Total Pageviews

Thursday 11 March 2010

YAZARKEN DÜŞÜNMEK, DÜŞÜNÜRKEN BODRUM'U YAZMAK

Yazarken düşünmek, düşünürken Bodrum’u yazmak

Geçmişi ya da geleceği yoktu köleye dönüşen insanın. Sırtında öteki insanların kırbacının şaklamasını duymadan yaşayacağı bir yaşamı hayal bilemezdi. Geçmişini bilmeyen ve geleceğini kurmak için herhangi bir geçmişi hatırlaması gerekmeyendi.
İnsanlar hayvanlaşınca, köleleşince oturup cenneti hayal etmesini bekleyemezsiniz.

Sakin, uykulu, sanatı, doğayı ve farklılıkları özümsemiş, çiçeklerin çocukları insanların yaşadığı, bilinen en az 3500 yıllık bir geçmişi olan Gümüşlük’te, ahırdan bozma kulübesinin dışında bir yerlerde uçaksavar ateşini andıran ürkütücü varlığıyla, kırıcı makinenin sesi beyninde çalkalanıyor.

Durmasını söylüyor içinden, duracağına inanmayarak. Tekdüze seslerin yırtıcılığı kendi tekdüzeliğini engelliyor, o’nu kapsıyor. Klavyesinin sesini bile duyamıyor.
“Animal Bipes Implume!”, ruhuna yapılan atışlara dur diyemiyor gecenin bu yazılası saatinde! O düşüncelerini söyleme lüksü olmayan ama başkalarının düşüncelerine anlam katması için kendisine ücret ödenen bir köle!
Kirliliğe rağmen, bir kölenin tek vazifesinin yaşamak ve yaşatmak olduğunun farkında, tıpkı diğer insanlar gibi ne zaman öleceğini bilmeyen, ne zaman esaretten kurtulacağını kurgulayamayan bir modern köle. Sızlanmanın da faydası olmadığını çoktan öğrenmiş. Kendisinden başka kızacak kimi var ki? O halde yaşamaya devam etmesi lazım; insanlar yaşamak için yaratılmadı mı?

Çocukluğunu geçirdiği şehir sınırları içerisinde bulunan antik Kilikya kentinde, bir zamanlar aslanlar ve insanların dövüştürüldüğü arenanın yan duvarlarındaki gladyatör hücrelerini hatırlatan bir resme bakıyordu şimdi. Kayadan oyulmuş 2 metrekarelik hücrelerdi onlar. Tek girişi arenaya bakan bir kafes. Hayvan ve insanın gücü sınanıyordu diğer insanlar seyrederken. Daha insanın insanla arenalarda ölümüne dövüştürüldüğü yıllar gelmemişti medeniyete. Sanki daha evvel yaşamıştı bu anları. Önündeki masada Mavi beyaz, kübik, göz yorucu ve arı kovanı gibi ürkütücü Bodrum evleri satan, birinci kalite kâğıda basılı bir broşür duruyordu. Sloganı “ beton medeniyettir” idi. Bir kenara itti. Harç bitti yapı paydos. Artık kendisi için yazacaktı bu satırları…

Kölelikten bahsetmeliydi. Yazı yazan bir köle olmalı başrolde, tıpkı yüzlerce diğeri gibi.
“Herkesin Bodrum'u kendine…” diye başlayabilmeliydi örneğin. “Kalabalıklarla sarılmayı isteyene de, kendi fanusunun ıssızlığını yaşamak isteyene de açık bu kentin kapıları. Tek şartı, evvelki yaşamınızın geçtiği yeri silinmeye bırakılan izler gibi kabul etmeniz ve Bodrumu anlamanız, bu insana bahşedilmiş muhteşem doğa parçasını hor kullanan, sevimsiz taş yapılarla donatan teşkilatlanmayı göz ardı etmeniz ya da yaşamda sadece kendi kat ettiğiniz mesafeyi bilip, ona göre rahatlıkla ifşa etmeniz kendi dünyanızı. “Bir yazarı kiralamanın inşaat emekçisine verilen paradan daha ucuza mal olduğunu kabul etmeniz.” diye devam eden bir yazı da olabilirdi bu.

