buna paralel olarak sağlık ve eğitim olanakları, iş imkânları gibi pozitif ilişkileri yansıtamamıştır, buna karşın halk toplumsal yaşamla ilgili yükümlülüklerini yerine getirmede gönülsüzleşmiştir. Bu da sonunda terörü doğuracaktır.
“İnsan“ olma kökenli, Osmanlının kavradığı ve saygı duyduğu dinin toplum üzerindeki etkili rolü “çağdaş sistemin” çözemediği bir diğer olgudur. Haçlı seferlerine kadar giden toplumsal bellekte, Batı Hıristiyan toplumlarına karşı ortak bir savunma güdüsü olduğu bir gerçektir (Selahaddin Eyyubi bir Kürt Sultanıdır). Günümüzde de bu güdünün neden hala var olması gerektiği Batının çeşitli ideolojiler ve gerekçeler ile hala yapmakta olduğu saldırılar karşısında alınması gereken tavırla izah edilebilir. Yüzyıllar boyunca Anadolu Müslümanları yayılmacı Hıristiyanlığa karşı (Halifelik) engel olma görevini yapmıştır. Yeni Türk sisteminin aniden ve radikal bir şekilde dinsel alanı sınırlayan uygulamaları doğal ve bellekten kaynaklanan bir tepki doğmasına yol açmıştır ve halk yeni uygulamaları kabullenilmesi güç şeyler olarak görmüştür. Geldiğimiz noktada “laiklik” olgusu olumlu getiriler yanı sıra, Anadolu halkları nezdinde önceden görmemiz gereken ancak ne yazık ki göremediğimiz olumsuzluklara yol açmıştır. Çünkü halk gözünde alternatif olarak öne sürülen Bilim yeni inşa edilen ulusun ekonomik, kültürel, toplumsal kimlik, sosyal sorunlarına karşı herhangi bir çözümleyici etki, ne yazık ki, yeterince gösterememiştir.
Cumhuriyet ve çağdaşlaşma sadece bir takım ideallerden öteye gidemiyordu. Bence Çağdaşlaşma hareketi onlarca yıldır vurguladığı halk egemenliğini günümüzde sağlama yolunda önemli adımlar atmıştır ve demokrasi artık yavaş yavaş toplumsal bellekte yer edinmeye başlamıştır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında tek parti baskısı haline gelmesi olgusu artık halk tarafından değerlendirilebilmekte ve demokrasinin ne olduğu yavaş yavaş anlaşılmaktadır.
Tek partinin (CHP) varlığının kaçınılmaz olduğunu çünkü toplumun henüz demokrasiye hazır olmadığını, emperyalist saldırılar karşısında tek ulusal cephenin kurulmasının gereğini anlayabilirim. Ancak, ilk demokratik çok partili sistem denemelerinin neyle sonuçlandığına bakıldığında, günümüzde yeni partilerin iç ve dış rejim karşıtlarının yuvası olması ki bence gereksiz bir kaygıdır, endişesi hala sürmekte.
Tek parti yönetimi 1950’lere kadar devam eder. Çağdaşlaşma hareketinin en ileri uygulamaları da elbette bu dönemde yapılmıştır. Tek kontrol mekanizması CHP grubudur. Bu aşamada aydınların (elitler) rolü önemlidir. Ancak, Batı tarihinde aydınlar inandıkları gerçekleri canları pahasına savunmuş iken, kendi tarihimizde aydınlarımızın buna benzer tavırlarına örnek vermek zordur. Sorunun temelinde toplumun tenkide karşı tahammülsüzlüğü ve Türk aydının kolayca temel inançlarından cayabilme becerisi yatmaktadır. Türk aydını bir türlü “bağımsız” olamamıştır. Aydınların da iktidarlarla kimi zaman barışık, kimi zaman kavgalı ve her zaman muhalif olmaları gerektiği düşünülürse, ‘bağımsız’ tanımının önemi daha iyi anlaşılır. Sözünü ettiğim ‘bağımsızlık’ öncelikle devletten ve/veya tekellerden, yani güç odaklarından, egemenlerden bağımsızlıktır. Bizde ise tam aksidir; Aydınlar öncülük yapan bir sınıftır ve bu sınıfa ne olursa olsun uyan bir toplum modelini benimsemiş ve demokratik haklar konusunda talepte bulunmamışlardır. Bunun en güzel örneğini en son seçimlerde yaşadık, yaşamaktayız.