İnşaat faaliyetinin medeniyet sayıldığı eski çağlar geldi gözünün önüne, hatırlayabildiği kadarıyla Roma tarihinden, kentleşmenin henüz yeşermeye başladığı yıllardan. M.Ö 70’li yıllar olduğu efsanedir, Spartaküs gibi bir kölenin önce 300 sonra 3 bin sonra 30 ve sonra 60 bin kadar köleyle isyanına sahne olan bir imparatorluk. Şimdi, isyan eden bir köledir o bu öyküde!

“Türkiye’nin her tarafına kılcallarla bağlı bu kalpte, bu Bodrumda, asil ve zenginler gibi parfümler sürebilir misiniz? Statü sembolü lokantalarda yemek yiyebilir misiniz? Köylü, işçi ve esnaftan elde edilen karlarla yemeklerin en güzelini mi yersiniz ?” bilemeyiz. Tıpkı Roma gibi oynaktır Bodrum. Ancak Tanrı Bodrum’un denizinde de, gökyüzünün altında da herkese yer ayırmış. Toprağın altı ise ulaşılamaz geçmişle yoğrulmuş bir verimli ana. Her koyunda, her bükünde, her yalısında, her dağında ve koyağında ve sapağında yepyeni yeryüzü cennetleri keşfedebileceğiniz, dünya üzerindeki tek yer” gibi çarpıcı ve davetkâr bir cümleyle sürmeli öykü.

Hayranlıkla geçmişte okuduğu kitaplarda resim ve yaratılışları sergilenen ve insanoğlunun sanat yaratma becerisine hayran herkesin bildiği, o Anadolu’nun her yerinde görülen muhteşem Roma heykelleri, sütunlar, tapınaklar ve özellikle de yollar, refah ve huzurun göstergesi olan taş yapılar nasıl yapılmıştı ?” Çok hüzünlü bir öyküydü aslında bu. Öyle olmalıydı.

…İsa peygamber henüz yoktur. Roma kanını dünyanın dört bir yanına akıtan bir kalptir. Halkları köleleştiren en büyük imparatorluktur. Adeta bir orospu’nun rahmi gibidir insanlığın kültür geçmişi. Önlerine çıkanı yıkmaktan çekinmeyen, asaletten, terbiye, vicdan, adalet ve merhametten feragat etmiş bir Batılı toplumdur Roma. 250 bin metal zırhlı ve mızraklı süvari ve savaşçısı vardır Roma’nın. Gerektiğinde ölmeyi, tükenene kadar talim etmeyi, pislik ve kana dayanmayı bilen disiplinli bir ordu. Savaş demek hayallerini gerçekleştirmek demekti. Emeklilikte bir kaç ta köle sahibi olmak! Tümen, tümen gelen Romalı asker eski işgalciler gibi yağmalayıp gitmekle kalmıyordu artık, kalıcı geliyordu ve geldiği yerde birkaç gecede binalar ve yollar yapıyorlardı. Onların kent inşa etmedeki bu hızları işgale komşu ülkeleri korkutuyor, yıldırıyor ve işgale karşı savaşma güdülerini yok ediyordu.
Zengin Romalılar, Köle insanın alın terini altın’a değişmeyi icat ettiler. Çarmıha germeyi ve çiftlikler kurup buralarda topraksız köylüleri köleleştirmekle, emek sömürüsünü keşfetmişlerdi. Romalı tahkimat yapıyordu, farklı savaşıyorlardı ve bu savaş tarihinde yepyeni bir taktikti.

Öykü sürer “Amaca ulaşmak için her şeyin mubah olduğunu kabul eden, endüstri, disiplin, sinirlere hâkim olmak düsturuyla örgütlüdürler. Tüm yaşamları hemcinslerinin kanı üzerine yükselmiştir. Adalet kuvvetlinin istediğinde kullanacağı bir şeydi. Ahlak ise, tıpkı tanrı inancı gibiydi. Kölelik ise adildi. Ahlak aramanın anlamı yoktu. Asil ve zengin Romalılar vakitlerinin çoğunu bos vaktini doldurmakla geçirir, sevişirler, yerler içerler ve sarhoş olurlar ama açlıktan bahseder, ne olduğunu bilmezlerdi. Suları hep vardı. Aşktan bahseder ama âşık olmazlar, ruhlarındaki boşlukları bitip tükenmek bilmeyen bir enerjiyle doldurmaya çalışırlar, eğlence icat ederlerdi. Duygusuzlaştıkça da adeta hayvanlaşırdı tanrı tanımaz Roma. Roma verir ve Roma alırdı. Roma bir orospuydu. Önce Kartaca’yı işgal etti Roma askeri ve sonra İspanya, Sicilya, Trakya, Mısır, Sudan, Libya, Fars, Asya, Samiriye, Bulgar, Slav, Makedon, İtalyan, Umbria, Toscana, Ermeni, Asurî ve adı çoktan belirsizliğe mahkûm birçok kabileden insanları köle olarak alıp satmaya ve çalıştırmaya başladı.”
İnsanlar hayvanlaşınca, köleleşince oturup cenneti hayal etmesini bekleyemezsiniz. Mantığa uymayanı mantıklı yapan, zenginler için ölmenin faziletine insanları inandırabilen, koyun ile çobanın arasında bir yer sahibi zeki, merhametsiz ve eğitimli siyaset ustalarını eleştirecek hiç gücü yoktu O’nun. Çünkü O bir köleydi, sadece öykünün bir parçasıydı. Ancak, Spartaküs’ün unutulmasına katkıda bulunacak kadar da lüksü yoktu, bir Tarih vardı ortada. Ondan yaşadığı yere yapılan tahkimatı alkışlayan bir yazı beklemeyin. Tekerrürden ibaret bir tarih görüyordu sadece. Çünkü geleceğini hayal edecek gücü yoktur onun. Kırıcı, delici, yükleyici, parçalayıcı makine takırtıları arasında, geceleri geçen, engel tanımayan ağır kamyon tekerleri arasında ezilen bilinci de olmasa kahramanımızın, tamamen çıplaktır. Beyefendilere ipek kumaştan elbise için çalışan ama kendi çocuğuna Bitez pazarında bir parça geceliği bile alamayanları gördükçe kızan bir çıplak köle. Ölmekte olan, susuzluktan böbrekleri çürüyene kadar dayanan, öldüğünde olduğu yerde kalacak olan, taa ki leş kokusu ortalığı sarıncaya kadar, bir atımlık barutunu bir hamlede harcamak istemeyen bir köle. Yiyeceğine saygı duymakla yaşıyor. Pis kokulara arkadaş, yakın ve onlarla beraber sürdürmekte yaşamını. Kulakları ellerinin tek yardımcısı, kayarak ya da tökezleyerek ya da düşürülerek elindeki yiyeceği kaybetme lüksü yok. Sadece yemek, uyumak ve dinlenmek dışında bir şey düşünemiyor. Özgür olmayı ise hiç düşünemeyecek kadar yorgun bir “ Instrumenta Vocale”. Sadece konuşabilen ve dönüştürülebilen bir alet. Çünkü, köleliğe dayanabilmenin sırrının, belki de yaşama devam etmek, eğlence, yiyecek rahat, müzik, kahkaha, aşk, yakınlık, kadın ve şarap arzusu ile bedelini bile bile, güçlü olmak olduğunu anlamış, nereye gideceğini seçmeye çalışan bir insan O; yenik bir köledir.

Yenilen daha güçlünün kazandığını asla kabul etmez ve bu sonuçla Tarih bir başkasının daha güçlü olduğu için savaşı kazandığını kabul edemez. Gerçek ise bir başlangıçtır.

Hummalı zihninde insanların şarkıları dağlardan dağlara aksediyor, büyüyor. Bu karanlıkta ölüme de yer ayırıyor O. Koro yükseliyor. Kırıcı, delici, yükleyici, kazıcı, taşıyıcı makinelere karşı zafer kazanan insanoğlu dünyayı değiştiriyor. Değiştirecek tabii, yoksa zaferin ne gereği var dı?

Bir ipte tek halka değil de, 12 köle birden asmak ve zaman kazanmak üzere 12 ilmik icat eden muzaffer Roma’lı Telemakhus’un çocukları toptan asıyor köleleri. Bu kadar nefret içindeler. “Ama zülüm altında yaşayanların zalimlere karşı savaşı devam ediyor. Nerede duracaklarına ise insanoğlu karar verecek, Tanrının oğlu değil. “ Yeni bir dil icat edilene kadar, belki de arafta kaldı dili. Eflatunun dediği gibi belki de “Köleler eğitilemez” . O halde, O ruh’u bedende iken, yaşama devam edecektir bu öyküde, belki de ruh bedenden ayrılınca da.

"Vae Victis" ( "yenilene yazıklar olsun!").

doğan şahin
bodrum..15 ocak 2007

No comments:

Post a Comment

Thank You...Teşekkürler