1950 sonrası demokratikleşme konusunda öncelikli olaylar askeri darbelerdir. Bütün darbelerin nedeni olarak ülkenin planlanan gidişten sapması gösterilmiştir. Mevcut sosyal sistemi korumaya yönelen bir grup kendi istediklerini yapabilmek için “demokratik“ sürecin de dışına çıkmıştır. Ülkenin nasıl kurtulacağını sadece kendileri bilen bir ‘cephe’ kendi kararlarını uygulamaya çalışmış, Örnek alınan “ muasır medeniyet seviyesi”ne rağmen insan hakları, sivilleşme gibi alanlarda gelişme sağlanamamış ve nitekim “Batı” tarzı yönetim ideolojisi halk önderliğini o eğitime muhtaç halkın taraftar olduğu “karşı” muhafazakâr eğilime, yetiştirdiği çocuklar vasıtasıyla, yani tarihi toplumsal bilince terk etmiştir.

Türkiye’nin demokratikleşme, temel haklar, siyasal haklar konusunda bildiğini okumaya devam etmesi Batı tarafından eleştirildikçe, yerli Batici hareket yalnız kalmış ve radikalleşmiştir. Batılılaşma modeli bir hedef olarak ortaya konulurken Batının temel taşları olan bazı norm ve değerlerin zamanla kendileri için sorun olabileceğini kestiremeyen çağdaşlaşmacı elit isine gelen kısımları seçmeye başlamıştır. Avrupa Birliği’nin, Türkiye’ye karşı takındığı olumsuz tavır Batıcı olan kesimi zora sokmuştur. Çağdaşlaşma hareketi böylece amacının tam tersi bir noktada sonuçlanmıştır. Çağdaşlaşma hareketinin şu aşamada tezlerinde başarısız olduğu ortadadır. Batı değerlerine karşı işine geldiği gibi elit seçiciliğin nedeni ise Batı kavramanın günümüzde ifade ettiği anlamın, çağdaşlaşmacı elit’in ilham kaynağı yüzyılın başındaki anlamından farklı olmasıdır. Bizimkiler yerinde sayarken batı sürekli yenilenmiştir.
Batı kimliğini oluşturan temel öğe özgürlüktür. Doğal olarak, özgürlükleri kısıtlayan, sivil toplumun sağlıklı gelişmesini engelleyen her türlü düşünce Batı kalıbı tarafından dışlanacaktır. Burada batının eksiksiz bir insan hakları sicili olduğunu varsaymak tabii ki cehalet olur ve hatta belki de onların algıladığı biçimde demokrasiyi de ret ediyorum. Burada söylemek istediğim şey toplum idaresinin aslen halkın iradesine bağlı olduğudur. Sivil toplum Türkiye’de militarist yaklaşımlarla engellendikçe çoğulculuk ve demokrasi de kurumlaşamamıştır. Anayasa başta olmak üzere Türk hukuk mevzuatı şahıslara sunulan hakları içeren ilkelere ters düşen, onları sınırlayan düzenlemelerle doludur ve değişmelidir.
18. yüzyılın başlarından 1914’e kadar süren dönemde Batıda etkin baskın özellikler materyalizm ve dini şüpheciliğin artması, biyolojik evrim düşüncesinin kabulü ve yaygınlaşması ve fizyolojik psikolojidir, yani insan diğer hayvanlar gibidir, halkta ruhsal özellikler aramak boşunadır. Yine o dönemde ulus devlet tartışmasız kabul edilen bir olguydu ve alt kimlikler bastırılmaktaydı. Oysaki Türk çağdaşlaşmasının örnek aldığı Batının sürekli aynı biçimde kalmayacağı bir gerçekti. Bireylerin mensubu oldukları sisteme güvenleri sistemlerin süreklilik kaynaklarıdır. Çünkü sistemin devamı halk tarafından benimsenmesine bağlıdır. Hal böyleyken Batıda ulus devlet anlayışı yumuşamış, alt kültürler ve kimlikler seslerini yükseltmiş ve uluslararası hukukun konusu haline gelmişlerdir. Kısaca, Batı yerinde saymamış aksine değişimi kendi eliyle yapıp yenilemiştir. Ne var ki böyle bir yenilenme Batıyı örnek alan Türk çağdaşlaşma modelinde görülmemiştir. Böyle olunca uzun dönemde dünyayla bütünleşerek, evrensel kültürle Türk kültürünü bütünleştirebilecek “taraf” değişmiştir. Yani Osmanlıda uygulanan sistematik bugün başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelere model teşkil etmektedir.
Diğer yandan Türkiye’nin en yakın Müslüman komşuları ile ve diğer İslam devletleri ile ilişkileri iyi değildir. Yüzyılın başında seküler bir toplum oluşturmak için 624 yıllık mirası reddederek kendini yeniden tanımlayan Türkiye bugün kullandığı yöntemin işlevselliğinde çıkmazlar nedeniyle bir soyutlanma ile karşı karşıyadır.
Yönetimler gösterdikleri hedeflere ulaştıkları oranda halkın desteğini kazanırlar. Sistemin üyelerinin birbiriyle uyum sağlaması içinse ortak değerleri olmalıdır. Din, kültür gibi bütünleştirici kaynakların sistemin herhangi bir parçasıyla çatışmamaları çok önemlidir. Eğer sistem bu unsurları bir araya getirme konusunda zorlanıyorsa, iç sorunlar yanı sıra dış dünya ile ilişkileri de sorunlu olacaktır.
Varlığını çağdaşlaşmanın yetersiz ve radikal uygulamalarına karşı verdiği tepkilerle hissettiren muhalif halk Türkiye’de elit/aydınlarla çatışmaktadır. Dışlanan halk sistemin yenilenme ihtiyacını görmektedir. Süreç içinde, özellikle 1980’den sonra, dünyanın birçok yerinde entelektüellerin ışıkları sönmüş, lambaları patlamıştır. Günümüzde neredeyse üniversite diploması olan herkese “entelektüel” denilerek, (entel diye alay edilerek) bu kavramın içi boşaltılmıştır. Aydın kişiler işlevlerine pratik çıkarları uğruna ihanet etmişlerdir. Aydınlara karşı duyulan hayranlık yanı sıra onlara temkinli ve kuşkulu yaklaşmak adet olmuştur.

Yani,12 Eylül 1980 darbesine kadar Türkiye’de, Türkiye halklarının baskıcı devlete başkaldırdığı dönemde de kendilerine bağımsız diyebilen aydınlar artık pek azdır. Sosyal dışlanmaya uğramış bu insanların kimi emeklidir, kimi zengin kimisi ise ülkesinden uzakta göçmen. Ancak bir kesim vardır ki insana ve inançlarına sırtını dönen anlayışı, mevkii, parayı, şanı, şöhreti ve Batının sunduğu konformizmi reddetmekte, halkının yanı başında onların safında yer almakta, arayışına, sorgulamaya devam etmektedir.

Hülasa; Türk çağdaşlaşma hareketi ve aydınları sorunlar yaşamaktadır. Cumhuriyetin kuruluş döneminin şartlarında benimsenen hedef şüphesiz yararlı olmuştur, belirli bir ilerleme de sağlamıştır. Ancak şimdi yapılması gereken değişimin farkına varmak ve ortak değerlere sarılmak, yeniden canlandırmak, yani bağnazlıktan, elitist seçicilikten kurtulmaktır. Yani insanların toplumsal/tarihi bilincinden kaynaklanan, insan olma özelliğinden kaynaklanan davranışları, kılık kıyafetleri ve inançlarına saygılı olmak gerektiğini, insanların hiç te MEKANİK birer laboratuar deneği olmadığını düşünüyorum. İşte ben de buraya kadar çağdaşım, bunların yapıldığı oranda çağdaşım ve sosyalim ve durmaksızın kendimi ve çevremi eleştirmekteyim.

Doğan şahin 2008

No comments:

Post a Comment

Thank You...Teşekkürler